Pandemi öncesinde esas olarak emperyalist metropollerin dışında kalan ülkelerde öne çıkan ekonomik sorunlardan biri olan enflasyon, pandemi döneminde emperyalist metropollerde de ciddi bir sorun haline geldi. Öncesinde, nasıl olur da enflasyonu biraz arttırabiliriz diye kafa patlatan metropollerin burjuva iktisatçıları, o zamandan beri enflasyonu nasıl dizginleriz sorusuna yanıt arıyorlar. Hal bu olunca doğal olarak ilk yapılması gereken, enflasyonun nedenlerini ortaya koymak olmalıydı. Ama burjuva iktisatçıların esas misyonu kapitalist iktisadın sınıfsal gerçekliğinin üstünü örtmek olduğundan, bu konuda da tam bir çarpıtma operasyonu devrededir.
Bunda da başı Amerikan ve AB Merkez Bankaları ile IMF ve Dünya Bankasının yetkilileri çekmektedir. Bunlar elbirliği ve koordinasyon içerisinde, enflasyonun tüketim talebindeki fazlalıktan kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Yani tüketiciler daha çok tüketmek istiyorlar, bu da talebi ve dolayısıyla da tüketim mallarının fiyatlarını arttırıyor! Dahası, canlanmış tüketim nedeniyle yatırımlar da, üretim araçlarına dönük talep de artıyor ve bu yüzden onların da fiyatları artıyor! Böylelikle de birbirini besleyen bir döngü oluşuyor! Teşhis bu olunca tedavi de talebi kısmak oluyor. Talebi kısmak için de ücret artışlarının önüne geçmek, krediye ulaşım imkânını daraltmak ve işsizliği arttırmak gerekiyor, diyorlar. Bunun da yolu faizleri arttırmakmış. Bunun ekonominin yavaşlaması, üretimin düşmesi, işsizlikte artış ve ücretlerde düşme sonucunu doğuracağı kesindir ve zaten bu “dolaylı sonucu” arzu ettiklerini söylemekten de çekinmiyorlar. Yani, enflasyon başta gelmek üzere kendi yarattıkları krizin sonuçlarını emekçilerin sırtına bindirmenin teorisini yapıyorlar.
Bu kemer sıktırma politikası, “iktisat bilimi”nin bir gereği olarak sunuluyor ve sözde muhalif partiler bile, sorunu çözmek için tek geçerli ekonomi politikasının bu olduğunu savunuyorlar. Gerçeklik bundan daha fazla ne kadar çarpıtılıp baş aşağı çevrilebilir ki! Böylesi ağır ve derin bir kriz döneminden geçilirken, talep fazlalığından değil olsa olsa talep eksikliğinden bahsedilebilir. Tüm dünyada emekçiler pandemi sürecinde daha da yoksullaşmış ve patlayan enflasyonla iyice soyulmuşken, bunun sorumluluğunu emekçilerin tüketim taleplerine bağlayacak denli büyük bir yüzsüzlük söz konusudur. Sefalete sürüklenen yüz milyonlarca emekçi varken, hiç utanmadan ve ekonomi bilimi diyerek bunu savunuyorlar! Köşe yazılarında, finans bültenlerinde, tartışma programlarında, röportajlarda, basın açıklamalarında vb. ciddi bir yüzle, bilimsel bir açıklama yapıyor pozlarına bürünerek bunu söylüyorlar. Bu tek ağızdan yürütülen ideolojik saldırı karşısında örgütsüz ve bilinçsiz yığınlar da bu söylenenlere inanmaya başlıyorlar. İş o noktaya varabiliyor ki, faizlerin arttırılması gerektiğini, reel ücretlerin ise arttırılmaması gerektiğini bizzat emekçilerin (tabii ki en çok beyaz yakalıların göreli yüksek ücretli kesimlerinin) ağzından duyar hale geliyoruz. Türkiye’de de sözde muhalif CHP’nin ilan ettiği ekonomi politikasının akıl hocalığını yapan neo-liberal iktisatçılar, faiz arttırmak ve kemer sıkmak gerektiğini, acı reçetenin kaçınılmaz olduğunu söylüyorlar.
Oysa bugün başta emperyalist metropoller olmak üzere tüm dünyada azgınca bir enflasyon yaşanmasının (Türkiye’deki hiper enflasyonunun farklı özgün nedenleri söz konusudur) ve böylelikle tüm dünya emekçilerinin daha da yoksullaşmasının en temel nedeni, Merkez Bankalarının kapitalist tekelleri kurtarmak için karşılıksız para basmasıdır. Böylelikle yaratılıp tekellerin kasalarına aktarılan meblağ tüm dünyada onlarca trilyon dolar düzeyindedir. Pandemi süreci içerisinde yaklaşık 1,5 yıl boyunca enflasyonu geçici addederek küçümseyen burjuva iktisatçıların esas derdinin bu transferi sürdürmek olduğunu defalarca vurguladık. Enflasyonun temel ve ikincil nedenlerini şu şekilde özetlemiştik: “kartel dayatmalarından kaynaklı enerji, hammadde ve taşımacılık fiyatlarındaki artışlar genel bir fiyat artışını beslese de tek neden bu değildir. Yaşanan fiyat artışları ve patlayan enflasyonun arkasında başka faktörler de bulunuyor. Farklı ürünler için farklı faktörler öne çıkabilecek olsa da sebeplerin en başına emperyalist metropollerin Merkez Bankalarının karşılıksız bastıkları onlarca trilyon dolar/euro nedeniyle paranın değer kaybetmesini koymak gerekir. Enflasyonun patlamasının ana nedeni budur. Buna bağlı olarak bir diğer nedeni de spekülasyon oluşturuyor. Piyasaya sürülen trilyonların önemli bir bölümüyle dev yatırım bankaları ve finans kuruluşlarının emtia borsalarında giriştiği spekülatif operasyonlar inanılmaz boyutlardadır. (…) Fiyat artışlarının bir diğer nedeni de, küresel tedarik zincirlerindeki bozulma ve aksamalardır. İster iktisadi nedenlerden kaynaklanıyor olsun ister hükümetlerin aldığı pandemi karşıtı önlemlerden, bu alandaki aksamalar hem pazara mal çıkmasını engellemekte hem de bu yüzden fiyatların daha da artmasına yol açmaktadır. Büyük güçler arasındaki hegemonya savaşını ve bunun yansımalarını da enflasyonist bir faktör olarak sayabiliriz. (…) En son olarak da, son yıllarda etkileri iyice belirginleşen iklim krizini bir faktör olarak sayabiliriz. (…) Bütün bu faktörler birleşerek tüm dünyada bir kez daha yüksek enflasyonun hortlamasına yol açmaktadır.”[1]
Burjuva iktisatçıların çoğu bu hususlara ya hiç değinmezler ya da şöyle bir değinip geçerler. Çünkü bunları dillendirmek, kapitalist şirketlerin emeği sömürmekle kalmayıp her türlü fırsatı kullanarak halkı yağmaladığını, hükümetlerin de para basıp neredeyse bedavaya kapitalist tekellere dağıttığını ve onları kolladığını söylemek anlamına gelir.
Kapitalistler her zamanki gibi emeğe saldırıyorlar. Oysa tüm bu sürecin zaten en büyük kaybedeni emektir. Bağıra bağıra söyledikleri yalanlara rağmen, dünyanın her yerinde hem tek tek emekçilerin reel ücretleri düşmüş, hem de genel olarak emeğin milli gelirden aldığı pay gerilemiştir. Buna mukabil aynı süreçte, başta finans sektöründekiler olmak üzere kapitalist şirketlerin kârlarında artışlar yaşanmıştır. Bu o denli göze batar hale gelmiştir ki, şirketlerin vurgunculuğunun, fırsatçılığının ve spekülasyonlarının da beslediği bir enflasyon ortadayken tüm yükün emekçilerin sırtına bindirilmesine, kimi burjuva iktisatçılardan da itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bu iktisatçıların enflasyon verilerini detaylı şekilde analiz ederek vardıkları sonuç, yukarıda enflasyonunun nedenlerine dair ortaya koyduğumuz görüşü doğrular niteliktedir.
IMF’nin çeşitli departmanlarında çalışan bazı araştırmacıların kaleme aldığı bir yazı Avrupa somutunda bu gerçeği dillendiriyor: Pandemi öncesine göre ortalama kâr oranları artmış, reel ücretler gerilemiştir. Peki şirketler bu kârlılık artışını nasıl sağlamışlardır? IMF uzmanlarına göre, ücretlerin aynı kalması ya da düşmesine rağmen (reel ücretler bu süreçte Avrupa’da %5 civarında gerilemiştir), girdi maliyetlerindeki artışı fiyatlara çok daha fazlasıyla yansıtarak: “Şirketlerin fiyatları ithal enerji maliyetlerinden daha fazla arttırmasıyla, artan şirket kârları son iki yılda Avrupa’nın enflasyonundaki artışın neredeyse yarısını oluşturuyor. (…) Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından ithalat maliyetlerinin artması ve şirketlerin maliyetlerdeki bu doğrudan artıştan fazlasını tüketicilere yansıtması nedeniyle Euro bölgesindeki enflasyon Ekim 2022’de yüzde 10,6 ile zirve yaptı. (…) şimdiye kadarki yüksek enflasyon, esas olarak yüksek kârları ve ithalat fiyatlarını yansıtıyor.”[2] Söylediklerine göre, fiyat artışlarının yaklaşık %85’i şirketlerin artan kârlarından ve ithal malların fiyatlarındaki artıştan kaynaklanıyor. Başka iktisatçılar da aynı olguyu saptayıp, buna “kârların sürüklediği enflasyon” ismini takmışlar.
Bu gerçeklik yalnızca Avrupa’ya mahsus değil kuşkusuz. Oxfam ve ActionAid tarafından Forbes dergisinin “Küresel 2000” listesine dayandırılarak yapılan analize göre, küresel ölçekte 722 şirket, hem 2021 hem de 2022 yıllarında, 1 trilyon dolar fazladan kâr etmiş görünüyorlar. Bu kârların kaynağında yatan şey ise söz konusu dev tekellerin, çoklu krizleri (enerji krizi, tedarik krizi, iklim krizi vb.) bahane ederek ürün ve hizmetlerin fiyatlarını aşırı şekilde şişirmeleri. Oxfam yetkililerinden biri bu durumu şöyle ifade ediyor: “Gittikçe baskın olan birkaç şirket, zengin hissedarlarının ceplerini doldurmak için piyasaları tekelleştiriyor ve fiyatları çok yüksek tutuyor. Büyük ilaç şirketleri, enerji devleri ve büyük süpermarket zincirleri, hem salgın hem de yaşam maliyeti krizi boyunca utanmadan kâr marjlarını şişirdiler. En endişe verici olanı, artan oranlı vergilendirme de dâhil olmak üzere herhangi bir düzenlemenin yokluğunda hükümetlerin de buna davetiye çıkarmış olması.”[3] Kapitalizmin yıkılmasını değil, ıslah edilmesini hedefleyen Oxfam gibi kuruluşlar, bu durumu, “ayıp”, “utanç verici”, “endişelendirici” vb. sıfatlarla değerlendirip çareyi aşırı kârlar üzerinde ciddi vergilendirmelerde görüyorlar. Oysa sundukları veriler, durumun kapitalizmin özünden, onun işleyişinden kaynaklandığını ve vergilendirmenin çözüm olamayacağını gösteriyor. Ama vurgulamak da gerekir; durum o denli “aşırıya kaçmıştır” ki, gerçekten de, sadece ciddi vergilendirmeler bile bugün yüz milyonlarca insanın hayatını bir günde değiştirebilecek kadar geniş bir kaynak yaratılmasını sağlayacaktır. Örneğin, bu aşırı kârların dörtte birine vergi olarak el konulsa, iklim krizine karşı kırılgan durumda olan ülkeler için planlanan kayıp ve zarar fonu rahatlıkla oluşturulabilir. Ya da yoksul ülkelerdeki 3,5 milyar insana sosyal koruma ve sağlık desteği sağlanabilir. Bu aşırı kârların yedide biriyle, bu ülkelerde okul öncesi, ilkokul ve ortaöğretime erişim eksiği tamamen giderilebilir!
Her yıl toplam 1 trilyon dolar aşırı kâr eden uluslararası tekeller hangileridir diye baktığımızda, en başta enerji tekellerini görüyoruz. Sonra da gıda tekelleri, ilaç tekelleri, küresel market zincirleri vd. geliyor. Uyguladıkları tekelci fiyatlar ve başını çektikleri spekülasyonlarla kazandıkları fazladan kârların boyutları inanılmazdır. Öyle ki, 18 gıda tekelinin yıllık 14 milyar dolar fazladan kârı, Doğu Afrika’da açlığı yok etmek için gereken kaynağın iki katından fazladır! Bu tekellerin spekülasyonlarıyla geçen yıl küresel gıda fiyatları ortalama %14 artarken, Etiyopya, Kenya, Somali ve Güney Sudan’da her 28 saniyede bir kişi açlıktan öldü!
Tablo bu olduğundan, sermayenin akıl hocaları ya da deneyimli liderleri, uyarı çanlarını çalıyorlar son yıllarda. Bunun son örneklerinden birini Fransa’nın en köklü bankalarından Societe Generale’in küresel stratejisti Albert Edwards’ın analizlerinde görmek mümkün. 4 Nisan 2023 tarihli analizinde şunları söylüyor: “40 yılı aşkın süre finans sektöründe çalıştıktan sonra artık beni şaşırtabilecek pek bir şey kalmadığını düşünmüştüm. Ancak bu ekonomik döngüde daha önce görülmemiş düzeydeki kurumsal açgözlülüğü hayret verici buluyorum. (…) ABD’de son açıklanan kâr verileri, kapitalist sistemin olması gerektiği gibi işlediğine dair azalan güvenime büyük bir darbe daha vurdu. Şirketler önce pandemiyi, ardından da Ukrayna’daki savaşı «vurgun yapmak» için kullandı. (…) Enflasyon fırsatçılığı mutlaka bitmeli. Aksi takdirde kapitalizmin sonuyla karşı karşıya kalabiliriz.”[4] Her bilinçli kapitalist gibi Edwards da, bu gidişatın “ekonomik sıkıntılarla bağlantılı toplumsal olayları” körükleyeceği ve “uzun vadede kamu düzenine de zarar vereceği” uyarısında bulunuyor. Aynı günlerde, petrol şirketlerinin yüksek kârdan başka bir şey düşünmemesini eleştiren ABD Başkanı Biden da şunları söylüyordu: “Ben bir kapitalistim, şirketlerin adil kârlarıyla ilgili bir sorunum yok ama bu kadarı da yeter.” Fakat bu eleştiri de laftan öteye geçmedi, geçemezdi de.
Toplumsal eşitsizliğin son yıllarda daha da derinleştiğinin bir kanıtını Türkiye’den de verebiliriz. 2016 yılından itibaren, net milli gelir içinde sermaye ve emeğin paylarına bakıldığında, sermayenin lehine olacak şekilde (2019 yılı hariç) sürekli bir artışın olduğunu görüyoruz. 2016’da net milli gelir içerisinde ücret-dışı gelirlerin oranı yaklaşık %49 iken, bu oran 2022 yılında %60’a dayanmıştır. Aynı dönemde resmi TÜİK enflasyonunun da (yine 2019 yılı hariç) sürekli arttığı görülüyor. Bir başka deyişle, enflasyonun tırmandığı bu süreçte, reel ücretler ve emeğin milli gelirdeki payı sürekli düşerken, aslında tam da bu nedenle, sermaye kendi kârlarını arttırmayı başarmıştır.[5] Bu dönem boyunca izlenen düşük faiz politikasıyla, yandaş sermaye grupları lehinde bir ekonomi politikası izlendiği çok söyleniyor da, bu düşük faiz politikasının esas kaymağını bankaların yediği ve bu dönemde kârlarını 8 katına kadar çıkardıkları pek dillendirilmiyor. Görünüşteki tüm rahatsızlığına ve hazımsızlığına rağmen geleneksel finans-kapitalin, rejimin kendisine sunduğu fırsatları afiyetle mideye indirdiği ortadadır. Onların rejime gösterdiği toleransın bir nedeni de budur kuşkusuz.
Bugün gerek Türkiye’de gerekse de dünyada, girdi maliyetlerindeki artışı ya da ücretlerdeki artışı (asgari ücret artışı gibi) bahane ederek fiyatları şişiren sermayeye ve onun temsilcisi olan burjuva iktidarlara karşı mücadele özel bir önem kazanmış durumdadır. Bir enflasyon hortumunun giderek güçlendiği Türkiye’de bu daha da yakıcı bir sorundur. Önümüzdeki dönemde, bizzat devlet kaynaklı zam yağmuru daha da şiddetlenecektir. Şurası çırılçıplak bir gerçek ki, enflasyon meselesi bir sınıf mücadelesi meselesidir. Egemenlerin enflasyonla mücadele adına ileri sürdükleri programlar, sınıflar üstü ve tüm toplumun çıkarlarını hedefleyen programlar değildir, olamazlar da. Yoksulluğu daha da derinleştiren enflasyonist politikalara karşı da, sözümona onunla mücadele için uygulanan kemer sıktırma politikalarına karşı da kararlı bir mücadele yürütülmesi gerekiyor. Bu gerçeklik hiç kuşkusuz ki en başta işçi sendikalarına kararlı bir mücadele görevi yüklüyor. Ama ne yazık ki Türkiye’de bürokrasinin sultası altındaki sendikalardan ciddi bir itiraz yükseldiğine, bir sınıf seferberliğinin inşasına girişildiğine şahit olamıyoruz. O nedenle, bugün sendikaları tabandan silkeleyecek bir işçi hareketinin yaratılması görevi çok daha yakıcı bir görev olarak komünistlerin önünde durmaktadır.
[1] Oktay Baran, Krizin İki Yılı, Pandemi ve Dünya Ekonomisi, 20 Ocak 2022, marksist.net/node/7560
[2] Europe’s Inflation Outlook Depends on How Corporate Profits Absorb Wage Gains, https://www.imf.org
[3] Dünyanın en büyük şirketleri, üst üste 2 yıl 1 trilyon doların üzerinde "aşırı kâr" elde etti, https://t24.com.tr/haber/dunyanin-en-buyuk-sirketleri-ust-uste-2-yil-1-t...
[5] Veriler için bak: Korkut Boratav, Asgari ücret artışı ve kârlar, 30/6/2023, haber.sol.org.tr
link: Oktay Baran, Düşen Ücretler, Artan Kârlar ve Enflasyon Olgusu, 4 Ağustos 2023, https://marksist.net/node/8032
Mafya Bu Rejimin Ayrılmaz Bir Parçasıdır
Silahlanma Harcamaları ve Nükleer Stoklar Artıyor