Emperyalistlerin paylaşım mücadelelerinin sonucu olarak ortaya çıkan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde birbirine eklemlenerek peşpeşe patlak veren savaşlar, içinden geçtiğimiz dönemin karakterini gösteriyor. Bu savaşlardaki gelişmeler de dünya ölçeğinde önemli ekonomik ve siyasal sonuçlar doğuruyor. Ne var ki, milyonlarca insanın öldürüldüğü, büyük yıkımların yaşandığı savaşların bu aşikâr niteliklerine rağmen hâlâ “3. Dünya Savaşı çıkar mı?” sorusu sorulup, bunun üstüne tartışmalar yürütüldüğüne de şahit oluyoruz. Emperyalist dünya savaşının şimdilik, daha öncekilerde olduğu gibi emperyalist devletlerin ordularının doğrudan karşı karşıya geldikleri muharebelerle yürümüyor oluşu ise, bu yanlış sorunun ve yanılgıların başlıca sebebi olarak görünüyor.[1]
Bu soru etrafında yapılan değerlendirmeler sırasında ortaya konan düşüncelerden birisi de “savaş teknolojilerinin çok gelişmesi nedeniyle büyük savaşların artık imkânsız olduğu, bu nedenle artık geçmişe nazaran bir barış çağı yaşadığımız” savı. Aslında hiç de yeni olmayan, geçmişte hem 1. Dünya Savaşı öncesinde hem de 2. Dünya Savaşı öncesinde benzer argümanlardan hareket ederek savunulan bu düşünce bugünlerde de kimilerine oldukça inandırıcı görünüyor. Etkili akademisyen ve politikacılardan bazıları, geçmişte yaşananlara göre daha az sayıda insanın savaşlarda öldürüldüğünü, savaşların sayısının azaldığını gösteren istatistiklerin bize atalarımızdan daha barışçı bir dönemde yaşadığımızı gösterdiğini ve daha iyisini müjdelediğini söyleyip duruyorlar.
Örneğin, Harvard Üniversitesi psikologlarından Steven Pinker, modern zamanlarda savaş ve şiddetin azalmasını (!), hacimli bir kitap olan “Doğamızın Daha İyi Melekleri”nde ele aldı ve 2011’de yayınlanan bu çalışma büyük ses getirdi. Pinker, yüzyılları kapsayan istatistikleri gözden geçirerek, savaşlarda ölenlerin sayısındaki düşüşü “tespit ediyor” ve bu düşüşü demokrasinin, ticaretin yükselmesine ve savaşın gayrimeşru hale gelmesine bağlıyordu. ABD’nin Nobel Barış Ödülü sahibi eski başkanı Obama ise Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada, “Uluslararası düzenimiz o kadar başarılı oldu ki, büyük güçlerin artık dünya savaşlarıyla savaşmadığı, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle nükleer kıyamet tehlikesini ortadan kaldırdığı, Avrupa’nın savaş alanlarının yerini barışçıl birlikle değiştirdiği bir dönemdeyiz” diyordu.[2] Bu seslere eklenen başka seslerle birlikte büyük güçlerin artık dünya savaşları biçiminde karşı karşıya gelmedikleri, dahası bundan sonra gelmeyecekleri kanaati kimilerinde kuvvetlendi, pekişti.
Burjuvazinin yükseliş döneminde aydınlanmacı düşünürler, halkın temsiline dayanan parlamentonun savaşları zorlaştıracağını, çünkü halkların eğiliminin barıştan yana olacağını söylüyorlardı. Oysa burjuva demokrasisinin savaşlara engel olamayacağını, aksine burjuva parlamentonun, savaş kararlarının uygulanmasının ve sürdürülmesinin etkin bir mekanizması olarak da kullanıldığını tarih bize acı biçimde gösterdi. 1. Dünya Savaşı öncesinde de askeri teknolojinin savaşı akıldışı bir hale getirdiğini söyleyen pek çok düşünür vardı. Engels (ki kendisi askeri konularda fazlasıyla bilgiliydi) daha 1890’ların başında, bir dünya savaşının geleceği konusunda isabetli bir öngörüde bulunurken, bazı burjuva ideologlar “büyük güçlerin savaşması artık imkânsız” diyerek gönül ferahlatıyorlardı. Örneğin Polonyalı askeri teorisyen Jan Gotlib Bloch, 1899’da yazdığı “Savaş Şimdi İmkânsız mı?” kitabında “silahların ölümcül gelişmesinin” büyük askeri güçlerin savaşmasının önüne geçeceğini söylüyor ve “çok geçmeden asla savaşmayacaklarını göreceksiniz” diye yazıyordu. Ne var ki, çok geçmeden daha önce hiç tanık olunmamış biçimde milyonlarca insanın öldürüldüğü 1. Dünya Savaşı, silahların ölümcül gelişmişliğinin savaşı önleyemeyeceğini gösterdi.
Bu durum 2. Dünya Savaşında da değişmedi. 1. Dünya Savaşının yarattığı acılardan alınan derslerin ve savaş sonrasında oluşturulan Cemiyet-i Akvam’ın varlığının savaşın önüne geçeceğini düşünen, bunun yanı sıra askeri teknolojide gelinen düzeyin bir dünya savaşını önleyeceğini savunan çok sayıda düşünür vardı. Ancak bu düşünceden hareket eden barış savunucularından Lola Maverick Lloyd’un 1938’de yazdığı gibi, “bilim ve teknolojinin yeni mucizeleri sonunda dünyamıza birlik kazandırmamızı sağladı” diyenlerin yanıldığının anlaşılması pek de uzun sürmedi. Dünyanın o güne kadar görmediği büyüklükte bir tahribat, dünyanın o güne kadar görmediği gelişmişlikteki bir teknolojiyle üretilen silahlar kullanılarak yaşatıldı.
Şimdi de başta nükleer bombalar olmak üzere tahrip gücü çok büyük olan silahların emperyalist güçlerin her birinin elinde bulunmasının ellerin tetiklerden çekilmesine yol açacağını uman çok sayıda düşünür var. Oysa 1. ve 2. Dünya Savaşlarında o döneme göre “çok gelişmiş” değerlendirmesini hak edecek askeri teknoloji kapasitesi nasıl büyük yıkımların önüne geçemediyse, bugün ulaşılan düzeyin de böylesi bir savaş “gerektiğinde” emperyalist güçleri önlemesi mümkün olmayacaktır. Çünkü kapitalistlerin savaşa olan ihtiyacı tamamen sistemin yapısından kaynaklanan sebeplere dayanmaktadır. Bu nedenle hiçbir akılcı sebep bu akıldışı sistemin büyük savaşlar üretmesini engelleyememektedir.
Teknolojik gelişmeler savaşları ortadan kaldırmaz
Askeri teknolojinin gelişimi savaşların zeminini ortadan kaldıracak bir etken değildir yani. Savaşlara neden olan sebepler daha derinlerde, kapitalist sistemin yapısal özelliklerindedir. Savaşla ilgili alanlardaki teknolojik gelişmeler, olsa olsa savaşın biçimini ve yürütülme tarzını değiştirebilir. Geçmişte yaşanan büyük savaşların, mesela 2. Dünya Savaşının 1. Dünya Savaşından farklı yönleri ortadadır. Bu yüzden günümüzde de özellikle nükleer silahların varlığı yaşanan savaşların biçimine, taktiklerine, seyrine yani her özelliğine son derece belirleyici bir etkide bulunmaktadır. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Ancak nükleer silahların varlığı ne emperyalistlerin birbirleri ile bugünkü biçimleriyle sürdürdükleri savaşlarını ne de doğrudan karşı karşıya gelecekleri bir savaş ihtimalini ortadan kaldırabilir.
Savaş teknolojilerindeki büyük gelişmelerin savaşan tarafları caydıracağı zehabı aslında kapitalizme vehmedilen akılcılığa dair yanılsamadan kaynaklanır. Oysa tek tek kapitalistler kendi çıkarları bakımından son derece akıllı davransalar da, rekabet içerisinde bulundukları diğer kapitalistlere karşı kendi çıkarlarını en yüksek düzeyde hayata geçirme çabası akla hiç de uygun olmayan sonuçları çatışma dinamikleri ile birlikte önlenemez biçimde açığa çıkartır. Tıpkı tek tek kapitalistlerin kendi firmaları için normal olarak en akılcı kararları alıp uygulamalarına rağmen, bu tek tek akılcı kararlardan akla uygun bir toplam değil de kontrol edemedikleri aşırı üretim krizi gibi akıldışı bir sonucun çıkması gibi. Ya da şirketlerin kârlılıklarının selameti için burjuva devletlerin alamadıkları kararlar yüzünden iklim değişiklerine dahi yol açan büyük çevre felâketlerinin ortaya çıkması gibi. Emperyalistlerin kendi çıkarları açısından aldıkları “akılcı” kararlar da topyekûn bir savaşın zeminini oluşturur.
Savaş, kapitalizmin yapısal niteliklerinden ortaya çıkan olgulardan, yani eşitsiz gelişme, tekelci rekabetin tırmanması ve derin krizlerden kaynaklanır. Kapitalist gelişmenin yapısal bir sonucu olarak kriz ve savaşların ortaya çıktığını Lenin 1915’te son derece açık biçimde ifade etmişti:
“… kapitalist koşullar altında, güç dışında başka türlü zemin, her türlü paylaşım ilkesi imkansızdır. Milyarder, kapitalist ülkenin «ulusal kazancı»nı başka birisiyle ancak belli bir oranda, yani «sermaye miktarı»na göre bölüşebilir (ayrıca, en fazla sermayenin, hakkı olandan daha fazla alması için bir ek yapılır). Kapitalizm, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ve üretim anarşisi demektir. Bu zemin üzerinde gelirin «adil» bölüşümünü vaaz etmek Proudhonculuktur, küçük-burjuva-darkafalı kalınkafalılıktır. «Güce uygun olan»ın dışında başka bir bölüşüm imkânsızdır. Güçler dengesi ise ekonomik gelişmenin seyriyle değişir. 1871’den sonra Almanya, İngiltere ve Fransa’dan üç-dört kat daha hızlı güçlendi. Japonya ise Rusya’dan on kat hızlı. Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamak için savaştan başka araç yoktur, olamaz. Savaş, özel mülkiyetin temellerine karşıtlık içinde değildir, bilakis bu temellerin gelişiminin doğrudan ve kaçınılmaz sonucudur. Kapitalizmde tek tek ekonomilerin ve tek tek devletlerin ekonomik gelişiminde eşit büyüme imkânsızdır. Kapitalizmde bozulan dengenin geçici olarak yeniden kurulması için sanayide krizden, politikada savaştan başka araç yoktur.”[3]
Kapitalistlerin birbirlerine karşı ama birbirinden bağımsız yaptıkları hazırlıklar, ki bunun en açık biçimde somutlandığı durumlardan biri de silahlanma yarışıdır, onları hep birlikte yıkıcı bir güce dönüştürür ve son noktada nüfuz alanlarında egemenlik mücadelesinin sonucunu belirlemek için savaştan başka bir yol bulamazlar. Nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması zorunluluğu kapıya dayandığında, kapitalizm zincirlerinden boşanır ve emekçiler için büyük bir yıkım yaratır.
Elif Çağlı’nın dediği gibi, emperyalizm hiçbir zaman dünyaya bir barış dönemi getirmemiştir, bundan sonra da getirmeyecektir: “Küresel kapitalizmin saldırgan yüzü, dünyadaki verili dengelerin altüst olduğu ve ciddi hegemonya krizlerinin yaşandığı tarihsel kesitlerde iyice açığa çıkmaktadır. Kapitalizm, dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak veya rakip güçlerin yükselişini engellemek ya da onların gücünü zayıflatmak amacıyla çeşitli emperyalist savaşlara başvurmadan yol alamaz.”[4]
Büyük emperyalist güçlerin birbirlerine karşı savaş kararı alması kolay değildir elbette. Neticede savaş önceden kestirilemeyecek büyük risklerin önünü açan kritik sonuçlara yol açar. Uzun sürecek savaşların yaratacağı yıkımların boyutu, muarızlarını mutlak yenilgiye uğratmanın nesnel zorlukları, ekonomilerin çökmesi kadar bunlara bağlı olarak emekçi kitlelerdeki hoşnutsuzlukların devrimlere kapı aralayacağına dair edindikleri kolektif deneyim de kapitalistlerin savaş kararı almasını zorlaştırır. Ne var ki hiç unutulmaması gereken gerçeklik, gerekli koşullar oluştuğunda savaş eğiliminin son kertede baskın çıkacağıdır. Bu yüzden özellikle büyük güçler arasındaki savaşları zorlaştıran nedenlerin frenleyici etkisi son derece sınırlıdır. Troçki, 1934’te, yaklaşan dünya savaşını öngörürken bu gerçeğin altını çiziyordu: “Modern kapitalizmden ayrılamayacak olan ve son emperyalist savaşa yol açan aynı nedenler, şimdi 1914’ün ortasında olduğundan çok daha büyük bir gerilime ulaşmıştır. Yeni bir savaşın sonuçlarına ilişkin korku, emperyalizmin arzusunu engelleyen tek etkendir. Fakat bu frenin etkinliği sınırlıdır. (…) Bütün hükümetler savaştan korkuyorlar. Fakat bu hükümetlerden hiçbiri başka bir tercih hakkına sahip değil. Bir proleter devrim olmaksızın yeni bir savaş kaçınılmazdır.”[5] Yani kapitalistler savaşların sonuçlarından korksalar bile sınıf çıkarlarına ve dürtülerine bağlı hareket etmekten kendilerini alıkoyamazlar. Savaşsız bir kapitalizm bu yüzden mümkün değildir.
Yaşanan emperyalist paylaşım savaşıdır!
Emperyalistler arasındaki dünya savaşlarının kapitalist sistem derin bir krize girdiği zaman ortaya çıktığını söylemiştik. Böylesi krizlerde savaş, büyük emperyalist güçlerin bazılarına ya da tümüne bu çıkmazdan tek çıkış yolu gibi görünür ve dönemin koşullarına göre biçimlendirilerek hayata geçirilir. Bugün de kapitalizm böylesi derin bir krizi üstelik tarihsel bir sistem krizini yaşamaktadır. Bu durumun beklenen sonucu olarak da emperyalist dünya savaşı dünyanın pek çok bölgesini yakıp kavurarak ilerlemektedir. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi insanlığı yeni bir dünya savaşının içine sürüklemiştir. Elif Çağlı, bu savaşın kolayından sona ermeyeceğini, yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb’nin çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabileceğini de vurgulamaktadır.
Büyük emperyalist güçler, şimdilik topyekûn ve doğrudan karşı karşıya gelmeden savaşmayı tercih ediyorlar. Yürüyen emperyalist paylaşım savaşı, mevcut aşamada, genelde asimetrik güçlerin karşı karşıya geldiği savaşlar ya da esasen vekil güçler aracılığıyla yürütülen savaşlar şeklinde yeniden paylaşıma konu olan bölgelerde yürütülüyor. Aslolan emperyalistlerin yeniden paylaşım ve hegemonya sorunlarını kalıcı çözüme bağlamak için güçlerini sonuna kadar kullanacak olmalarıdır. Akılcı olmayan bir sistemden de insanlığın kaderi ile ilgili akılcı bir çözüm üretmesini beklemek saçmalıktır. Kapitalizmin insanlığa sunabildiği gelecek de daha karanlık hale getireceği kaotik bir dünyadan başka bir şey değildir. Bu karanlığı aydınlığa çevirecek yegâne şey ise işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ışığıdır.
[1] Selim Fuat, Savaşın Adını Doğru Koymak, marksist.com
[3] Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine, Seçme Eserler, c.5, İnter Yay., s.150-51
[4] Elif Çağlı, Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Gelişme, Tarih Bilinci Yay., s.76-77
[5] Troçki, Savaş ve Dördüncü Enternasyonal (10 Haziran 1934), marksist.com
link: Selim Fuat, Büyük Savaşlar Artık İmkânsız mı?, 11 Şubat 2020, https://marksist.net/node/6839
Ya Sosyalizm ya da Gene Sosyalizm!
Ne Varsa Yerin Üstünde…