Güney Kore, 3 Aralıktan bu yana, Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol’un faşist darbe girişimiyle çalkalanıyor. Sıkıyönetim ilan ederek Meclisi fesheden, tüm partilerin kapatıldığını, grevlerin, toplantıların yasaklandığını açıklayan, bütün basını Sıkıyönetim Komutanlığına tabi kılan Yoon, Savunma Bakanını ve Genelkurmayı arkasına alarak harekete geçti. Başkentin sokakları tanklarla, zırhlı araçlarla tutulurken, parlamento askeri birliklerle kuşatılarak milletvekillerinin içeri girmesi engellendi. Fakat 190 milletvekilinin içeri girmeyi başararak yaptıkları toplantıyla sıkıyönetim kararını geçersiz ilan etmeleri, halkın sokağa dökülmesi, Kore Sendikalar Federasyonunun (KCTU) Yoon’un istifası talebiyle genel grev çağrısı yapması ve üyelerini parlamento önüne çağırması, Yoon’u üç saat sonra geri adım atmak zorunda bıraktı. Sabah toplanan Bakanlar Kurulunda sıkıyönetim kararının iptal edildiği açıklandı. Böylece Güney Kore, tarihinin en hızlı püskürtülen faşist darbesine de tanık olmuş oldu.
Sadece muhalefet partileri değil, kendi partisinin genel başkanı ve çok sayıda milletvekili de Yoon’un darbe girişiminin karşısında yer aldı. Bununla birlikte Yoon’un görevden alınması için 7 Aralıkta yapılan oylamada üçte iki çoğunluk sağlanamadığı için azil gerçekleşemedi. Fakat devlet başkanının istifası için düzenlenen kitlesel eylemler kesintisiz devam etti. Başta metal işçileri ve demiryolu işçileri olmak üzere KCTU’ya bağlı birçok sendika greve çıktı. 7 Aralıkta düzenlenen “mum ışığı” yürüyüşüne yüz binler katılarak Yoon’un istifasını istedi. 14 Aralıktaki ikinci oylamada ise kendi partisinin de desteğiyle azil önergesi kabul edildi ve Yoon’un başkanlığı askıya alındı. Anayasa Mahkemesinin onaylamasının ardından Yoon resmen görevden alınacak ve ülke başkanlık seçimlerine gidecek.
Yoon Suk Yeol, 2022’de yapılan başkanlık seçimlerinde iktidara gelmişti. Yoon’un muhafazakâr Halkın Gücü Partisinin karşısında merkez solda yer alan Demokratik Partinin lideri Lee Jae-myung bu seçimleri küçük bir farkla kaybetmişti. İlerleyen süreçte ekonomik krizin ve artan baskıların yanı sıra hem Yoon’un hem de eşinin yolsuzluk, rüşvet ve ruhani danışman skandalları halkın tepkisini büyüttü. Bu yüzden Yoon kitle desteğini büyük ölçüde yitirdi. Nitekim 2024’te yapılan parlamento seçimlerinde öne geçen Demokratik Parti parlamento çoğunluğunu ele geçirdi.[1] Güney Kore’de başkanlık ve parlamento seçimleri ayrı tarihlerde yapılıyor. Bu nedenle Yoon ve Halkın Gücü Partisi iktidarda olmasına rağmen parlamentoda Demokratlar hâkim oldu. Bu durum Yoon’un iktidarını ciddi bir parlamento engeliyle karşı karşıya getirerek siyasi krizi derinleştirdi. Demokratik Partinin Yoon’un bütçe teklifini bloke etmesi, Yoon’un istifasını istemesi, eşi hakkında yolsuzluk soruşturması başlatılması için harekete geçmesi ve muhalefetin tepesinde sopa olarak sallanan üst düzey savcıların görevden alınması için önerge vermesi iplerin iyice gerilmesine yol açtı. Son dönemlerde işçilerin, üniversite öğrencilerinin, sivil toplum örgütlerinin eylemleriyle, akademisyenlerin, yazarların açıklamalarıyla desteklenen protestolar da artmıştı. Faşist darbe girişiminden iki gün önce Yoon’un görevden alınması için düzenlenen mum ışığı protestosuna on binlerce emekçi katılmıştı.
Tıpkı 2016’da iktidardan indirilen Park Guen-hye gibi Yoon da devlet yönetimindeki ve ordudaki kilit pozisyonlara yakın çevresindeki insanları yerleştirmişti. Kendisine biat eden savcılarla, muhalefet, medya ve sendikalar üzerinde terör estiren Yoon, anti-demokratik uygulamalarını meşrulaştırmaya çalışırken, demokratik muhalefeti faşizm dönemlerindeki söylemlerle karalıyordu. Bu dil, sıkıyönetim ilanının gerekçesine de çıplak biçimde yansıdı. Muhalefeti Kuzey Kore’ye sempati duyarak devlet karşıtı faaliyetlerde bulunmakla ve hükümeti felce uğratmakla suçlayan Yoon, darbeyi şu sözlerle duyurdu: “Özgür Kore Cumhuriyeti’ni Kuzey Kore komünist güçlerinin tehdidinden korumak, halkımızın özgürlüğünü ve mutluluğunu yağmalayan aşağılık Kuzey Kore yanlısı devlet karşıtı güçleri ortadan kaldırmak ve özgür anayasal düzeni korumak için sıkıyönetim ilan ediyorum.”
1990’lardan bu yana sıkıyönetim ilanıyla ve darbelerle karşılaşmayan, bunları tarih kitaplarında olan hikâyeler olarak gören Koreliler, duydukları ve gördükleri karşısında şoke oldular. Oysa dünyada da benzer bir şaşkınlık yaratan bu faşist darbe girişimi, içinden geçtiğimiz konjonktür düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı sayılmamalıdır. Neticede, seçimleri kaybettiği için Kongrenin basılmasını organize ederek faşist bir darbe girişiminde bulunan Trump’ın, dört yıl sonra yeniden seçilerek ABD’nin başına geçtiği bir “demokratik dünya”dan bahsediyoruz. O dünyanın Avrupa cephesinin de, faşist partilerin hızla iktidara yürümesiyle, siyasal krizlerin İngiltere’den Fransa’ya, Almanya’dan Romanya’ya neredeyse tüm ülkeleri sarmasıyla, ondan geri kalmadığını görüyoruz. Putin’in Bonapartist bir diktatörlük inşa ettiği Rusya’yı ve ÇKP diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Çin’i saymıyoruz bile.
Kapitalizmin tarihsel sistem krizinin belirlediği bu dünya ahvalinin diğer önemli cephesini ise dünya ölçeğinde yürüyen emperyalist hegemonya savaşı oluşturuyor. Elif Çağlı’nın 2000’lerin başlarında saptayarak dikkat çektiği tarihsel kriz ve Üçüncü Dünya Savaşı olgularını atlayarak hiçbir toplumsal-siyasal-ekonomik gelişmenin açıklanamadığı artık çok daha geniş bir kesim tarafından görülmeye başlanmıştır. Bu savaşın Ortadoğu cephesinde Büyük Ortadoğu Projesi olarak dillendirilen Amerikan planının ikinci evresine geçilmiş bulunuyor. Ukrayna’da ise yüz binlerce ölü ve yaralı pahasına savaş üç yıldır devam etmektedir. Yürümekte olan emperyalist paylaşım savaşı bu bölgelerle de sınırlı değildir. Bu büyük savaş, dondurulmuş cephelerin aktive edilmesiyle ve yeni cephelerin açılmasıyla devam edecektir. Amerikan emperyalizminin nicedir hazırlıklarını yürüttüğü ve askeri yığınağını arttırdığı Pasifik cephesi bunların başında gelmektedir. Güney Kore ise bu kapsamda ABD’nin en önemli müttefiklerinden biridir. Güney Kore’de yaşanan kritik siyasi gelişmeleri bu gerçekliği atlayarak değerlendirmek mümkün değildir.
Emperyalist hegemonya savaşının burjuva siyaset arenasında giderek daha keskin bir yarılmaya yol açtığı Güney Kore’de, Yoon iktidarı ABD’ye yakın politikalarıyla öne çıktı. Fakat Nisan seçimlerinde Demokratik Partinin parlamento çoğunluğunu ele geçirmesi, Yoon iktidarının elini sadece iç politikada değil dış politikada da zora soktu. Zira Demokratik Parti, ABD ve Japonya’yla askeri ve ekonomik ilişkileri güçlendirme çabası içindeki Yoon’un aksine, Çin’le işbirliğinin arttırılmasını, Kuzey Kore’yle barışçıl ilişkilerin geliştirilmesini savunuyor. Yine Yoon’un aksine, Ukrayna’ya askeri destek verilmesine de karşı çıkıyor.
Yoon, işte iç ve dış politikadaki bu çok yönlü sıkışmışlığı darbeyle aşmaya çalıştı. Kuşkusuz bu noktada yalnız hareket ettiği düşünülemez. Pasifik’e yönelik planlarını olgunlaştıran ABD, söz ettiğimiz dış politika çizgisi yüzünden Demokratik Partinin iktidara gelmesini ciddi bir risk olarak görmektedir. Kerem Dağlı, Park Guen-hye’ye karşı yükselen hareketi değerlendirdiği 2016 tarihli yazısında Güney Kore’nin ABD açısından stratejik rolüne şöyle değinmişti:
“Emperyalist savaş kızıştıkça, Güney Kore burjuvazisinin bilhassa Kuzey Kore’ye yönelik emperyalist emelleri de depreşmekte, ABD emperyalizmiyle ve Japonya’yla birlikte Kuzey’e yönelik saldırgan ve savaş kışkırtıcısı politikalara da hız verilmektedir. Güney Kore hâlihazırda çok büyük ABD askeri üslerine ev sahipliği yapmaktadır ve militaristleşme de her geçen gün tırmandırılmaktadır. Askeri harcamalar bütçede önemli bir yer tutmaktadır. Emperyalist çıkarlar uğruna Kuzey’le son derece yıkıcı olabilecek bir savaşın tetiklenmesi işten bile değildir. Burjuvazi toplumu savaşa hazırlamak için de milliyetçiliğin dozunu arttırmakta ve siyasi gericiliği körüklemektedir. Bunun son örneklerinden biri, hükümetin tarih kitaplarında revizyona giderek, askeri diktatörlükler dönemine dair olumsuz ibareleri kaldırmaya, askeri diktatörlük kavramını ders kitaplarından çıkartmaya dönük girişimi olmuştur. Böylece burjuvazi, toplumda derin ve kötü izler bırakmış olan askeri diktatörlükler dönemine dair izleri hafızalardan silerek yeni olağanüstü rejimlerin ideolojik zeminini döşemeye çalışmaktadır.”[2]
Görüleceği gibi Yoon, Park’ın yolundan gitmiş ama sonunda da aynı kaderi paylaşmıştır. İroniktir ki, Yoon, savcılığı döneminde Park Guen-hye’nin mahkûm edilmesinde önemli bir rol oynamış, 2019’da ise başsavcı olarak atanmıştı. Hatırlanacağı gibi, 2016 sonbaharında yükselişe geçen ve hedef tahtasına devlet başkanı Park Guen-hye’yi oturtan grevler ve çeşitli türden eylemler, birkaç ay içinde işçilerin, emekçilerin ve öğrenci gençliğin yüz binlerle sokağa dökülmesiyle bir üst boyuta sıçramış ve nihayetinde Park Guen-hye istifa etmek zorunda kalmıştı. Park Guen-hye, ülkeyi 1961-1979 yılları arasında faşist bir diktatörlükle yöneten General Park Chung-hee’nin kızıydı.[3] Devletin kritik yerlerine babasının izinden giden kadroları yerleştiren Guen-hye, tıpkı Yoon gibi, işçi sınıfına yönelik saldırı programlarıyla emekçilerin tepkisini büyütürken, aynı zamanda yolsuzluk ve “ruhani lider” skandallarına batarak kendi ipini kendi çekmişti. Fakat onun yerine gelen burjuva iktidarlar da işçi sınıfının ekonomik ve demokratik sorunlarını çözmedi, hatta bu sorunlar daha da derinleşti. Bugün Yoon’a karşı büyüyen tepkinin temelinde bu yatıyor.
Onyıllarını zorlu diktatörlük koşullarında geçiren Güney Koreli işçiler, en koyu baskı dönemlerinde verdikleri kararlı mücadelelerle askeri diktatörlükleri alaşağı etmeyi başarmışlardır. 1960’lardan bu yana biriken bu güçlü deneyim, bugün de onlara kılavuzluk etmektedir. Şimdi Yoon iktidardan alaşağı edilmiştir, ama siyasi kriz çözülmüş değildir. Burjuva düzenin siyasi krizleri işçi sınıfı açısından devrimci fırsatlara gebedir. Fakat bu fırsatın değerlendirilebilmesi için işçi sınıfının her şeyden önce devrimci bir örgütlülüğe sahip olması şarttır. Güney Kore işçi sınıfı KCTU bünyesinde militan bir sendikal örgütlülüğe sahip olsa da, ne yazık ki bunun devrimci bir siyasi izdüşümü bulunmuyor. Dolayısıyla, işçi sınıfı bağımsız bir siyasi güç olarak duruma müdahale edemiyor. Bu durumda kavga burjuva kesimler arasında yürüyen çatışmanın ötesine geçemiyor.
[1] 10 Nisan 2024’te yapılan genel seçimlerde Demokratik Parti parlamentoda 300 koltuğun 170’ini kazanırken, Halkın Gücü Partisi sadece 108’ini kazanabilmişti.
[2] Kerem Dağlı, Güney Kore İşçi Sınıfı Direniyor, marksist.com
[3] 1960’ta emekçi kitlelerin ayağa kalkmasıyla yıkılan Rhee diktatörlüğünün ardından, devrimci durumu bastırmak için yapılan bir askeri darbeyle ordu yönetime yeniden el koymuştu. 1961’de ABD emperyalizminin desteğiyle yapılan bu darbenin başında General Park Chung-hee bulunuyordu. Ülkeyi faşist bir askeri diktatörlükle 1979’a kadar yöneten Park, yükselen işçi hareketinin çeşitli kentlerde isyanlara dönüştüğü bir ortamda, bizzat özel güvenlik şefi tarafından öldürülmüştü. Fakat halk kitlelerinin demokrasi umudu bu kez de Chun Doo-hwan liderliğindeki askeri darbeyle yarım bırakılacaktı. Fakat birkaç hafta içinde, işçi hareketi daha önce olmadığı ölçüde yükselişe geçecek, toplumsal muhalefet daha da canlanacaktı. 1980 baharı, madenlerde, tekstilde, metalde, kimyada yüzlerce grevle gelecekti. Sadece fabrikalar değil üniversiteler de harekete geçmişti. Seul’de onlarca üniversiteden 100 bine yakın öğrencinin katıldığı büyük gösteriler örgütleniyor ve “diktatörlüğe hayır” sloganları yükseltiliyordu. Güney Kore işçi sınıfının mücadele tarihindeki en önemli kilometre taşlarından birini oluşturan Gwangju ayaklanması işte bu süreçte gerçekleşecekti. Burjuvazi bu ayaklanmayı katliamla bastırsa da, askeri diktatörlük yedi yıl sonra çok daha kitlesel grevlerle ve eylemlerle karşı karşıya kalacak ve 1980’lerin sonunda yıkılacaktı. (bkz. İlkay Meriç, Güney Kore’de Askeri Diktatörlüklere Karşı Mücadelenin Otuz Yılı, marksist.com)
link: İlkay Meriç, Güney Koreli Emekçiler Darbeyi ve Darbeci Başkanı Püskürttü, 18 Aralık 2024, https://marksist.net/node/8403
Faşizme Hizmeti Bilim Şalıyla Örtmek