Emekçiler 2024 yılına enflasyon oranının altında yapılan düşük asgari ücret zammı, düşük emekli maaşları zammı, başta akaryakıt fiyatları olmak üzere vergilere ve çeşitli kamu hizmetlerine yapılan yüksek zamlarla başladılar. Rejimin işaretini alan özel sektörde de dayatılan düşük maaş zammı oranlarıyla birlikte, geçen yıl yaşanan yoksullaşmanın devam edeceği böylece tescillenmiş oldu. Ancak bu ekonomik saldırıların yine de gelecek olan saldırılara göre henüz uvertür niteliğinde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Zira, örneğin Martta seçim yapılacak olması nedeniyle iktidar istemediği ölçüde “yüksek” bir asgari ücret zammı yapmıştır. Benzer şekilde, istemediği halde 100. yıl ikramiyesini çalışan emeklilere de genişletmeye mecbur kalmıştır. Bu tür başka örnekler sıralanabilir. Hatta 2023 Mayıs seçimleri dolayısıyla, hiç istenmediği halde, EYT hakkının verilmesi gibi örneklere kadar da gidilebilir. Rejim seçim konjonktürü olduğunda saldırıları bir nebze yumuşatabilmektedir. Bu kapsamda Mart ayı sonundaki seçime kadar göz boyamaya dönük başka şekerlemeler de söz konusu olabilecektir. Mevcut saldırıların emekçilerin yaşamı üzerindeki asıl etkilerinin seçim sonrasında ortaya çıkacak olması bir yana, asıl “kemer sıkma” için seçim sonrasının beklendiği ve esasen yılın ikinci yarısından itibaren daha yoğun bir saldırı dalgasının geleceği görülmektedir. Zaten yakınlarda ilan edilen Orta Vadeli Program (OVP), bütçe ve diğer plan ve raporlar bunu yeterince haber vermektedir.
Tüm sınıf düşmanı karakterine rağmen emekçi kitleler içinde belli bir desteği olan rejim, bu karakterini gizleyebilmek için her ne kadar aleni kemer sıkma programlarından kaçındıysa da, başlamış olan sürecin gözden saklanabilecek yanı kalmamıştır. Birkaç temel veriyle bu noktayı somutlayalım. Faşist rejimin inşa edildiği 2016 yılından bu yana emeğin GSYH’den aldığı pay TÜİK verilerine göre bile yüzde 36’dan yüzde 26’ya düşmüştür. Bu düşüşün birikimli etkisi son birkaç yılda emekçi kitlelerde daha can yakıcı biçimde hissedilmeye başlanmıştır. Satın alma gücündeki sert düşüşler tüm emekçilerin hayatlarını karabasana çeviriyor. TÜİK’in yeni yayınladığı gelir dağılımı istatistikleri bile, son üç yılda gelir eşitsizliğinin artan derinleşmesini tespit etmekten geri duramamış. Toplam gelirden alınan paya göre dizilmiş yüzde 5’lik gruplar içinde gelirleri artan sadece en üstteki iki yüzde 5’lik grup olmuş. Yani en zenginlerin payı artmış, daha çok zenginleşmişler. Geri kalan yüzde 90’ın büyük çoğunluğunda ise alınan pay azalmış. Bunların küçük bir bölümü de sadece yerinde saymış. Faşist rejimin emekliler açısından ne anlama geldiğine ilişkin de benzer nitelikte verilerden söz edilebilir. 2016’da emekli aylıklarının GSYH’ye oranı yüzde 7 iken, 2022’ye gelindiğinde bu oran yüzde 4,5’e inmiştir. Üstelik aynı dönemde emeklilerin nüfusa oranı yüzde 14,7’den yüzde 16,3’e yükseldiği halde bu böyledir. Yine aynı dönemde SGK’ya bütçeden yapılan transferlerin GSYH’ye oranı da yüzde 4,1’den yüzde 2,6’ya düşmüştür. Özetle tüm tablo, çalışanıyla, emeklisiyle, düşük gelirlisiyle, orta gelirlisiyle emekçilerin tamamının bu rejim altında açık bir saldırı altında olduğudur.
Ancak emekçi kitlelerin giderek artan yoksullaşması ve büyüyen borç yükleri bir yana, rejimin şimdiye dek uyguladığı ekonomi politikalarının kendisi açısından yarattığı çelişki ve açmazlar da büyümüştür. Büyük emperyalist merkezlerden yönetilen uluslararası sermaye kanallarından akan kaynağın giderek kesilmesi, Hazine’nin tamtakır edilmesi, dış ödemeler dengesinde kriz noktasına yaklaşılması, yeni kaynak bulmanın maliyetinin aşırı derecede yükselmesi (ülke risk priminin zirve noktalara fırlaması) gibi sorunlar ve artık rejimin gayrimeşru alternatif yollardan (Rusya ve İran’ın yaptırımlar dolayısıyla düştükleri sıkıntıları hafifletmek için yürütülen örtülü operasyonların getirileri, uluslararası narko-mafyatik yeraltı ekonomisinden daha yüksek pay almak suretiyle edinilen kaynaklar, şaibeli altın ticareti, Körfez şeyhlikleriyle şaibeli bağlantılar, işlemler vb.) sağladığı kaynaklarla çarkı döndürmesinin olanaksız hale gelmesi gibi hususlar kısaca sayılabilir.
Rejimin ekonomi politikalarının seyrine dair
İktidarın Mart ayında yapılacak yerel seçimler nedeniyle bir parça törpülemek zorunda kaldığı taze saldırı adımları, kaçınılmaz hale gelmiş bir U-dönüşünün eseridir. Bu dönüş için 2023 Mayıs seçimleri beklenmiş ve sonrasında derhal yeni bir ekonomi programı ve dışarıdan ithal ekonomi yönetimi kadrosu oluşturulmuştu. Böylece önceki dönemin politikasının ana sloganı olarak afra tafrayla uygulanan faizi düşürme politikası ve demagojik “nas” söylemi sessizce kenara bırakıldı ve ucuz krediyle mesut edilen ve iktidarla sıkı bağları olan sermaye kesimlerininsızlanmalarına da “biraz sabır” dendi. Yeni programın asıl hedefi dışarıdan sermaye akışının canlandırılmasıydı ve bunun için hızla saldırı stratejisi şekillendirildi. Bu kapsamda gerekli görülen hedeflerden biri de enflasyonun düşürülmesiydi. Asgari ücret artışının gerçekleşen enflasyona göre değil de sözde “beklenen enflasyona” göre yapılması gerektiği söylemi tam da bu amaç ve hedeflerle ilgilidir. Nitekim Goldman Sachs ve Moody’s asgari ücret artışının 12 ay sonra beklenen enflasyondan daha yüksek olmaması gerektiğini belirtirken, IMF de benzer bir değerlendirmede bulunmuştu. Yani iktidarın programının temel ayaklarından birisi zaten düşmekte olan reel ücretleri daha sistemli biçimde düşürmektir.
Rejim bu U-dönüşü aşamasına neden ve nasıl gelmiştir? Bunu ortaya koymak hem günü anlamak hem de önümüzdeki döneme hazırlıklı olmak için yararlı olacaktır. Öncelikle şunu belirtmek gerekli: İktidarın izlediği ekonomi politikalarını basitçe iş bilmezlik, kifayetsizlik, irrasyonellik vb. olarak görüp, muhaliflik adına, sosyal medya başta olmak üzere çeşitli medya mecralarında eleştirinin odağını tümüyle bu tür argümanlara yönlendirmek işçi sınıfının çıkarlarına uygun düşmeyen sığ ve saptırıcı bir tutumdur. Bunun çeşitli sonuçları var. Bunlardan birisi sanki iş bilir kadrolar gelirse ve “rasyonel” politikalar izlenirse işçi-emekçi kitlelerin yaşadığı yoksulluk sorunu, geçim sorunu gibi sorunlar hallolur sonucudur. Nitekim söz konusu politikalara karşı çıkan kimi sözde muhalif iktisatçılar rejim ekonomi kadrosunu değiştirip güya “rasyonel” politikalar izlemeye başlayınca alkış tutmaya başladılar.
Türkiye ekonomisinin diğer birçok kapitalist ülke gibi dış sermaye akımlarına bağımlılığı yüksek bir ekonomi olduğu bilinmektedir. Hele de emperyal-yayılmacı bir dış politika izlemek isteyen bir iktidar söz konusuyken bu zaaf çelmeleyici olabilmektedir. Türkiye kapitalizminin bu müzmin kaynak sorunu, sistematik olarak cari açık vermesinin de temelinde yatmaktadır. Zengin kapitalist ülkelerden sermaye girişi oldukça, hele de bu giriş düşük maliyetli olunca, işler yolunda gidiyormuş izlenimi oluşur. Nitekim AKP iktidarının ilk döneminde tam da böylesi bir durum yaşanmıştı. Daha fazla getiri arzusuyla az ve orta gelişmiş kapitalist ülkelere bolca akan nispeten ucuz maliyetli para sayesinde aldatıcı bir zenginlik ve refah havası oluşmuş, başta AKP ile organik bağlı sermaye kesimleri olmak üzere, sermayenin tüm kesimleri cümbüş havasına girmişti. Hatta işleri yolunda giden küçük-burjuvazi ile tüketim kalıpları genişleyen işçi sınıfının geniş kesimleri de AKP’ye büyük teveccüh göstermişlerdi. Ancak bu toplu eğlence cari açığın ve her seviyede borçların büyümesi pahasına yaşanmıştı. 2013’ten itibaren kapitalist dünya ekonomisinin ana merkezlerinde paranın kısılmaya başlamasıyla birlikte Türkiye ve benzeri ülkeler için eğlencenin sonuna gelindi.
Çeşitli siyasal gelişmelerin bir sonucu olarak zaten otoriterleşme yoluna giren Türkiye çok geçmeden faşizme geçti. Erdoğan ve şürekası faşist rejim kurulduğunda genel olarak uluslararası sermayenin ve Batılı emperyalist güçlerin desteğini almış değildi. Bu durum sürekli olarak dış sermayeye ihtiyaç duyan yapısı nedeniyle hem genelde Türkiye kapitalizmi için hem de Erdoğancı sermaye fraksiyonu ve rejim için sıkıntı kaynağıydı. Böylece 2018’den itibaren bir yanıyla sözde “ekonomik bağımsızlık” adına ekonomik “deneylere” girişildi. Özellikle Erdoğan’ın damadının ekonominin başına getirilmesiyle sembolleşen bu dönemde plan üstüne plan açıklandı. Ancak bunlar bir yandan köklü çelişkiler nedeniyle zaten açmazlara gebe olduğu gibi bir yandan da sistematik olmaktan uzaktı ve birbiri ardına tökezlemeler, savrulmalar yaşandı. Mevcut dünya konjonktüründe “bağımsız” bir çizgi izlemenin mümkün olduğunu telkin eden uzmanların da teşvikiyle bu yöneliş tüm çelişkileri ve çarpıklığıyla somutlanmaya çalışıldı.
Elbette bu yöneliş içeride çeşitli sermaye fraksiyonları arasındaki çıkar farklılıkları düzleminde de bir yere oturuyordu. Erdoğancı siyasi eğilimin organik bağlantılı olduğu sermaye kesimleri, kendilerine yer açmak, hâkim pozisyona yükselmek, dolayısıyla atılım yapmak için fazlasıyla hırslı bir yönelişe sahiptirler ve bu kesimler için yoğun devlet desteği ve bunun özellikle motor öğesi olan ucuz krediler hayati önem taşımaktadır. Rejimin bu sermaye kesimlerini ucuz kredilerle vb. koruyup kollaması, semirtip palazlandırmaya çalışması sadece ilgili sermaye fraksiyonunun dolaysız ekonomik çıkarlarıyla bağlantılı değildir. Bu politika söz konusu sermaye kesimlerinin işletmelerinde çalışan işçilere ve bunların genel sosyal ve mekânsal muhitinde yer alan küçük-burjuvaziye, esnafa vs. de uzanan boyutlar içermektedir. Söz konusu işletmelerin büyük bir kesiminde hüküm süren dini kisveli ilişkiler ağıyla, patronla işçiler arasında modern emek-sermaye ilişkilerinin dışında bağımlılık ilişkileri etkin olabilmektedir. Bu tür önemli ve karmaşık sosyal-siyasal boyutları da olan söz konusu ekonomi politikaları rejimin toplumsal dayanakları açısından önemli bir işlev görmektedir.
Buralar işçisiyle, patronuyla, bunların genel muhit olarak etrafındaki esnafı, küçük-burjuvazisiyle AKP’nin doğrudan ve dolaylı mekanizmalarla oldukça derin nüfuz etmiş olduğu alanlardır. Gerçek bir maddi temeli olmasa da, bir tür sınıflar arası kader birliği duygusu buralarda azımsanamayacak bir eğilim olarak mevcuttur. Elbette hayat durduğu yerde durmamakta, modern kapitalist ilişkiler gitgide daha ağır basmakta ve bu eğilimin altını oymaktadır. Bunu görmezden gelmek yanıltıcı olur. Ancak bu eğilimin hâlâ oldukça etkili olduğu gerçeğine göz kapamak da bir başka yanılgı olur. Patronumun işleri iyi gitsin ve benim de işim olsun, varsın ücretler yeteri kadar yüksek olmasın, işsiz kalmaktansa düşük ücretli bile olsa bir işim ve destekleyici sosyal yardımlar olsun anlayışı buralarda nispeten güçlü bir zemin bulmaktadır. Erdoğan’ın çeşitli dönemlerde, ama özellikle 2023 Mayıs seçimlerinden önceki dönemde, ücretler, sosyal haklar gibi konularda değil, özellikle “işçi atılmaması” konusunda kapitalistlere sürekli uyarıda bulunması ve buna dönük özel teşvikler getirmesi boşuna değildir.
Sonuç olarak Erdoğan liderliğindeki rejim, ekonomik dinamikler bakımından uluslararası düzlemde sıkışmışlığına bir çare arayışının yanı sıra, kendi destek ve dayanaklarını güçlendirmek ya da hiç olmazsa bunların erimesini önlemek veyahut sınırlandırmak için, sözde “millici” ekonomi politikalarını benimsemişti. Bu dönemde Erdoğan, “ekonomi benim uzmanlık alanım”, “faiz sebep enflasyon neticedir” diyerek üst perdeden nutuklar attı. Şimdi bunları duymuyoruz. Ama hangi “rasyonel” maddi çıkar bağlamlarına oturuyor olursa olsun, sözde “millici” politika, dövizin fırlamasına, Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarının erimesine, dış borç maliyetlerinin artmasına, enflasyonun yükselmesine, cari açığın büyümesine yol açtı. Yaşanan gerilim, sonunda damadın “görevden affını” getirdi ve aksi yönde çizgiyi temsil eden isimler bakan ve Merkez Bankası Başkanı olarak göreve getirildi. Ama yeni isimlerle düzülen vitrin eşliğinde başlatılan yeni yönelişin ömrü de pek uzun olmadı. Ucuz kredi yönelişinden çark etme anlamına gelen yeni çizgi rejimin farklı kanatlarından itirazların yükselmesine yol açtı. Sonuçta bu yeni isimlere ve yeni yönelişe karşı olanlar tekrar üstün geldiler ve yeni bir tasfiye dalgası yaşandı. Ardından “heterodoks yaklaşımlı epistemolojik kopmasıyla” maruf, sıkça alay konusu olan Nebati dönemi başladı. Bu dönem damat döneminin “millici” çizgisinin bir kez daha denenmesi anlamına geliyordu. Düşük faiz yüksek enflasyon ortamında elinde parası olanların dövize kaçışını ve dövizin yükselişini engellemek için döviz satışlarıyla Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarının dibini sıyırma eğilimi sürdürüldüğü gibi, parası olanlara TL’de kalmaları için KKM adıyla ballı kaymaklı kazanç olanakları sunuldu. Ancak iflasa doğru gidiş doğal olarak değişmedi ve gerçekte daha Mayıs 2023 seçimleri gelmeden bu son “millici” hezeyanın da ömrü bitti. Yeni U-dönüşü için mecburen Mayıs seçimlerinin geride kalması beklendi.
İşçi sınıfı için mücadeleden başka seçenek yok
Sözde muhalif iktisatçılardan bazılarının bile doğru (“rasyonel”) yola girildiğine dair takdir ettikleri yeni yönelişin bir ekonomik ferahlama getireceği söylenebilir mi? İngiltere’den getirilen ve küresel sermaye çevrelerinin iyi tanıdığı yeni Maliye Bakanı, “Türkiye’nin rasyonel politikalara dönmekten başka şansı kalmamıştır” diyerek işe başlamıştı. TÜSİAD burjuvazisi de sevinçle karşılamıştı bu U-dönüşünü. Ancak yürütülen programın pek kolay ilerlemediği, sendelediği görülüyor. Dış sermaye çevrelerini ikna etmek için yapılan ziyaret üzerine ziyaretler henüz ümit verici bir sonuç vermiş değil. Faizler hayli yükselmiş olmasına rağmen hâlâ resmi enflasyon oranının altında kaldığı gibi, iktidarın her an ters yöne dönme ihtimali yabancı sermayeyi tereddütlü kılmaktadır. Rejimin NATO cephesindeki birçok tavizi ve süngüsünü düşürmüş hali de para musluklarının açılması için Batı’ya güven verme çabasını somutlamaktadır. Benzer şekilde uyuşturucu ve mafya çetelerine yönelik operasyonlarla gri listeden çıkma çabası da sergileniyor.
Diğer taraftan hızla yükseltilen faizlerle birlikte ucuz kredi muslukları belli ölçüde dara giren, rejimin organik destekçisi bazı sermaye çevrelerinin bu programdan pek hoşlanmadıkları biliniyor. Son günlerde yeni Merkez Bankası Başkanına dönük yıpratma çabası hiç kuşkusuz bu kanatların hoşnutsuzluğuyla bağlantılıdır. Erdoğan farklı hizip ve kanatları dengede tutarak yol almaya çalışmaktadır. Ancak nesnel durumun çelişkilerinin keskinliği nedeniyle çok sayıda tasfiye, kelle uçurma, istifa kaçınılmaz olmaktadır. Nitekim son olarak çiçeği burnundaki Merkez Bankası Başkanının da görevden alındığı açıklanmış bulunuyor. Aslında tam da bu ex-başkanın kısa bir süre önce sarf ettiği şu sözler, kendi söylem tarzı içinde, işçi sınıfının yeni programa usluca riayet etmesi gerektiğini telkin etmenin yanı sıra, farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çekişmelerin gerçekliğini de dile getirmektedir: “Ekonomik gelişmeler gerçekleştikten sonra, ortaya çıkan durumun tasviri konusunda paydaşların ortak zeminde buluşabildiğini gözlemliyoruz. Ancak, çözüm konusunda görüş birliği sağlanamadığı ölçüde çözüme gidiş de zorlaşabiliyor. Bu nedenle tüm paydaşların, meslek ve iş kolları gruplarının, sivil toplum kuruluşlarının kendine hem içeriden hem dışarıdan bakabilmesi ve ortak çıkar kümesini maksimize etmeye odaklanması, içinde yaşadığımıza benzer dönüm noktalarında hayati önem taşıyor.”
Bütün bunların kapitalist dünya ekonomisinin derin bir kriz içinde olduğu ve her an yeni jeopolitik krizlerin patlayabildiği bir dünya konjonktüründe gerçekleştiği asla unutulmamalıdır. Çeşitli küresel sermaye kuruluşlarının dünya ekonomisine dönük değerlendirme ve öngörüleri pek parlak bir tablo koymuyor ortaya. Aksine büyüyen risklere ve durgunluğa dikkat çekiliyor. Örneğin Dünya Bankası son hazırladığı Küresel Ekonomik Beklentiler Raporunda 2024 sonuna ilişkin olarak dünya ekonomisinin son 30 yılın en düşük beş yıllık büyümesi ile karşı karşıya olduğunu tespit ediyor. Büyümedeki zayıflığın yanı sıra küresel ticaretin de 2024’te pandemiden önceki on yılın ortalamasının ancak yarısı seviyesine ulaşabileceği hesap ediliyor. Ayrıca “gelişmekte olan ekonomilerin borçlanma maliyetlerinin yüksek kalması ve küresel faiz oranlarının enflasyona göre düzeltilmiş olarak son 40 yılın en yüksek seviyelerinde olmasının muhtemel olduğu” belirtiliyor.
Tüm dünyada yükseltilmiş faizler nedeniyle devletlerin borçlarında da önemli sıçramalar yaşanmıştır. Bu faizlerin bir faturası var. Bu yıl bu yükseltilmiş faizlerin faturasının iki trilyon dolara ulaştığı görülüyor. Burjuva devletler bu faiz borçlarını ödemek için kaçınılmaz olarak sosyal harcamalardan kısma yönünde davrandılar. Savaş konjonktürü dolayısıyla tüm dünyada askeri bütçeler arttırıldığına ve sermayeden alınan vergilerde hiçbir anlamlı artış da söz konusu olmadığına göre esasen işçi-emekçi kitlelerin faydalandığı sosyal harcamaların daha da darbe alacağını, dolaylı ve dolaysız vergilerin daha da artacağını görmek zor değildir. Bu faizlerin faturası sonraki yıllara da artan ölçüde uzanmaktadır. IMF verileri üzerinden yapılan bir analize göre devletlerin 2027’de yapacağı faiz ödemesinin 3 trilyon dolara çıkması bekleniyor.
Bu sıralananlar sadece doğrudan ekonomik etmenlerin bir bölümüdür. Diğer taraftan raporda da “jeopolitik” denilerek işaret edilen riskler var. Gerçek şu ki, yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının ve jeopolitik gerilimlerin ekonomik etkilerinin olmayacağı düşünülemez. Her şeyden önce genel olarak ticaret savaşlarının kapitalist dünya ekonomisi üzerinde baltalayıcı bir etki yarattığı ortadadır. Uluslararası ticarette son yıllarda ciddi düşüşler kaydediliyor. Savaş gerçeği ve jeopolitik gerilimler zaten halihazırda önemli değişikleri tetiklemiştir. Çin’in yeni bir dev güç olarak hızlı yükselişi birçok şeyi değiştirmektedir. Enerji temininde artan riskler genel olarak tüm metaların maliyetlerini ve fiyatlarını yükseltme yönünde bir eğilim yaratırken, çeşitli coğrafyalarda patlak veren savaş ve gerilimler de tedarik zincirlerinin bozulmasına, ticaret rotalarının değişmesine yol açmaktadır. Enerji maliyetlerinin yanı sıra bu etmenler de meta fiyatlarını yükseltici yönde etki yapmaktadır. Sadece Husilerin halen yürümekte olan Gazze savaşı dolayısıyla Kızıldeniz’in güney giriş bölgesinde ticaret gemilerine yaptığı birkaç saldırı bile denizyolu nakliyesinde ciddi aksamalara ve maliyet artışlarına yol açmıştır.
Tüm bu tabloya bakıldığında, özetle kapitalist dünya ekonomisinin de, onun bir parçası olan Türkiye kapitalizminin de yeni yıla sorun ve açmazlar içinde girdiği görülüyor. Hem dünya işçi sınıfının hem Türkiye işçi sınıfının önünde zorlu bir mücadele dönemi uzanmaktadır. Türkiye’de rejimin şu anda yürüttüğü saldırı programı ister başarılı olsun ister yarı yolda çöksün, işçi sınıfı açısından hiçbir hayırlı sonuç çıkması söz konusu değildir. İşçi sınıfının kavgadan başka seçeneği bulunmuyor.
link: Levent Toprak, Ekonomide Dönüş Çok, Saldırı Bâki, 13 Şubat 2024, https://marksist.net/node/8192
İliç’te Sermaye-Rejim İşbirliğiyle İşçi ve Çevre Katliamı!