Geçtiğimiz yılın Mart ayında, Japonya’nın Honşu adası açıklarında 9 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmiş ve bu deprem sonucunda oluşan tsunami Fukuşima’da büyük bir yıkıma yol açmıştı. Ancak bu doğal felâketin yıkım gücü, insanın ve doğanın tahribatı pahasına süren bir üretim faaliyeti temelinde işleyen kapitalizm yüzünden muazzam ölçüde katlanmıştı. Çünkü hiç de katlanılması gerekmeyen yüksek düzeylerde risklere sahip nükleer santrallerden bir tanesi bu bölgede kuruluydu ve santrali işleten TEPCO şirketi, deprem ve tsunami karşısında, doğaya ve insanlara en az zarar verecek şekilde tedbirler almak yerine yatırımının mümkün olduğunca az zarar görmesi saikiyle hareket etmişti. Neticede nükleer santralde büyük bir kaza oldu ve doğaya radyoaktif madde salımının önü hâlâ alınamadı. Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Kurumu (NISA) kazanın seviyesini 1986’da Çernobil’de gerçekleşen “tarihin en büyük” nükleer kazasıyla aynı ve en büyük seviye olan 7 olarak belirledi.
Bu duruma rağmen, Fukuşima’daki nükleer santraldeki felâketin ardından yaşanan süreçte, nükleer enerji üretiminin gözden düşmemesi için kapitalist yalan makinesi de tam randımanla çalışmaya devam etti. Bilhassa kapitalist üretimin hizmetindeki bilimin körleşmiş insanları, çarpıtmalar, sahtekârlıklar ve örtbas etme girişimleriyle bu yalan değirmenine su taşıdılar. Dünyada da, Türkiye’de de burjuvazinin denetiminde bilim yapan birçok kişi ve kurum Fukuşima’daki felâket vesilesiyle de bu pozisyonlarını açıkça ortaya koydular.
Örneğin Fizik Mühendisleri Odası’nın “Fukuşima Nükleer Santral Kazası” başlıklı raporunda şu rezil yalanlar dile getirebilmiştir: “Japonya hükümeti dünya tarihinin en büyük beşinci depremi ve tsunami felâketi ile mücadele ederken, işleticinin etkin rol aldığı müdahale planı uygulanarak halkın ve çevrenin olası radyoaktif sızıntılardan asgari şekilde etkilenmesi için azami gayretle çalışmıştır. Gösterdikleri şeffaf ve halk sağlığı ve güvenliğini birinci sırada tutan kaza yönetimleri ile tüm dünyaya örnek bir tavır sergilemişlerdir.”
Gerçek bunun tam tersidir! İlk üç gün boyunca hükümet ve TEPCO radyasyon sızıntısı olmadığında ısrar etmiş, devre dışı kalan soğutma sisteminin yerine deniz suyuyla soğutma sağlama olanağı bulunmasına rağmen reaktörün kullanılamaz hale geleceği endişesiyle bu girişim iki gün geciktirilmiş ve böylece felâkete giden kapı açılmıştı ama bunlar önemli değildi. Çünkü raporu hazırlayan nükleer mühendisler nezdinde bunlar “şeffaf ve halk sağlığı ve güvenliğini birinci sırada tutan kaza yönetimi” anlamına gelmekteydi. Gel de Sakallı Celal’e atfedilen “bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” sözünü hatırlama!
Oysa her ne kadar şimdilerde Japonya başbakanı Yoşihiko Noda, “nükleer güç konusunda aşırı bir güven yanılgısı içinde olunduğunu, Fukuşima nükleer santralinde yaşanan boyutta bir duruma hazırlıksız yakalandıklarını” söylese de, kazanın gerçekleştiği günler ve devamında yoğun bir dezenformasyonla birlikte kitlelerin bilincini çarpıtmak için elden gelen yapılıyordu. Aksi yönde tutumlar alanlar ise yoğun baskı görüyordu. Meselâ, Japonya’da tanınmış bir televizyon sunucusu olan Tamhaşi Uesugi, geçenlerde Almanya’da düzenlenen bir toplantıda, Fukuşima nükleer tesisinde üç numaralı reaktörden radyasyon sızdığını haber yaptığı için bir yıl önce işini kaybettiğini açıkladı. Japon medyasının bu tür konularda temkinli davrandığını söyleyen Uesugi, “Gazeteler daha yeni yeni ölçüm değerleri üzerine günlük bilgi veriyorlar; şimdiye kadar böyle bir şey yapılmıyordu. Bu ölçüm değerlerinin de nasıl elde edildiğini bizzat gözlemledim. Aletlerin göstergeleri 1 mikrosievert’in altına düşünceye kadar toprağın yüzeyini birkaç kez kürekle kazıyorlar” sözleriyle de “şeffaf ve halk sağlığı ve güvenliğini birinci sırada tutan kaza yönetimi”ne açıklık getiriyordu.
Uesugi tüm bunların yanı sıra, ülkesinde siyasetin, nükleer sanayinin ve medyanın çok yoğun bir çıkar ilişkisi içinde bulunduğuna dikkat çekerek, koltuğunu kaybeden politikacılara nükleer tesis işletmecisi TEPCO’da üst düzey pozisyonlarda iş bulunduğunu da belirtiyordu. Ayrıca resmi makamların nükleer kazayla ilgili sonuçları örtbas etme girişimlerine karşı çıkanların Japon seçkinler sistemi tarafından dışlandığını da söyleyen Uesugi, sorunun büyüyerek devam edeceğini ifade ediyordu: “Özellikle şu an düşünülenden çok daha kötü bir durum var. Japon hükümetinin aldığı bir karara göre yetişkinler ve çocuklar şimdiye kadar yasak olan (kaza bölgesinin) 20 kilometre çevresindeki alana dönebilecekler. Bunun sağlık açısından büyük zararlar doğuracağından endişe ediyorum.”
Nükleer felâketin etkileri giderek daha net açığa çıkıyor
Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen Fukuşima Daiçi santralinde nükleer yakıtın soğutulması konusunda bile büyük sorunlar yaşanmaya devam etmektedir. Nükleer santralin iç kısmında son günlerde yapılan bir araştırmada, reaktördeki radyasyon seviyesinin ölümcül olandan 10 kat fazla olduğu ortaya çıktı. Ayrıca soğutmada kullanılan su miktarının da sanılandan daha az olduğu saptandı. Japonya hükümetinin Fukuşima Daiçi nükleer santrali için hazırladığı plana göre, santral 40 yıl sonra kontrol altına alınarak güvenli bir biçimde temizlenmiş ve devre dışı bırakılmış olacak. Nükleer güvenlik masallarının devrinin sona erdiğini bir tek bu durum bile anlatmaya yeter.
Fukuşima’dan yayılan radyoaktif zehir atmosfere, okyanusa ve elbette bunlarla birlikte besin zincirine bulaştı ve etkileri uzun yıllar sürecek biçimde hayatımıza girdi. Fukuşima’daki nükleer kazanın uzun dönem etkileri konusunda iyimser olmamızı telkin edenlerin laf salatalarını çöpe gönderen son derece çarpıcı saptamalar gelmeye başladı bile. Örneğin ABD’de, zehirbilim uzmanı Dr. Janette Sherman ile Radyasyon ve Kamu Sağlığı Projesi’nden epidemiyolog Joseph Mangano, Fukuşima nükleer atıklarının ABD’de de şimdiden ölümlere sebep olduğunu tespit ettiklerini açıkladılar.
Dr. Sherman ve Mangano, Hastalıkları Kontrol Etme ve Önleme Merkezi’nden gelen bebek ölüm verileriyle ABD Çevre Koruma Ajansı’ndan verilen Fukuşima nükleer atık raporlarını karşılaştırarak analiz ettiler. Değerlendirme sonunda; bebek ölümlerinin, kazanın gerçekleştiği 11 Mart 2011 tarihinden sonraki 10 hafta boyunca Rocky Dağlarının batısı, San Francisco ve Seattle’ın da içinde olduğu sekiz eyalette yüzde 35 oranında; Philadelphia’da ise yüzde 48 oranında aniden yükseldiğini buldular.
Bebek ölümleri, doğumdan bir yaşına kadar olan çocukların ölümü olarak tanımlanıyor. Bebek ölümleri, radyasyonun erken etkilerinin ölçümlerinde baz alınıyor çünkü bebeklik, vücut gelişiminin ve hücre bölünmesinin en hızlı olduğu dönem. Bu gelişme hızı, vücuda giren radyasyonun da etkisini aynı hızla arttırıyor. Kanserse, bunun sonraki sonuçlarından. Ulusal Kanser Enstitüsü’ne danışmanlık yapmış ve 1950’de Atom Enerjisi Komisyonu’nda çalıştığından bu yana radyasyonun etkileri üzerine uzmanlaşmış olan Dr. Sherman, “Fukuşima’dan sonra kanserde küresel artış beklendiğini” ifade ediyor.
Çernobil kazasından sonraki felâketin sonuçlarını inceleyen ve detaylı bir çalışmaya imza atan biyolog doktor Alexey Yoblokov da Fukuşima’nın bilançosunun Çernobil’den daha ağır olacağını söylüyor. Buna gerekçe olarak da birden daha çok reaktörde kazanın söz konusu olmasını ve kazanın 30 milyon insanın 200 kilometre yakınında gerçekleşmesini gösteriyor.
Ekonomist dergisinde yayınlanan “Radyasyon ve Evrim, Geride Kalan Nükleer Atık” başlıklı makalede de, araştırmacıların Çernobil ve Fukuşima çevresindeki bölgelerde yaşayan 14 kuş türüne baktıklarında, bu kuş türlerinde aynı radyasyon oranını buldukları belirtildi. Araştırmayı yapanlardan, Güney Carolina Üniversitesi’nde biyoloji profesörü Dr. Timothy Mousseau, kazanın doğal yaşama ne türden bir etkide bulunduğunu şöyle ifade ediyordu: “Çernobil yakınında evrim çoktan çalışmaya başladı, radyasyonla baş edemeyen kuşlar ölüyor ve buna dayanıklı olan genler yaşam şansı bulabiliyor. Fukuşima’daki kuşlar, radyoaktif bir dünyada yaşamanın evrimsel sorunuyla karşı karşıyalar ama henüz bunun başındalar.” Bilim çevrelerinin henüz anlamlı bulmamasına karşın bölgeden kulaksız doğan tavşanlar gibi haberler de gelmeye devam ediyor.
Nükleer kaza ihtimali ile birlikte yaşamaya alışılabilir mi?
Nükleer enerji endüstrisi ve ona bağlı bilimciler her zaman nükleer santral kazalarının gerçekleşme ihtimalinin çok az olduğu iddiasında bulundular. Nükleer santrallerin oldukça güvenli olduğunu, var olan riskin de abartılmaması gerektiğini savundular. Örneğin nükleer santrallerin herhangi birinde gerçekleşecek çekirdek erimesinin 250 yılda bir rastlanabilecek istisnai bir durum olabileceğini söylediler. 9 büyüklüğündeki bir deprem üstüne büyük bir tsunamiyi ise büyük bir ihtimalle risk faktörünün kapsamına bile almadılar. Ne var ki Fukuşima’daki kaza, nükleer güvenlik hesaplamalarındaki düşük felâket olasılıklarına güvenmenin nasıl sonuçlanabileceğini gözler önüne serdi. Nükleer güvenlik önlemlerinin yüksek maliyet unsuru olarak görülmesi nedeniyle sürekli olarak ihmal edildiği, denetimlerin yapılmadığı, gerçeklerin gizlendiği hakikati, Fukuşima kazası vesilesiyle yeterince ortaya saçıldı.
Buna rağmen dünyanın dört bir tarafındaki kapitalistler nükleer santraller konusunda oyalayıcı bazı girişimler dışında bir adım atma niyetinde de görünmediler. Kapitalist üretim faaliyetinin bugünkü ihtiyaçları temelinde düşünüldüğünde de nükleer fisyon reaktörlerinden vazgeçme gibi bir yola girmeyeceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Emperyalist rekabet koşullarında ekonomisini büyütme ve askeri alanlarda daha da gelişme derdinde olan kimi güçler için ise nükleer enerji vazgeçilemeyecek önemdedir. Türkiye egemen sınıfı da bu kategorinin önde gelen unsurlarından biridir. Bu yüzden gerek Başbakan gerekse de Enerji Bakanı pervasızlıkta sınır tanımayan açıklamalarla bilinçleri bulandırma gayretindeler. Bunun için de nükleerci zevatın sıklıkla başvurduğu türden çarpıtmalara sarılıyorlar. Risk açısından aynı ölçekte olmayan tehlikeleri benzeştirerek, felâkete yol açan şeylerle daha az zarar verenleri aynı düzeyde olgularmış gibi algılamamıza çaba gösteriyorlar.
Örneğin Başbakan Erdoğan, Kahramanmaraş’taki bir hidroelektrik santralinin açılış konuşmasında şunları söylüyor: “Şimdi riski var patlayabilir diye biz tüp gaz kullanmayacak mıyız? Riski var diye arabaya binmeyecek miyiz? (…) Bu anlayış aklın, bilginin, deneyimin, tecrübenin ortaya koyduğu eserlere yönelik başında hep olumsuzdur, ‘no’ tuşuna basarlar, bittikten sonra ‘yes’ tuşuna basarak geçerler, bunların yapısı bu. Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu? Siz bir yandan Türkiye’yi büyütmekten bahsedecek, diğer yandan hayal tacirliği, umut tacirliği yapacak ama diğer yandan enerjiyi nereden temin edeceğinizi açıklayamayacak, enerji yatırımlarına karşı çıkacaksınız. Bunu anlamak mümkün değil.”
Sonuçta Erdoğan, Japonya’nın kazaya uğrayan santrali bile ancak 40 yıl sonra kontrol altına alıp devre dışı bırakabileceğini umduğu bir felâketle tüp gaz patlamasını eş tutmamızı istemekte, bizleri budala yerine koymaktadır. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise şirazesinden bir hayli çıkmış yorumlarıyla Başbakanına eşlik etmektedir. Ona göre de bekâr kalmak nükleer santrallerden daha büyük tehlike arz ediyormuş. Yıldız, bir televizyon programında nükleer santrallerle ilgili soruları yanıtlarken, “Türkiye’de kurulacak nükleer güç santrallerinin riskinin eleştirildiği kadar yüksek olmadığını” belirtmiş. Bunu da ABD’de yapılan sosyolojik bir araştırmadan örnek vererek açıklamış: “Araştırmaya göre ABD’de bekârların evlilere göre 6 yıl daha az yaşadıkları tespit edilmiş, sigara ortalama insan ömrünü 2,3 yıl, yoksulluk 700 gün, alkol 130 gün, kalp 2100 gün aşağı çekiyor. Uçak kazaları ise ABD’de ortalama insan ömrünü bir gün azaltıyor. Nükleer santrallerin ortalama ömür kaybı ise sadece 0.03 gün olarak tespit edilmiş.” Yıldız sanırız sabırların nerelere kadar zorlanabileceğini test etmeye çalışmış.
Bütün bu yaklaşımlar açgözlü kapitalistlerin doğayı ve insanı hiçe sayan anlayışlarının tezahürlerinden başka bir şey değildir. Nükleer felâketlerle gelen büyük yıkımlar bile kapitalistlerin sermayelerini büyütme hırsının önüne geçememektedir. Onlar emekçileri nükleer kaza ihtimali ile birlikte yaşanabileceğine, bu kazalara da katlanılabileceğine inandırmaya çalışmaktadırlar. Oysa işçilerin, emekçilerin böylesi riskleri üstlenmeleri için hiçbir akılcı sebep bulunmamaktadır. Fukuşima’da yaşanan felâketin sonuçlarını sürekli hatırda tutarak nükleer santrallere karşı durulmalıdır.
link: Selim Fuat, Fukuşima Felâketinden Sonra, 8 Mayıs 2012, https://marksist.net/node/7248
Fransa'da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri