Muazzez İlmiye Çığ, 17 Kasımda yaşamını yitirdi. Çığ’ın ölümü, çalışmaları kadar tartışmalı geçmişini de yeniden gündeme getirdi. Kemalist ve milliyetçi kesimler “Türkiye tarihinin çok önemli bir bilim insanını” kaybettiğini söyleyerek ona saygı duruşunda bulundular. Onun 12 Eylül döneminde dahil olduğu pis işleri ve faşizme hizmet ettiği gerçeğini gözden saklayıp unutturmaya çabaladılar. Diğer taraftan, Çığ’ın cumhuriyetçi, laik ve ateist görüşlerinden hiç hazzetmeyen dinci gericiler, onun parçası olduğu pis işleri öne çıkartarak aslında bilimsel bir değeri olmadığını iddia ettiler. Ama bu aynı dinciler, Çığ ve kardeşi Turan İtil’le yakın ilişki içinde bu pis işleri yürüten Ayhan Songar’a tek bir laf bile etmiyorlar, zira Songar Türk-İslamcı bir faşist ideologdu! Bunların yanı sıra bir dizi farklı çizgideki akademisyen de, Çığ’ın aslında bir bilim insanı olarak görülemeyeceğini, bilim dışı olduğunu iddia ediyorlar.
Çığ’ın ölümünün ardından başka bazı yazarlar da onu faşizme sunduğu hizmetlerle eleştirmek yerine, akademinin bir parçası olmadığı üzerinden eleştirdiler. Sırf bu nedenle bilim alanında yaptığı çalışmaları reddederek, “Sümerolog bile değildi, aslında o Hititoloji mezunuydu”, “eşinin müdürlük yaptığı Topkapı Sarayı’nda kütüphanecilik yapan memurdu”, “akademik unvanı da yoktu”, “yurtdışında kimse tarafından tanınmıyordu” gibi argümanlar üzerinden, meseleyi elitist ve akademisyen bir bakış açısıyla değerlendirdiler. Bir kişinin yürüttüğü çalışmaların bilimsel olup olmadığını, o kişinin akademik unvanı mı belirler? Geçmişten günümüze, bilime katkıda bulunmuş, hatta çığır açacak derecede önemli bilimsel araştırmalara ve keşiflere imza atmış birçok kişi akademik bir unvana sahip değildi. Çığ, bu parlak bilimcilerle aynı kefeye konabilecek biri değildi kuşkusuz, hatta Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi 1930’larda ileri sürülen zırvalıkları ısrarla savunmaya da devam etmişti. Ama bu gerçekler, tarih ve arkeoloji alanında yaptıklarının bilim dışı olduğu anlamına gelmez. Buna ek olarak bir noktanın daha altını çizmemiz gerekiyor. Ne kafamızdaki siyasi şablonlara uyduğu için bazı bilim insanlarını olduklarından daha değerli addetmek ve onları kutsal varlıklar kategorisine çıkarmak doğrudur, ne de farklı siyasal görüşlere sahipler diye onların bilimsel kimlik ve faaliyetlerini reddetmek. Bilim de bilim insanları da idealize edilemezler.
Elbette biz bilim insanlarını, sanatçıları vb. değerlendirirken onların siyasal tercihlerini dikkate alırız. Uzmanlık alanlarındaki başarıları ne olursa olsun, bu gibilerin insanlık dışı faaliyetlerini, siyaseten gerici tutumlarının yol açtığı sonuçları en ağır bir biçimde eleştiririz ve bunları sınıf düşmanımız olarak addederiz. İşte bu yüzden, tüm unutturma operasyonlarına karşı, Çığ’ın ve birlikte çalıştığı kardeşi Turan İtil’in faşizme hizmet eden faaliyetlerini hatırlatmayı yararlı buluyoruz.
Muazzez İlmiye Çığ ve HZİ Vakfının icraatları
Muazzez İlmiye Çığ, Hititoloji üzerine eğitim almasına karşın, bir süre sonra Sümerler üzerine çalışmalar yaptı.[1] Yıllar boyunca bilim alanında yürüttüğü çalışmalara rağmen insanlığın yüz karası olan faşist bir rejime kardeşiyle birlikte tereddütsüz hizmet etti. Bunu yaparken de benzer birçokları gibi “bilime hizmet ettikleri” gerekçesinin arkasına sığındı. Çığ, kardeşi Turan İtil ve Ayhan Songar 12 Eylül karanlığında cezaevlerinde üstlendikleri uğursuz rolün üstüne böyle bir kılıf buldular. Aradan geçen uzun yıllara rağmen insanlığa karşı işledikleri suçların hesabını vermeden ölmeleri, yaptıklarının, o dönemi yaşamış insanlar tarafından unutulmasına, genç kuşaklar açısından ise hiç bilinmemesine yol açtı. Bu açıdan yaşananları hatırlatmak, onların işledikleri insanlık suçlarını insanlığın vicdanında mahkûm etmek önemlidir. 12 Eylül faşizmi ülkedeki hapishaneleri, Turan İtil ve Ayhan Songar gibiler için koca bir laboratuvara dönüştürmüş olsa da onların hayata geçirdiği düşünce ve eylemler çok daha öncesinde Amerikan hapishanelerinde denenmişti.
ABD’de bilim adına yapılan bu deney ve araştırmaların kökleri 1900’lü yılların başlarına dayanıyordu. Bu yıllarda Amerika’da devlet desteği ile öjeni merkezleri açılıyordu. Bu çalışmaların geliştirilip, yaygın ve sistematik olarak hayata geçirildiği yer ise Nazi Almanya’sı olmuştu. Ari bir ırk yaratmak isteyen Nazilerin temel aldığı sözde bilimsel dayanak da işte bu öjeniydi. Nazi bilimciler bu temelde savaş esirleri başta olmak üzere pek çok insan üzerinde çeşitli insanlık dışı deneyler yürüttüler. İkinci Dünya Savaşının sonunda Alman faşizminin yıkılmasıyla birlikte içlerinde bilimcilerin de olduğu birçok Nazi, CIA başta olmak üzere ABD’nin kritik kurumlarında istihdam edildi. Elindeki bu deneyimli ve her türlü kötülüğü yapabilecek kadro ile CIA, çok farklı alanlarda çalışmalar yürüttü. Bunlardan birisi de “zihin kontrol programları” idi. Bu temelde kişilerin davranışlarını ve konuşmalarını yönlendirecek ilaçların yapılıp yapılamayacağı araştırıldı. CIA, kendisine bağlı laboratuvarların çalışmalarını hızlandırmak için sokaklarda yaşayan evsizleri, ezici çoğunluğunu siyahların oluşturduğu uyuşturucu bağımlısı mahkûmları kullandı. Tam da bu yıllarda Almanya’da olan Turan İtil, Alman nörolog Max Fink ile tanışmıştı. Fink, ABD’de CIA’nin fonladığı Missouri Psikiyatri Derneğinin de başkanıydı. Bu tanışıklık Turan İtil’in ABD’ye getirilmesine ve çalışmalarını burada yürütmesine vesile olmuştur.
İtil, bir süre Fink ile çalıştıktan sonra New York’taki HZI Research Center adlı kuruluşu kurdu.[2] İtil’in bu kurum aracılığıyla yürüttüğü “beyin fonksiyonlarını tetkik projesi” çalışmalarına CIA destek verecekti. HZİ laboratuvarlarında denek olarak hayvanlar değil, insanlar kullanılıyordu. İnsanlık dışı bu deneyler zamanla toplumda duyulmaya başlanmıştı. Gençler, çalışmaların yapıldığı laboratuvarların önünde protesto gösterileri düzenliyor, bazen de bu laboratuvarlara saldırılarda bulunuyorlardı. Bu tepkilerin bir sonucu olarak Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi, beyni etkileyecek kimyasal ilaçların insanlar üzerinde denenmesini yasakladı. Ancak bu yasak, ilaç şirketlerinin insanlar üzerinde deney yapmasının önünde bir engel olmayacaktı. Birçok Amerikan ilaç şirketi, çalışmalarını bu konularda düzenleme yapılmamış görece daha geri ülkelerde yapmaya başlayacaktı.
1971 yılında Turan İtil, toplumsal baskının etkisiyle New York’taki HZİ’nin çalışmalarına ara verdi. Ancak New York’taki HZİ’nin bir şubesi olacak şekilde İstanbul/Gayrettepe’de aynı isimle kurulan bir vakıf üzerinden nöropsikiyatri çalışmalarına devam etti. Vakfın yönetim kurulu başkanı ise Muazzez İlmiye Çığ olacaktı. Turan İtil o tarihlerde pek tanınmış bir isim değildi. Ancak diğer kurucu Muazzez İlmiye Çığ, bilinen, tanınan, saygı duyulan, “saygın bir bilim insanı” olarak görülen biriydi. Turan İtil’in çalışmalarının üzerinin kardeşinin bu “saygın kimliğiyle” örtülmesi amaçlanmıştı. 1980’e kadar çeşitli ilaçlar para karşılığında lise ve üniversite öğrencileri üzerinde denenmişti. Bir süre sonra vakıf üzerinden yapılan çalışmalarda insanlar üzerinde deneylerin yapıldığı çeşitli gazetelere yansımaya başladı. Yapılan haberlerin içeriği kendisine sorulduğunda Çığ, “ben vakfı idare ediyorum ama araştırmaları benim yapacak halim yok” diyecek ve yapılan araştırmaların “kuralına uygun olarak yapıldığını, maddi karşılık uğruna fedakârlık yapan çok insan olduğunu” söyleyecekti. Sanki buradaki sorun prosedürlerin yerine getirilip getirilmemesinden ibaretti. Çığ, bilimin ilerlemesi açısından bazı detayların önemli olmadığını, çeşitli risklerin sıradan insanların katlanması gereken küçük, önemsiz meseleler olduğunu söylemiş oluyordu. Daha sonraki yıllarda verdiği bir röportajda siyasi mahkûmlar üzerinde yapılan deneyleri meşru gördüğünü en gerici argümanlarla ortaya koyuyordu: “Cinayet işlemiş ve mahkûm olmuş sağcı ve solcu çocuklar üzerinde yapılıyordu. Aynı yaştaki aynı eğitim düzeyinde, benzer ailelerden gelen ama farklı siyasi tercihleri olan çocuklar seçilmişti. Sonuçta, bu çocukların ister sağcı ister solcu olsunlar, zekâ derecelerinin yapılan kontrollere göre istatistik olarak çok düşük oldukları ortaya çıktı. Ayrıca tetiği çeken profillerin İtalyan-Amerikan mafya mensuplarının profillerine çok benzediği saptandı. Araştırma bitince kardeşim askerlere, «Dünyada terör uzmanları var. Siz onları çağırıp, bu bulguları onlara sunun. Size yol göstersinler» dedi.”[3] Çığ, bu açıklamaları yalnızca kardeşini korumak için değil, kendisi de en az kardeşi kadar azılı bir anti-komünist olduğu için yapıyordu. Örneğin bir söyleşisinde Çığ, “O yüzden komünizm denince tüylerim diken diken olur, sinirlenirim. Bu bakımdan Atatürk’ün peşinden gitmeyip de, komünizm peşinden giden gençlere hep çok kızmışımdır” diyordu.[4] Devamında ise tüm dünyada CIA destekli yürütülen anti-komünizm propagandasının yerli borazancılığına soyunuyordu: “Rusya’da kadınlar istedikleri erkeklerle beraber oluyor, çocukların babası kim belli bile değil!”
12 Eylül darbesinin ardından Turan İtil, Nazi doktor Josef Mengele’nin öğretilerini temel alarak bu çalışmaları, bilimsel çalışma görünümüyle hapishanelere taşımaya girişmişti. Ancak bu yolda yalnız değildi. İtil, insanlık dışı uygulamalarını “memleketim için bir şeyler yapmak istiyorum” sosuna bulayarak dönemin faşist cuntasına ulaşmış ve fikirlerini aktarmıştı. Bu görüşme sırasında devletin 1977 yılından beri böyle bir araştırma içinde olduğunu öğrenmişti. Milli Güvenlik Konseyi emriyle cezaevlerinde yürütülecek çalışmaya Ayhan Songar da dâhil olmuştu. Ayhan Songar, hem bağımsız olarak Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümünde hem de HZİ Vakfı bünyesinde hapishanelerde yürütülen çalışmalara katılmaya başlamıştı. Songar sadece psikiyatrist kimliği ile bu ekipte yer almıyordu; Aydınlar Ocağının da üyesiydi ve Aydınlar Ocağının komünizme karşı formüle ettiği Türk-İslam sentezinin önemli ideologlarındandı. 1982-1984 yılları arasında da Aydınlar Ocağının genel başkanlığını yapmıştı. Yani ekibin çimentosunu anti-komünizm oluşturuyordu.
Bu ekibe göre insanların komünist, devrimci olması bir akıl hastalığı sorunuydu ve bu “deliliğin” iyileştirilebilir bir hastalık olduğunu iddia ediyorlardı! Aynı ekip bu temelde, siyasi tutuklu ve hükümlülerin çoğunlukta olduğu Mamak, Metris, Erzurum gibi hapishanelerde devrimciler üzerinde farmakolojik deneyler yaptı. Hatta seçilen bazı devrimci tutsaklar bazen İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesine, bazen de HZİ Vakfına taşınarak, burada “bilimsel” deneylere tabi tutuldu. Binlerce tutuklu üzerinde ilaç, iğne ve elektroşokla deneyler yapıldı. Ayrıca kendi teorilerini güçlendirecek içerikte anket çalışmaları yapılarak raporlar oluşturuldu. Yapılan ankette “hiç adam öldürdünüz mü, hayvanlarla ilişkiye girdiniz mi, eşcinsel veya ensest ilişki yaşadınız mı” gibi itibarsızlaştırmaya dönük soruların yanı sıra, eğitim düzeyi, bilimle ilgili genel bilgiler ve öfke kontrolüyle bağlantılı sorular yer alıyordu.
Dönemin siyasi tutukluları arasında bu konuda çok sayıda tanıklık mevcuttur. Bir siyasi mahkûm, 1985 yılında Erzurum cezaevinde yattığı dönemde hastalığı olmadığı halde zorla revire çıkarıldığını, isteği dışında iğne yapıldığını, 1988 yılında nakledildiği Bursa Özel Tip Cezaevi müdürlüğüne dilekçe yazarak bildirmiş. Yine dönemin siyasi tutsaklarından biri olan Birgün gazetesi yönetim kurulu başkanı İbrahim Aydın da benzer uygulamalara maruz kaldığını anlatıyor. Ayrıca Türkiye Psikiyatri Derneğinin 12 Eylül darbesinin 30. yılı vesilesiyle yaptığı bir araştırmada, darbe döneminde tutuklular üzerinde yapılan deney ve testlere dair de tanıklıklar yer alıyor. Prof. Dr. Doğan Şahin (İÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı) şöyle aktarıyor: “Yaptığım bir işkence araştırması sırasında konuştuğum kişiler bana bu araştırmaların bir kısmına Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniği’nin de katkıda bulunduğunu, 1983 yılında bazı mahkûmların Cerrahpaşa’ya götürülerek üzerlerinde Prof. Dr. Ayhan Songar tarafından araştırma yapıldığı bildirildi. Daha sonra aynı bilgilere çeşitli yerlerde de rastladım.”
Prof. Dr. Mustafa Sercan da (Abant İzzet Baysal Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü) bu faşist uygulamalara doğrudan tanık olanlardan biri olarak şöyle diyor: “Prof. İtil ve Prof. Songar’ın araştırmasının sonuçlarına benim tanık olduğum ilk sunum 1984’te Bursa’daki bir kongreydi. Songar konuşmasında araştırma sonuçlarına göre, «solcuların genetik olarak suçlu olduğunu» söyledi. Bir de Erzurum Cezaevi’ndeki tutukluların kendilerine sürekli iğne yapıldığına dair tanıklıkları biliyorum. Bu ilaç 100 kişiye uygulanmış.” Bir başka doğrudan tanık Mehmet Bekâroğlu da (psikiyatri uzmanı) şunları söylüyor: “Metris’te komutanlar benden mahpusların direncini kırmamı istiyordu. Ben de «komünizmin tedavi edilecek bir hastalık» olmadığını anlatıyordum. Ama Prof. İtil’in araştırmasında siyasi tutukluların sosyopat olduğunun anlaşıldığı iddia edilmişti.”[5]
HZİ Vakfı aracılığıyla siyasi mahkûmlar üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde oluşturulan raporlar, resmi yayın organlarında yayınlanmadı, ancak zaman zaman cuntacılara sunumlar yapıldı. “Bu raporlar 1983’de CIA’nin Uluslararası Dış Politika Enstitüsü ve HZİ Vakfı ortaklığında «Uluslararası Terörün Çağdaş Yönleri» adlı bir seminerde paylaşıldı. Katılımcılar arasında Turan İtil’in dostu CIA İstasyon şefi Paul Hanze, Orgeneral Necdet Öztorun, Vali Nevzat Ayaz vardı. 1985’te «Türkiye’de Teröristlerin Rehabilitasyonu Uluslararası Sempozyumu’nu» düzenledi. Hanze yine onur konuğuydu.”[6]
Elbette bu sunumların yalnızca bilgilendirme amaçlı yapıldığını düşünemeyiz. Bu seminerlerden sonra cezaevlerindeki siyasi tutuklulara dönük faşist uygulamalar gemi azıya aldı. Siyasi tutsakların zihinlerini teslim almak için tek tip elbise dayatması, koğuş sistemi değiştirilerek 5-6 kişilik hücre sistemine geçilmesi, sağcı ve solcu mahkûmların aynı koğuşlarda bulundurulması, “Atatürk ilke ve inkılâpları” eksenli disiplinli bir eğitim çalışmasının yapılması, İstiklal Marşının on kıtasının da ezberletilmesi ve mahkûmlara yüksek sesle okutulması uygulamalardan bazılarıydı. Hapishanelerde yürütülen psikolojik işkenceye tabii ki en ağırından fiziki işkence de ekleniyor ve bu durum çoğu kişi tarafından biliniyordu. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme kitabında dediği gibi, işkence askeri cuntanın yürütme gücünün sistematik bir parçası haline getirilmişti. Yaratılan bu hava ile toplumda “saygın” etiketlerle anılan kişiler bile çekinmeden insanlık dışı uygulamaları savunmaya başlamıştı. Bir örnek: “Güneş Gazetesi’nde 12 Aralık 1987 yılında yayınlanan bir haberde Dicle Üniversitesi’nden psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Balcı'nın bir açıklaması yer alıyordu. Tutuklulara işkence yapıldığını son derece doğal bir şekilde kabullenen bu akademisyen, kendince daha “insani bir yöntemi” tavsiye ediyordu: “Sorgulamalarda işkence yerine, insanda otokontrolü kaybettiren ve yaşanan olayları hatırlattıran Sodyum Pentothal adlı ilaç kullanılmalı”ydı... Yine dönemin sağcı-muhafazakâr Tercüman Gazetesi’nde emniyette işkence yapıldığı iddiaları ret edilirken, işkence yerine «Ankara’da sorgulanan iki şahsa Sodyum Pentothal» verildiği açıkça yazılmıştı. Yani işkence yapılmıyordu, ilaç veriliyordu.”[7]
1990 yılına gelindiğinde faşist rejim tepeden kontrollü bir şekilde çözülmüş, faşist darbenin demir yumruğunun etkisi ilk yıllara oranla yumuşama göstermişti. Bu hava değişiminin etkisiyle siyasi tutsaklar, yaşadıkları işkence ve zulmü çeşitli yol ve yöntemlerle topluma duyurmaya başlamıştı. HZİ Vakfının çalışmaları da bu yıllarda bir kere daha deşifre olmuştu. Bu vakfın çalışmaları 1985 yılından itibaren Cumhuriyet gazetesi, Nokta dergisi gibi yayınlara konu oluyordu. Ama bu haber ve yazıların somut kanıtlara dayandırılmadığı iddiasıyla vakıf yöneticileri tarafından bu suçlamalar, dedikodu, iftira gibi söylemlerle savuşturuluyordu. Fakat bu süreci bizzat yaşayan insanların tanıklıkları durumu değiştirecekti. Tanıklara ek olarak, 1990 yılının Haziran ayında Dev-Sol HZİ Vakfına bombalı saldırı gerçekleştirmiş ve “Amerikan ilaç tekellerinin hizmetinde çalışan ve CIA tarafından finanse edilen HZİ Vakfı, örgütümüz tarafından basıldı ve tahrip edildi” diyerek vakfın suçlarını gündeme taşımıştı. Bu saldırının ardından vakfın çalışmaları da son buldu. Turan İtil bu baskından sonra Amerika’ya döndü. Amerikan Hava Kuvvetlerine bağlı bir psikoloji merkezinin başına getirildi. O dönemki tüm işkenceciler gibi o da Türkiye’de işlediği suçlardan yargılanmadı: “Bu konuda açılan tek dava ise 12 Eylül’de gözaltına alınan bir ülkücüye ait. Mamak’da «mengele» olarak adlandırdıkları işkencelerde bulunmuş doktoru bir televizyon programında gören Recep Küçükizsiz, hemen bu kişi hakkında suç duyurusunda bulundu. Küçükizsiz, Turan İtil’i tanımıştı ve kendilerine işkence yapan ekipte olduğunu söylüyordu. Ama bu soruşturmadan bir sonuç alınamadı. Sadece tarihe bir kayıt düşülmüş oldu.”[8]
HZİ Vakfı ve yöneticilerinin insanlığa karşı işledikleri suçların üstü kapatılıp unutturuldu. 90 yaşında ölen Turan İtil, beyin faaliyetlerini gösteren EEG cihazını geliştirip bugünkü hale getiren, 13 patent almış (bunların 7’si farmakolojik ilaç ve 3 tanesi halen aktif olarak kullanılıyor) “saygın” bir bilim insanı olarak anılıyor. Muazzez İlmiye Çığ önemli bir Sümerolog olarak, Ayhan Songar Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalının ve çağdaş psikiyatrinin kurucularından biri olma kimliği ile parlatılıyor. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümünde Ayhan Songar’ın adını taşıyan bir amfi de bulunmaktadır. Ayrıca memleketi Balıkesir’deki Bandırma KYK öğrenci yurduna da ismi verilmiştir.
En başta söylediğimizi vurgulayarak bitirelim. Gördüğümüz gibi kimilerinin sırf Kemalist, cumhuriyetçi ve hatta ateist olduğu için göklere çıkardığı Çığ, faşist, ırkçı zihniyette katıksız bir anti-komünist olarak yaşadı ve öldü. Kadim Ortadoğu halklarının tarihine dair çalışmalarının bilimsel değeri ne olursa olsun, işçi sınıfının nezdinde bir sınıf düşmanı olarak bilinecek ve öyle hatırlanacaktır.
[1] Muazzez İlmiye Çığ, İstanbul Arkeoloji Müzelerini oluşturan üç kurumdan biri olan Eski Şark Eserleri Müzesinde, bu alanda uzman bir ekiple çalışarak, kurumun arşivlerinde tercüme edilmeden ve tasnif edilmeden saklanan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılan 74 bin tabletin temizlenmesini, sınıflandırılmasını, numaralandırılmasını sağlamış, 3 bin tabletin kopyasını çıkararak katalog halinde yayımlamıştır. Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitabı bulunmaktadır. Akademi kökeni olmadığı için unvanı yoktur. Ancak 2000 yılında İstanbul Üniversitesi kendisine fahri doktor unvanı vermiştir. Alman Arkeoloji Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Tarih Öncesi Bilimler Enstitüsünün onursal üyesidir.
[2] HZİ adı, Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşi Turan İtil’in annesi olan Hatice Zahit İtil’in isminin baş harflerinden geliyordu.
[4] Serhat Öztürk, Çivi Çiviyi Söker, İşbankası Kültür Yay., s.163
link: Öykü Ilgaz, Faşizme Hizmeti Bilim Şalıyla Örtmek, 16 Aralık 2024, https://marksist.net/node/8402
Kapitalizme Karşı Mücadeleye!