Son yıllarda özellikle Latin Amerika’da sınıf mücadelesi giderek yükseliyor ve buna paralel olarak sosyalizm fikri de belli bir sempati kazanmaya başlıyor. Tüm dünyanın çalkantılar içerisinde olduğu, ekonomik krizin bir türlü aşılamadığı, tüm kapitalist ülkelerde siyasetin temel taşlarının yerlerinden oynamaya başladığı, emperyalist savaşların ve emperyalistler arasındaki hegemonya kavgasının kızıştığı bir dönemde sosyalizm düşüncesinin geniş emekçi kitleler nezdinde belli bir itibar kazanmaya başlaması, ilk bakışta kuşkusuz çok önemli ve sevindirici bir gelişme olarak görünüyor. Ancak, biraz daha yakından bakıldığında, bu sürecin aslında kendi içinde çok ciddi tehlikeleri barındırdığını da görmek zor değil. 20. yüzyılda SSCB başta olmak üzere kendilerini “sosyalist” olarak tanıtan rejimlerin sosyalizmle ilgisi olmayan uygulamaları ve nihayetinde de çöküşleri emekçi kitlelerin kafalarını karıştırmış ve sosyalizme duydukları inancı zedelemişti. Yeni dönemde aynı yanlışları yapmamak ve aynı akıbetten kaçınmak üzere komünist hareketin son derece dikkatli yaklaşımlara, doğru değerlendirmelere ve gerçekten devrimci, gerçekten enternasyonalist politikalara ihtiyacı olduğu apaçık ortada.
Sosyalizm kavramının kitleler içerisinde yeniden kazanmaya başladığı sempati, bugün Latin Amerika’da reformist-milliyetçi-popülist burjuva sol liderler tarafından iktidar koltuğuna yerleşmek ve yerleştikleri koltuklarda kalıcı hale gelmek amacıyla istismar ediliyor. Şu ya da bu yolla iktidara gelmiş halk dostu, halkın lideri ve solcu geçinen devlet adamları, yani resmi ağızlar, açıktan “sosyalizm” söylemini kullanıyorlar. Bu durum, bir yandan reformizme ve sol-milliyetçiliğe rağbeti arttırdığı gibi, diğer yandan da bu tip hareketlerin barındırdığı potansiyellerin bazen kimi Marksistler tarafından bile abartılmasına ve bu anlamda da kuyrukçuluğa zemin hazırlıyor. Devrimcisinden reformistine küçük-burjuva sosyalizminin her türlü türevine karşı uyanık olunmadığı sürece, proleter devrim fırsatları bir kez daha heba olmaktan kurtulamayacaktır.
Latin Amerika’da sınıf mücadelesi yükseliyor
2000’li yılların başında Arjantin’de patlak veren krizle birlikte Latin Amerika’da yaşanan gelişmeler gerek burjuvazinin gerekse de sol hareketin gündeminin ilk sıralarına oturdu. Ekvador ve Arjantin’de başlayan devrimci yükseliş, farklı gelişmişlik düzeylerinde ve farklı görünümler altında da olsa, neredeyse istisnasız tüm Latin Amerika ülkelerinde işçi hareketinin genel bir yükselişini de beraberinde getirdi.
Latin Amerika sınıf mücadelesi bakımından bugün dünyanın en hareketli bölgesidir. Bu durum kıtada ardı ardına patlak veren ayaklanmalar, genel grevler, devasa yürüyüş ve mitingler, embriyonik düzeyde kalsa dahi sovyet tipi örgütlenmeler, karşı-devrimci darbe girişimleri, kapitalist hükümetlerin ve devlet başkanlarının art arda istifaları vb. şeklinde kendisini ortaya koyuyor. Ama hepsi bu değil. Son 50 yıl içerisinde askeri faşist diktatörlüklerden nasibini almamış neredeyse hiçbir ülkenin bulunmadığı Latin Amerika’da, birbirinin ardı sıra “sol” olarak ve hatta “sosyalist” olarak adlandırılan kişilerin, partilerin iktidara geldiğini görüyoruz. Ekvador, Arjantin, Venezuela, Brezilya ve Uruguay’dan sonra şimdi de Bolivya’da, solcu ya da sosyalist olarak adlandırılan kişiler ve onların hükümetleri iktidara geldi. Şili’de, Peru’da ve Meksika’da ise bir sonraki seçimlerde solcu adayların zafer kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor.
Latin Amerika, tıpkı kapitalist dünyanın diğer bölgeleri gibi, yüz milyonlarca insanın yaşadığı korkunç bir yoksulluk ve sefaletin yanı sıra bir avuç burjuvanın lüks yaşamlarına şahitlik ediyor. Kapitalizmden kaynaklı muazzam bir adaletsizlik, eşitsizlik, sömürü ve sefalet tüm kıtada hüküm sürüyor. Kıtada durumu en iyi gözüken Brezilya’da bile resmi rakamlara göre nüfusun %22’si yoksuldur. Bu ülkede çocukların kaçırılarak köle ya da fuhuş sektörünün bir kurbanı olarak zorla çalıştırılması bir yana, kaçırılan çocukların öldürülerek iç organlarının dünya çapında faaliyet gösteren “organ mafyasınca” dünyanın zenginlerine pazarlanması bilinen bir gerçek. %22’lik oranla yoksulluk açısından en iyi durumda gözüken Brezilya’da yaşananlar bunlarken, resmi yoksulluk oranının %70’e çıktığı Bolivya’da yaşananları varın siz düşünün. Latin Amerika’nın genelinde insanlar aç, işsiz ve sefalet içinde iken sırf kapitalist anlamda kârsız olduğu için milyonlarca hektar toprak üretime kapatılıyor, binlerce fabrikanın kapısına kilit vuruluyor. Ve tüm bu sefalet, üzerinde emekçilerin yaşam savaşı verdiği, bereketli toprakların ve engin ormanların alabildiğine uzandığı, altında ise petrolden doğalgaza ve değerli madenlere kadar inanılmaz yeraltı zenginliklerinin bulunduğu bir coğrafyada yaşanıyor.
Reformistler, kapitalizmin neo-liberal politikalarla değil de sosyal içerikli politikalarla işletildiğinde, kıtanın yoksul emekçilerinin sorunlarına köklü çözümler getirilebileceğini savunuyorlar. Kuşkusuz ki, 1980’lerin başlarından itibaren ama özel olarak da SSCB’nin çöküşünden sonra tüm dünyada dizginsiz bir biçimde uygulamaya sokulan neo-liberal politikalar, yani ücretlerin dondurulması ve aşağı çekilmesi, kapitalist devlet mülkiyetindeki işletmelerin özelleştirilmesi, devletin sağladığı parasız sağlık-eğitim gibi sosyal hizmetlerin tasfiye edilerek paralı hale getirilmesi, emeklilik haklarının budanması ve emeklilik yaşının arttırılması, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma saldırıları vs., emekçilerin dünyanın her yanında çok daha zor yaşam ve çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalmaları anlamına geldi, geliyor. Ne var ki, içinde yaşadığımız toplumda bu tür iktisadi politikalar da, bunun alternatifi olarak gösterilen “sosyal devlet” anlayışına dayanan politikalar da kapitalist politikalardır. Bir başka deyişle, emekçilerin sömürülmesi ve giderek daha çok sefaletin içine batması, kapitalist hükümetlerin uyguladığı şu ya da bu ekonomi politikasından değil, bizzat kapitalizmin kendisinden kaynaklanmaktadır.
Neo-liberal politikaların terk edilip yerine daha sosyal politikaların geçirilmesi, emekçilerin sömürülmesini ve yaşadıkları sefaleti ortadan kaldırmaz, olsa olsa bu sefaleti biraz daha katlanılabilir kılar ancak. Bu nedenle, kapitalizmi esastan eleştirmeyip, muhalefetlerini yalnızca neo-liberal politikaları ve IMF’yi eleştirmekle sınırlayan reformistler, işçi sınıfını aldatıyorlar. Reformist siyasetler yalnızca işçi sınıfını çıkışsız yollara ve felâketlere sürüklemekle kalmıyor, aynı zamanda milliyetçilik ve yabancı düşmanlığını anti-emperyalizm olarak yutturmaya çalışan burjuva hareketlerin değirmenine de su taşıyorlar. Unutmamak gerekir ki, bu tür milliyetçi burjuva anlayışlar bugün Türkiye’de de Latin Amerika’da da büyük prim yapmaktadır!
Latin Amerika’da “sol-halkçı” iktidarlar
Tabanları, iktidara geliş biçimleri, kendilerini adlandırışları ve içinden çıktıkları gelenekler farklılıklar gösterse bile, Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde iktidara gelen “sol” hükümetlerin hepsi, gerçekte burjuva düzeni yıkmak gibi bir derdi olmayan milliyetçi-popülist hükümetlerdir. Bu hükümetlerden bazılarının liderleri, gerçekten de “sokak”tan gelmişlerdir. Burjuva siyaset geleneğinin içinden değil, emekçilerin sokaklara taşan militan mücadelesinin içinden “yükselerek” burjuva devlet aygıtının hükümet koltuklarına yerleşmişlerdir. Brezilya’daki Lula hükümeti, Bolivya’daki müstakbel Morales hükümeti böyledir. Sözde sol olarak, sözde halk dostu olarak ve onların umutlarını gerçekleştirme vaatleriyle iktidara gelen Arjantin’deki Kirchner gibiler ise, halk hareketinin içinden gelmediler. Onlar, halk hareketinin baskısının sonucu olarak ve burjuva siyasal çevreler içinde kanıtlanmış sadakatlerinin de yardımıyla, yine burjuvazi tarafından sol renklere boyanıp iktidar koltuğuna terfi ettirildiler. Tüm bu hükümetler, IMF ve neo-liberal politikaları eleştirerek halkın desteğini kazandılar ya da kazanmaya çalıştılar. Ancak hepsi de, yalnızca birtakım göstermelik reformlarla bu politikaların yıkıcılığını hafifletmeye çalışmakla yetindiler. Bolivya’da seçimleri kazanan ve ABD emperyalizminin kâbusu olacağını açıklayan Morales henüz görevi devralmadı. Ama daha seçimlerden önce bile “And dağlarına özgü” bir ulusal kalkınmacı model yaratacağını, kapitalizmi tasfiye değil ıslah edeceğini zaten ifade etmişti.
Latin Amerika’da sınıf mücadelesi şiddetlendiği için, burjuvazi, peşi sıra tüm bu ülkelerde reformist sol hükümetlere icazet vermekle kalmıyor, kimi durumlarda bu tür hükümetlerin önünü de açıyor. Burjuva medyada “eyvah düzen elden gidiyor” şeklindeki abartılı yorumlara aldanmamak gerekiyor. Başta ABD olmak üzere emperyalist burjuvazi bu sözde sosyalistlere saldırdıkça, bunların kitleler gözündeki prestiji artıyor. Reformistlerin artan prestiji, Latin Amerika’da proleter devrim olanaklarının heba olması tehlikesi anlamına geliyor!
Venezuela’da yükselen mücadele ve bekleyen tehlikeler
Bu tehlike en olgun ve gelişmiş halini bugün Venezuela’da almış durumda. Venezuela’daki Chavez hükümeti, yukarıda sıraladığımız iki kategorinin çiftleşmesiyle, melez bir biçimde ortaya çıktı. Chavez ne bir emekçi halk önderi idi ne de parlamento sıralarında kaşarlanmış bir burjuva solcusu. O, bir darbe girişimi nedeniyle ordudan atılmış, ama ordunun orta kademe subaylarıyla ilişkisini koparmamış bir eski albaydır. Düzenin kurumları içinden, devlet aygıtı içinden çıkmış, ancak bu aygıtın dışına atıldıktan sonradır ki “halkın arasına karışmıştır”. Latin Amerika’da yaygın olan sol askeri darbeci geleneğin tipik bir temsilcisidir aslında. Halka yakınlık duyan, onun acılarına ve sefaletine gözlerini kapamayan ama seçkinci, halk hareketini olumlayan ama çok ileri gitmesinden de endişe duyan, halkın kurtuluş özlemlerini kabullenen ama onu kendisinin kurtaracağını düşünen bir lider. Ve bu lider, kitleler karşısına kızıl gömlek ve kızıl beresiyle çıkıp, kapitalizmi tasfiye etmek gerektiğini nihayet anladığını, yeni bir sosyalizm kurmak zorunda olduklarını, bu sosyalizmin “21. yüzyılın sosyalizmi” olacağını söylüyor. Sosyalizmin kalesi olarak görülen Küba’ya yardım elini uzatıyor. Onu örnek alacaklarını ama farklı bir yoldan gideceklerini söylüyor. Ve tüm bu sosyalizm söylemleriyle yoksul Venezuela halkının muazzam ölçüde sempatisini kazanıyor. Bu çıkışlarıyla yalnızca tüm Latin Amerika’da değil, dünya sol hareketinin geniş kesimleri nezdinde de kazandığı saygınlığı, Latin Amerika’nın diğer sol hükümetlerine destek vermek için kullanmaktan çekinmiyor. Onlar da Chavez dostu olarak görünerek kendi halklarına yaranmak için bundan seve seve yararlanıyorlar. Chavez’e kalırsa, tüm Latin Amerika farklı yollardan da olsa sosyalizme doğru gidiyor. Lula da, Kirchner de, Morales de sosyalist! Ve hatta Ekvador’da kitlelerin, ayaklanarak büyük ümitlerle iktidara getirdikleri Guiterrez’i, kendilerine ihanet ettiğini gördüklerinde tekrar ayaklanarak devirmeleri, Chavez’e göre pek de yakışık almadı! Kitleler, beğenmedikleri liderleri ayaklanarak değil seçimler aracılığıyla görevden uzaklaştırmalılardı! Ne de olsa Chavez, sosyalizmi, kendi denetimi altında, kuşkusuz ordudan eski silah arkadaşlarıyla birlikte, parlamentonun yasal adımlarıyla ve reformlar aracılığıyla kuracaktır!
Radikal söylemiyle, Küba dostluğuyla, kızıl bere ve gömleğiyle Chavez, küçük-burjuva devrimci hareketin geniş kesimleri bir yana, Marksist olduğunu iddia eden siyasal çevrelerin bir bölümünün bile gözünü boyamayı beceriyor. Gözü boyanmış kimi sol çevreler, Chavez’in ABD emperyalizmine karşı “yiğit direnişi”nden bahsetmeye bayılıyorlar. Onlara kalırsa, Latin Amerika ve tüm dünya kendi Chavez’ini aramakta. Chavez’in Birleşmiş Milletler’deki bir konuşması sırasında ABD başkanı Bush’la alay etmesi, birçoklarının yüreklerinin yağını eritiyor. Bıraktık açıkça kafa tutmayı ABD’ye laf dokundurmak bile, anti-emperyalizm olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de de yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik anti-emperyalizm olarak görülüyor. Bu o denli açık bir gerçek ki, faşist MHP yöneticileri bile Chavez’in ABD’ye karşı bu “radikal” çıkışlarını örnek göstererek “işte onurlu bir devlet adamı böyle olmalı” diyebiliyorlar.
Chavez’in kitleler nezdinde büyük bir destek görmesinin asıl nedeni, elbette onun giriştiği reformlardır. Venezuela gibi, nüfusun yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı, resmi işsizlik oranlarının %18’ler civarında seyrettiği, halkın büyük bir bölümünün hayatı boyunca hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamadığı, okur-yazarlık oranının göreli düşük olduğu bir ülkede, bu reformlar açlıktan kıvranan bir halk tarafından büyük nimet olarak algılanıyor. Halkın devletten ve ordudan, üzerlerine yağdırılan kurşundan başka bir şey görmediği bir ülkede, orduyu açlıkla savaşmakla görevlendirdiğini söyleyen bir devlet başkanını sahiplenmesi kuşkusuz anlaşılır bir şey. Ne var ki “Bolivar 2000” adı verilen kapitalizmi ıslah çalışmalarından, Chavez’in “halkçılığının” ve “sosyalistliğinin” ne denli içten olduğu değil, olsa olsa ülkenin ne denli büyük bir sefalet içerisinde olduğu gerçeği çıkar.
İşin aslına bakılırsa, Chavez, kapitalizmi aşmak gerektiğini defalarca belirtmiş olmasına rağmen, kapitalist özel mülkiyete bir saldırı içerisine girmiş değildir. Venezuela’da Chavez’in iktidara geldiği 1998’den bu yana yaşandığı söylenen “devrim”e rağmen, büyük tekeller, büyük bankalar, büyük ulaşım şirketleri ve büyük toprak mülkiyeti yerli yerinde duruyor. Tüm iktidarı elinde toplayan Chavez, emekçileri ABD desteğindeki darbe girişimlerine karşı silahlanmaya bile çağırmıştı, ama tüm ordu kendi denetiminde olmasına rağmen halkı silahlandırmaya dönük hiçbir girişimde bulunmadı. Gerçekte onun yaptığı tek şey, kapitalizmin tam bir sefalete sürüklediği emekçi kitleleri, bir parça kırıntıyla ve büyük beklentilerle kontrol altında tutmaktır. Ama bu bazıları, büyük bir adım, radikal toplumsal dönüşümler ve hatta “devrim” olarak gözüküyor! Tarihsel bir kuraldır, reformistlere reformlar daima devrim olarak gözükür!
Devrimci Marksist bir önderlikten yoksun olduğu sürece emekçi kitlelerin halkçı-solcu gözüken Chavez gibilerin kuyruğunda felâketlere sürüklenmeleri kaçınılmazdır. Bıraktık bir işçi devrimine önderlik etmeyi ve bir işçi devletini hedeflemeyi, Chavez’inki gibi sol-milliyetçi önderliklerin, bugünün dünyasında köklü değişimler olmadığı ve Venezuela’nın iç sınıfsal dengelerinde ya da emperyalistlerle ilişkilerinde ciddi altüstlükler yaşanmadığı sürece, Küba tarzı bir yola girerek kapitalist özel mülkiyete ciddi bir darbe indirmeleri de söz konusu olamaz.
Buna rağmen Chavez’in Küba ile kurduğu dostluk ve “Küba sosyalizmi”ne düzdüğü övgüler, birçoklarının kafasında Venezuela’dan yeni bir Küba çıkabilir mi şeklinde bir soruyu ve beklentiyi doğurmuş gözüküyor. Bunu pek mümkün görmememize rağmen, böylesi bir durumun ortaya çıkması bizce hiç de işçi sınıfının kurtuluşu davasının önemli bir kazanım elde etmesi anlamına gelmez. Çünkü bizzat Küba’daki bürokratik rejimin kendisi, işçi sınıfının devrimci ayaklanmasıyla yıkılması ve yerine gerçek bir işçi devletinin kurulmasını gerektiren bir rejimdir! Oysa sol hareket içerisinde Küba’ya karşı genel bir sempati mevcuttur. Farklı anlayışlara sahip sosyalist çevreler, bugünkü Küba’nın sosyalist hareket için bir kazanım olduğunu ve mutlak surette korunması gerektiğini savunmaktadırlar. Kendisini Küba dostu ilan eden Chavez’in açıklamalarıyla Venezuela’da popülerleşen sosyalizm söylemi, genel olarak Latin Amerika emekçilerinin Küba’ya karşı sempatisiyle birleştiğinde, ortaya, Küba’nın sosyalizmin kalesi olarak emekçilerin kurtuluşunda bir model olarak görünmesi olgusu çıkıyor. Komünist hareket açısından son derece tehlikeli bir durumdur bu. Çünkü Küba ne sosyalisttir ne bir emekçi cumhuriyetidir ne de Küba’daki rejim işçi sınıfının kurtuluşu açısından bir model teşkil edebilir.
Yirminci yüzyıl tarihi, Rusya’da yaşandığı gibi, proleter devrimle inşa edilen Sovyet devletinin bürokrasi tarafından içten yıkılmasıyla kurulan bürokratik diktatörlüklere olduğu kadar, işçi sınıfının hiçbir zaman ve hiçbir şekilde iktidarı ele geçirmediği türden bürokratik diktatörlüklere de tanıklık etti. Bu ikinci kategoridekiler küçük-burjuva askeri önderliklerin iktidara bir ayaklanmayla el koyup SSCB örneğini takip etmeleriyle ortaya çıkmışlardı. Bu tür önderliklerin başını çektiği ulusal kurtuluş mücadelelerinin sonucu olarak, Çin, Vietnam, Yugoslavya, Küba gibi ülkelerde kurulan bürokratik devletlerde de, üretim araçları devletleştirilmiş, dış ticarette devlet tekeli kurulmuş ve ekonomik işleyiş bürokratik bir merkezi plan dâhiline alınmıştı. Bir başka deyişle kapitalizm tasfiye edilmişti! Ne var ki tüm bunlar, bıraktık sosyalizmi, o devletleri işçi devleti yapmaya yetmedi, yetemezdi de. Çünkü bu ülkelerin hiçbirinde işçi sınıfının kendi özörgütlerine dayalı bir iktidar mekanizması mevcut değildi. Bu ülkelerin hiçbirinde devlet aygıtı, sovyetik işçi örgütlerinin organik birliği olarak örgütlenmemişti. Hepsinde emekçi halktan ve onların doğrudan denetiminden kopuk düzenli ordular, gizli siyasi polis kurumları, emekçi halktan kopuk mahkemeler ve en önemlisi de bunların hepsini kapsayan ve aşan bir bürokratik devlet aygıtı söz konusuydu. En iyi durumda işçilerin siyasal yaşama katılımları, birkaç yılda bir yapılan seçimlerde merkezi bir meclis için oy kullanmaktan ibaretti. İster geçmişteki bürokratik karşı-devrim sonrası SSCB örneği olsun, ister bugün o modelin yaşayan örneği olan Küba olsun, bu tür rejimler işçi sınıfının kurtuluşu davasına katkıda bulunan değil, yarattığı yanılsamalarla bu davaya zarar veren, bu ülkelerdeki işçi hareketinin önünü kesen rejimlerdir.
* * *
SSCB ve önderliğini yaptığı “sosyalist” blok bugün artık yok. Bu nedenledir ki, bugün artık ulusal kurtuluş hareketleri kendilerini Marksist-Leninist ilan etme gereğini hissetmiyorlar. Ancak yaratılan yanılsama devam ediyor. Birçok sol çevre, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceği düşüncesinden ziyade, her türden ikameci görüşlere rağbet ediyor. İşçi sınıfının ve onun şahsında insanlığın kurtuluşu için gerçek proleter devrimlerin gerekliliği ile böylesi devrimlerin gerçekleşebilmesi için Leninist tipte devrimci partilerin gerekliliği fikri bugün unutulmaya terk edilmiş durumda. Böylesi partileri inşa etmeye girişmek yerine, kendisini şu ya da bu şekilde solcu olarak tanımlayan küçük-burjuva önderlikleri ileri doğru itekleme gayreti bugün çok daha revaçta gözüküyor. Sosyalizm adına sol cuntalardan, başarısız darbe girişimlerinde bulunmuş eski subaylardan, köylü önderlerinden, eski sendika liderlerinden vb. bir hayır bekleniyor.
Küba konusunda yaratılan kafa karışıklığına gelince. Küba’daki bürokratik rejim emekçi kitlelerin en acil ve en yaşamsal kimi sorunlarını hafifletmiş olsa bile, tartışılması gereken sorun bu tür rejimlerin işçi sınıfının evrensel kurtuluş mücadelesini ilerletip ilerletmediğidir. Yıllar boyunca, SSCB’de emekçi kitlelerin birçok temel yaşamsal ihtiyacının devlet tarafından parasız olarak karşılanması, sol hareket tarafından büyük bir tarihsel kazanım olarak, ve hatta bazıları tarafından sosyalizmin tarihsel zaferi olarak değerlendirildi. Sonuç ne oldu? Gerçek şudur ki, bu tür sözde kazanımlar, iktidarda olan egemen bürokrasi tarafından geniş emekçi kitlelere verilen bir tür sus payından başka bir şey değildirler, bu tür parasız hizmetlerin sağlanmaması durumunda zaten her türlü sendikal ve siyasal haktan mahrum edilmiş emekçi kitlelerin ayaklanmasının önüne geçilemeyeceği gün gibi açıktı.
İşçi sınıfının davası, birtakım sosyal hizmetlerin parasız sağlanması, ama buna rağmen tüm nüfusun yoksullukta biçimsel eşitliğinin sağlanarak siyasal baskı altına alınması davası değildir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya toplumu inşa etme özlemi, yani sosyalizm davası, insanların yoksulluğu değil, dünyanın tüm zenginliklerini gerçekten eşit bir şekilde paylaşması, maddi manevi her türlü insani ihtiyacın tam olarak karşılanması ve böylelikle insanın gerçekten özgürleşerek, onun bireysel ve toplumsal gelişiminin önündeki tüm engellerin kaldırılması davasıdır. Enternasyonalist komünistler, bu nedenle, Latin Amerika’nın olduğu kadar tüm dünyanın da Chavez’lere, Castro’lara vb. değil, Bolşevik devrimcilere ihtiyacı olduğunu savunuyorlar. Tüm dünya emekçileri, “solcu-halkçı programlar uygulayacak liderler”in dağıtacağı kırıntılara, sunacağı sus paylarına değil, sosyalizm davasını başarıya ulaştıracak proleter devrimlere ve bu devrimlerin başarısının temel koşulu olan devrimci Marksist bir dünya partisine ihtiyaç duyuyorlar. Kırıntı değil, tüm dünyayı istiyorlar!
link: Oktay Baran, Latin Amerika Sosyalizme mi Gidiyor?, 1 Ocak 2006, https://marksist.net/node/884
“Kart Kurt”tan Alt Kimliğe
12 Eylül Rejiminin Keskin Kılıcının Biçtiği Gençlik