Kapitalizm öncesi dönemde, insan toplulukları, birbirlerinden yalıtık oldukları ölçüde, diğerlerinin sahip olduğu pek çok bilgiyi yeniden keşfetmek zorundaydılar. Bu muazzam bir emek, zaman ve kaynak israfı anlamına geliyordu ve birçok durumda da mümkün değildi. Bu nedenle de insanlık binlerce yıl boyunca çok az bir yol katedebildi. Oysa kapitalizm eşitsiz gelişme yasasının üstüne bileşik gelişme yasasını koymuş, tüm insanlığı tek bir üretim sisteminde biraraya getirerek, ortak bir kaderi mümkün kılmıştı. Bu aynı zamanda üretici güçlerin gelişiminde de muazzam bir atılım anlamına geliyordu.
Ne var ki, kapitalizm artık ilerlemeyi engelleyici ve yavaşlatıcı bir rol oynamaktadır. Kapitalist toplumda, bilim ve teknolojinin gelişimi bir taraftan verili üretim dallarındaki bilgimizi daha da derinleştirip yeni üretim alanlarının oluşumuna yol açarken, diğer taraftan bu gelişmelerin barındırdıkları potansiyelin hayata geçirilmesi, kapitalist özel mülkiyet sisteminin diktiği engellere takılıyor. Bunun bir örneği olarak genetik alanındaki gelişmeleri düşünelim. Son yıllardaki genetik çalışmaları gerek tarımsal üretim alanında gerekse de insan sağlığı alanında muazzam gelişmelerin önünü açabilecek buluşları ortaya koyuyor. Bu buluşlar temelinde, insanlığın binlerce yıldır acısını çektiği kıtlıkların tümüyle ortadan kalkması, insanoğlunun tüm ihtiyaçlarını karşılayacak düzey ve kalitede gıda üretimi yapılması mümkün. Ne var ki dev tekeller geliştirdikleri kaliteli, hastalıklara karşı dirençli ve üstün verimli tohumları patentleyip inanılmaz fiyatlara satıyorlar; öyle ki, örneğin bu özelliklere sahip bir çuval domates tohumunun fiyatı, aynı hacimdeki saf altın fiyatını kat be kat aşıyor! Bir şirket çıkıp insanların yüzlerce yıldır ürettiği bir pirinç türünün patentini alıp, bu pirinci üretmek isteyenlerin kendisine ödemede bulunmasını talep edebiliyor! İnsan genomunun deşifre edilmesiyle tüm genetik hastalıkların çaresinin bulunması ve birçok ölümcül hastalığın daha baştan engellenmesi ya da tedavisi mümkünken, bu işle ilgilenen genetik tekelleri, her birimizin doğuştan sahip olduğu genlerin aslında kendilerine ait olduğunu iddia edecek kadar pervasızlaşmış durumdalar. Kapitalizmin akıl dışılığının en uç biçimlerini gördüğümüz ABD’de çeşitli genetik şirketleri, insan DNA’sının yüzde 20’sinden fazlasını daha şimdiden patentlemiş durumdalar. Bu alanlarda çalışma yapmak, elde edilen bilgileri kullanmak için bu şirketlere –eğer ki lütfedip kabul ederlerse– ödemede bulunulması gerekiyor.
Tüm bunlar kapitalizmin muazzam bir akıldışılığa dönüştüğünü ve her geçen gün daha da büyük bir saçmalığa indirgendiğini gösteriyor. Bunu daha iyi kavramak için “kutsal” addedilen özel mülkiyet hakkının bir ifadesi olan patent sistemine kısaca bir bakmak yararlı olacaktır.
Patent sistemi
Burjuva ideologlar nasıl ki üretim araçlarının özel mülkiyetini, insan özgürlüğünün kopmaz bir parçası ve gelişmenin zorunlu bir koşulu olarak sunuyorlarsa, kapitalist mülkiyet biçiminin ayrılmaz bir parçası olan patent sistemini de, insanın yaratıcılığının teşvik edilmesi, mucitlerin ve bilim insanlarının emeğine saygının bir ifadesi ve onların çıkarlarının korunması olarak göstermeye çabalıyorlar. Onlara kalırsa böylelikle yeni buluş ve gelişmeler teşvik edilmiş olmakta, toplumun ilerleyişi garanti altına alınmaktadır.
Herşeyin alınıp satılan bir metaya dönüştüğü, üretimin tek amacının kâr etmek olduğu, yani herşeyin satılmak ve paraya tahvil edilmek üzere üretildiği bir toplumda, burjuva ideologlar, insanın merak, araştırma güdüsü ve yaratıcılığının temel motivasyonunun da “para kazanmak” olduğunu savunuyorlar. Onlara bakılırsa patent sistemiyle yeni “buluşlar” güvence altına alınmazsa, araştırmacıların motivasyonu ortadan kalkacak, yaratıcı faaliyetin önü tıkanmış olacak ve yeni buluşlar giderek azalacaktır. Bu yaklaşım dünyaya kapitalist at gözlükleriyle bakmanın kusursuz bir dışavurumudur. Oysa gerçek bir bilim insanını, bir mucidi ya da bir sanatçıyı ele aldığımızda, onların hiç de azımsanmayacak bir bölümünün bilimsel ya da sanatsal alandaki yaratıcılıklarının para kazanmaya endeksli olmadığını görürüz. Bugün insanlık tarihinde iz bırakmış büyük bilimcilerin ve sanatçıların çoğunlukla, kişisel çıkarlar peşinden koşmadıklarına, insanlığa bir şeyler katmaya çalıştıklarına ve bireysel tatmini maddi zenginlikte aramadıklarına şahit oluruz. Birçok bilimcinin yeni bir şeyler bulma çabasında ölümü bile göze almaları, en tanınmış sanatçıların neredeyse tamamının yoksulluk içerisinde yaşamaları ve o halde de ölmeleri, yaratıcılığın, açgözlülük, güç, şöhret ve iktidar hırsı ve para kazanma sevdasından başka güdülerden de beslenebileceğinin apaçık kanıtıdırlar. Bugün en çok tanınan ve örnek gösterilen bilim insanları, ya bilimin henüz “para etmediği” dönemlerde yaşamış ya da kapitalizm çağında yaşasalar bile onun mantalitesinin esiri olmamışlardır. Böylelerine günümüzde “çatlak” olarak bakılması bir tesadüf değildir.
Bilimin ve bilginin metalaştığı, bilimsel araştırma faaliyetinin bütünüyle kapitalizmin bir parçası haline geldiği bir dünyada, patent sisteminin, araştırmacıların çıkarlarını ve haklarını koruduğu iddiası da bütünüyle yalandır. Herşeyden önce bugün patentlerin çok büyük bir kısmı bireylerin değil, kapitalist şirketlerin elindedir. Bu şirketlerde ücretli bir işçi olarak çalışan araştırmacıların buldukları ya da geliştirdikleri her şey kendilerine değil çalıştıkları şirketlere aittir. Bir fabrika işçisi nasıl ki emekgücünü satmakla ürettiği ürünler üzerindeki her türlü hakkını da patrona devretmiş oluyorsa, bir araştırmacı da emekgücünü bir patrona satmakla, geliştirdiği ya da keşfettiği bir yenilik üzerindeki tüm haklarını şirkete devretmiş olur. Ne denli yaratıcı ve ne denli zekice olursa olsun onun emeğinin karşılığında aldığı tek şey son tahlilde ücretidir. Onun emeğinin ürünü olan buluşlar ve bu buluşların telif hakları, bilimle uzak yakın bir ilişkisi olmayan bir grup parababasının sahip olduğu şirketlere aittir.
Sayıları gittikçe azalan “bağımsız bireysel” araştırmacıların elde ettikleri patentler de, çok kısa süre içerisinde dev kapitalist şirketler tarafından ya ucuza kapatılarak ya şantaj ve tehditlerle ya da sözde karşılıklı anlaşmalar yoluyla iç edilmekte ve muazzam kârlara dönüştürülmektedir. Bir örnek verelim: bilgisayar donanım ve yazılım tekellerinin en büyüklerinden olan IBM şirketinin elinde daha 1990 yılında 9000 adet patentin olduğu söyleniyor. Bugün bu rakam misliyle katlanmış durumdadır. IBM şirketi hem bu patentlerden muazzam kârlar elde etmekte, hem de bunları kullanarak yeni ürünler geliştirenlerin bu ürünlerini patent bedeli ödemeksizin kullanma ayrıcalığını elde etmektedir. Öyle ki, tekel olmanın verdiği avantajla bu ikinci yoldan elde ettiği kazancın, doğrudan kendi bünyesinde geliştirdiği ürünlerin patentlerinden elde ettiği gelirlerin on katını bulduğu söylenmektedir.
Patent sistemi, iddia edildiği gibi, insanın yaratıcılığını, yeni buluş ve gelişmeleri de teşvik etmiyor. Gerçek bunun tam tersidir. Bugün patent sistemi, birçok araştırmacıyı canından bezdiren, bilimsel araştırmalar alanını patentlerden oluşan bir mayın tarlasına çeviren bir hal almış durumda. Bilimin hiçbir alanı yok ki, dev tekellerin ellerinde tuttukları patentler, daha baştan o alanlarda tekellerden bağımsız bir araştırmayı cazip olmaktan çıkarmasın. Patent sistemi, yaratıcılığı ve üretici güçlerin gelişimini değil, kapitalist tekelleşmeyi teşvik ederek, insan yaratıcılığının ürünlerini tekellerin çıkarlarına tâbi kılıyor ve bunların hayata geçirilmesini mali sermayenin insafına bırakıyor. Bu durum yalnızca sınai üretim alanında değil, burjuva ideologların “Yeni Ekonomi” olarak adlandırdıkları enformasyon, bilgisayar ve internet teknolojileri alanında da çok çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır.
Son çeyrek yüzyılda, akla gelebilecek her türlü maddi ürün, hizmet ve bilginin yanısıra fikirler, düşünme yöntemleri, mantık silsileleri vb. bile patent konusu haline gelmiştir. Bunun ne denli büyük bir akıldışılık olduğunu açıklayabilmek için çok basite indirgeyerek gerçekçi bir örnek verelim. Belli bir yaştaki her insan eğitim düzeyi ne olursa olsun basit bir toplama işlemini gerçekleştirebilir. Herkesin kendiliğinden bulabileceği, kolay ve anlaşılır bir işlem olduğu için patent yasalarına göre toplama işleminin patenti alınamaz. Ancak iş çarpma ve hele ki bölmeye geldiğinde durum değişir. Çünkü matematik tarihi bize bazı halkların hiçbir zaman bildiğimiz anlamda çarpma yapamadığını, yapanların da farklı yöntemler geliştirdiklerini anlatır. Demek ki çarpma ya da bölme işlemleri çeşitli şekillerde yapılabilen ama toplamaya göre “karmaşık bir yöntemi”, “bir fikri” temsil ederler. Dolayısıyla patent yasaları gereğince patentlenebilirler! Şimdi birinin çıkıp çarpma işleminin patentini almayı becerdiğini düşünelim. Bu durum, yalnızca matematiğin değil, tüm doğa bilimlerinin ve hatta sosyal bilimlerin birçoğunun sonu anlamına gelirdi. Ve maalesef bugün işin bu denli saçmalık boyutuna ulaştığı pek çok patent örneğiyle karşı karşıyayız.
Fikirlerin, düşünme yöntem ve biçimlerinin vb. patentlenmesi, bunların özellikle belirleyici bir önem taşıdığı bilgisayar yazılımları sektöründeki muazzam tekelleşmenin devamı lehinde rol oynarken, aynı zamanda da yazılım teknolojisindeki radikal, devrimci dönüşümlerin önünde ciddi bir engel teşkil ediyor. Sözkonusu olan yalnızca bir meta olarak bitmiş bir yazılımın patentini almaktan çok öte bir şeydir. Tıpkı birçok karmaşık sınai ürün gibi, bilgisayar yazılımları da birçok alt-ürünü yani alt programcıkları içermek zorundadır. Ve bunların hepsi de bir patent konusu haline getirilmiştir. Şu ya da bu ölçüde karmaşık bir matematiksel hesaplamayı düşünelim. Genellikle bunu gerçekleştirmenin birden fazla yolu vardır. Ancak bunlar arasında bir tanesi diğerlerine göre çok daha hızlı bir şekilde sonuç verecektir. İşte bu yöntemlerin her biri, yani düşünme biçimleri ve fikirlerin belli bir mantık silsilesi içerisinde sıralanması (yazılım sektöründe buna algoritma deniliyor) bir patent konusudur.
Bu durum, yeni bir fikre dayanan yeni bir yazılım geliştirmek isteyen bir araştırmacıyı, bilgi dağarcığımızdaki en yetkin ve en verimli araçları (algoritmaları) kullanmak istiyorsa patent bedellerini ödemek zorunda bırakmaktadır. Ne var ki, bu çoğunlukla mümkün değildir. Patent anlaşmaları genelde o patentin kullanıldığı ürünün satış gelirleri üzerinden belli bir yüzdeyle ifade edilir. Yeni bir ürünü geliştirmek için kullanmak zorunda kalınan onlarca yöntemin her biri için talep edilen yüzde bedelleri toplandığında, kimi durumlarda bu rakam sözkonusu ürünün satış gelirlerinin toplamına yaklaşacaktır. Sıklıkla karşılaşılan bu durum, daha baştan böylesi bir ürünü geliştirmeyi olanaksız kılmaktadır. Geriye tek çıkar yol olarak, sözkonusu verimli hesaplama yöntemlerini tümüyle bir tarafa bırakıp, en az onlar kadar verimli olacak yeni yöntemler icat etme çabasına girişmek kalır. Bunun çoğu durumda imkânsız oluşunu bir tarafa bırakalım, yalnızca bu çaba bile muazzam bir kaynak israfı, devasa miktarda emeğin boşa harcanması anlamına gelecektir.
Her seferinde Amerika’yı yeniden üstelik de farklı bir rota izleyerek keşfetme zorunluluğu, yeni programların, yeni fikir ve projelerin daha baştan ölü doğmasına, çöpe atılmasına ya da zaten o alandaki dev tekellere “satılarak” onların tekelci güçlerine güç katmanın bir aracı haline dönüşmesine yol açmaktadır. Üstelik pek çok sektörde tekeller, patentini ele geçirdikleri yenilikleri derhal hayata geçirmeyeceklerdir. Mevcut sabit sermaye yatırımlarını amorti etmeden ve eldeki stokları tümüyle tüketmeden hiçbir güç bu tekelleri bu yeni ürünü üretmeye sevk edemeyecektir; dev tekellerin ellerinde hiçbir zaman hayata geçirmeyi düşünmedikleri yüzlerce bu tip patentin olduğu bir sır değildir. Bugün gerek motor sanayiinde, gerek bilgisayar donanımı alanında, gerekse de enerji üretimi alanında muazzam sıçramalar yaratacak birçok “yenilikçi” düşünce projelendirilmiş ve hatta prototipleri yapılarak hayata geçirilmiş olmasına rağmen, sözkonusu yenilikler dev tekellerin bilinçli tercihiyle kitlesel üretim ölçeğinde uygulamaya sokulmamaktadır.
Yaratıcılık için özel mülkiyet şart mı?
Bilişim dünyasının patentlenmesinin bayraktarlığını yapan Microsoft şirketinin kurucularından Bill Gates, daha yolun başındayken, 1970’lerin sonlarında, Microsoft ürünlerini başkalarıyla paylaşanları hırsızlıkla suçluyordu. Ona kalırsa, bu paylaşım, iyi yazılımların geliştirilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyordu. Ona göre iyi bir yazılım ancak özel mülkiyet koşullarında geliştirilebilirdi. İşin doğrusu, gerçekten de, “işletim sistemi bulunamadı” ibaresinin yazılı olduğu kapkara bir ekran karşısında paniğe kapılan her biçare insan, yazılımlar olmadan yüzlerce hatta binlerce dolar ödediği bilgisayarların hiçbir anlam ifade etmediğini acı içinde öğrenmiştir. Microsoft gibi şirketler işte böyle anlarda karşımıza çıkıp, “birkaç bin dolar da bize ödemen gerekiyor” diye sırıtmaya başlarlar.
Üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşma düzeyi ile kapitalizmin dar özel mülkiyet kalıpları arasındaki apaçık çelişki, yazılım alanında çalışan “sıradan” insanların da kapitalizmin akıldışı sonuçlarını bizzat kendi deneyimleriyle görmesini mümkün kılıyor. Bu ölçüde toplumsallaşmış, yaygınlaşmış, kolaylaşmış ve aynı zamanda da muazzam olanakları içerisinde barındıran bir teknolojiye kapitalist özel mülkiyet sisteminin getirdiği sınırlamalar ve yasaklamalar, zihinsel melekelerini yitirmemiş her insan gibi bu bilgisayar uzmanlarına da kabul edilemez gözüküyor. Yazılım sektöründe çalışan insanların bir bölümü, bu sektörle sınırlı bir bakış açısıyla bile olsa, bilginin ve fikirlerin metalaşmasına, tekelleşmesine, başkalarının erişimine kapatılmasına, bireysel özel mülkiyet haline getirilmesine karşı çıkıp, yazılımı, kolektif bir çabanın ürünü olarak “sürekli biriken toplumsal bilgi” şeklinde tanımlıyorlar.
Bill Gates gibilerin, özel mülkiyet olmaksızın programcılığın gelişemeyeceğini iddia etmesine rağmen, bu insanlar, önce bilgisayar ağları üzerinden sonra da internet üzerinden binlerce insanın katılımıyla son derece yetkin ve üstün yazılımlar ve işletim sistemleri geliştirmeyi başarmışlardı. Bugün yazılım alanında en büyük tekel durumundaki Microsoft’un ürünlerinin hepsiyle aşık atan pek çok ürün, dünyanın dört bir yanındaki binlerce insanın kolektif çabasıyla üretilmeye ve geliştirilmeye devam ediyor. Bu yazılımlar, hem performans ve sağlamlık açısından, hem de güvenilirlik açısından kat be kat üstün olduklarını kanıtlamışlardır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporunun verilerine göre, bugün internet ağının üzerine kurulu olduğu, yani bütün internet sitelerini barındıran sunucu bilgisayarların %50’sinden fazlası “özgür yazılım” olarak adlandırılan Linux’u kullanıyor. Benzer şekilde internet üzerinden gönderilen e-postaların %70’inden fazlası yine “özgür yazılımlar” aracılığıyla işleniyor. Microsoft yöneticilerinden birinin bu çabaları “toplumdaki mülkiyet ilişkilerine zarar veren bir kanser” olarak nitelemesi boşuna değildir.
Her halükârda ortaya çıkan gerçek şu ki, kapitalist ideologların tüm iddialarının aksine, insanoğlunun yardımlaşmaya, dayanışmaya ve paylaşıma dayanan kolektif emeği, yaratıcılığı öldürmüyor; tersine, kapitalist güdülerden ve kapitalizmin özel mülkiyet cenderesinden kurtulduğu ölçüde kolektif emek çok daha yaratıcı ve çok daha parlak başarılara imza atma kudretinde olduğunu kanıtlıyor. Böylelikle bir kez daha görüyoruz ki, genelleşmiş meta üretimi ve rekabet demek olan kapitalizmin aşılmasıyla, insanlığın bolluk ve refah toplumuna ulaşmasının mümkün olduğunu belirtirken Marx sonuna kadar haklıydı.
Üretici güçlerin geldiği seviyenin bir göstergesi olan bilgisayarlar ve internet, yalnızca kapitalizmin akıldışı sonuçlarını çok daha belirgin biçimde göstermekle kalmıyor, insanlığın önüne gerçekten de muazzam kültürel, ekonomik, siyasal ve toplumsal olanaklar sunuyor. Milyarlarca insanın birbirleriyle her an ve her şekilde (yazılı, sesli ve görüntülü) haberleşebilmesi bugün artık mümkündür. Bunun gerçek bir ortak insanlık kültürü oluşturmayı ne denli kolaylaştırdığını bir düşünün. Dünyadaki tüm kütüphanelerin bu ağa bağlanmasıyla, Kadeş anlaşmasından bugüne kadar kaleme alınmış tüm yazıların, tüm edebi, siyasi, felsefi, iktisadi vb. metinlerin tek bir tıklamayla kendi ana dilinizde emrinize amade olduğunu bir düşünün. Klasik müziğin en yetkin eserlerinden günümüze dek tüm müzik yapıtlarının, tüm sinema eserlerinin, tüm tabloların, kısaca insanoğlunun tüm sanatsal ve kültürel birikiminin bize bir tıklama mesafesinde olmasının mümkünlüğünü bilmek insanı ne denli heyecanlandırıyor. Tüm bunların sanal gerçeklik teknolojisiyle bütünleştiğinde eğitim sisteminin önünde ne denli geniş ufuklar açabileceğini düşünmek bile nasıl bir dünya yaratabileceğimiz hakkında bize ipuçları sunuyor. Bugün aklımızın almayacağı bir kültürel-sanatsal gelişimin tüm dinamiklerini ve olanaklarını aslında çoktan yaratmış durumdayız.
Ama hepsi bu değil. Yine internet teknolojisini kullanarak, gerçek bir özgürlükler toplumunu, eşi benzeri görülmemiş bir demokratik katılım ve öz yönetim sistemini kurmak, her türlü “idari-yönetimsel” kararda söz hakkına sahip olmak o denli kolay ki. Birkaç saniye içerisinde milyarlarca insanın tek bir konuda oy kullanması ve sorunun karara bağlanması bugün artık mümkün. İnternet ağıyla birbirine bağlanmış tam otomasyon sistemiyle çalışan fabrikalarda neyi ne kadar üreteceğimize karar vermek üzere ihtiyaçlarımızı dolduracağımız bir formu tek bir tıklamayla göndermekle, yeteneklerimiz ölçüsünde katılacağımız toplumsal üretim sistemini her an, her saniye demokratik ve merkezî bir şekilde planlamak mümkün. Tüm bunların hayata geçeceği geleceğin sınıfsız toplumunda, “kapitalist üretim anarşisi”, “bürokratik-despotik üretim planları”, “açlık”, “kıtlık” vb. kavramları çocuklarımıza tarih derslerinde öğretmek zorunda kalırsak, onların bu kavramları anlamakta büyük güçlükler çekeceğini tasavvur etmekse hiç de zor değil.
150 yıl önce Marx ve Engels, mum ışıkları altında o muazzam dehalarıyla bunun hayalini kurmuşlardı. Dehaları, insanlığa duydukları sevgi ve inanç onları yanıltmadı, bugün tüm öngörüleri doğrulanmış durumda. Bugün tüm bunlar çok büyük ölçüde mümkün. Bu olanakları hayata geçirebilmenin önündeki tek engel ise, onların 150 yıl önce saptadıkları gibi, kapitalist üretim ilişkileri. Ne var ki, onu, tek bir tıklamayla, tek bir tuşa basarak ortadan kaldırmak mümkün değil. Onu ortadan kaldırmanın yolu, sabırlı bir örgütlenme çabasından ve zahmetli bir proleter devrimci mücadeleden geçiyor.
link: Oktay Baran, Bilim ve Teknoloji Patent Esaretinde, 26 Mart 2008, https://marksist.net/node/1748
Davos Zirvesi ve “İnsancıl Kapitalizm”
Newroz İsyandır