Amerikan Devletleri Örgütünün (OAS) 1994’ten beri belli aralıklarla yaptığı Amerika Zirvesi 6-10 Haziran tarihlerinde “Sürdürülebilir, Dayanıklı ve Adil Bir Gelecek İnşa Etme” başlığıyla ABD’nin Los Angeles kentinde 9. kez toplandı. Zirvenin, Nikaragua, Küba ve Venezuela’nın çağrılmaması üzerine Meksika devlet başkanı Obrador başta olmak üzere Honduras, Guatemala, El Salvador, Bolivya gibi bazı Latin Amerika ülkeleri tarafından protesto edilip başkanlık düzeyinde katılım sağlanmaması, zirve sırasında yapılan konuşmaların ABD politikalarına eleştiriler içermesi ve sonuç bildirgesinin Latin Amerika devletlerini tatmin etmemesi, ABD’nin dünya üzerinde giderek azalan hegemonyasının bir örneğini daha göstermesi bakımından önemliydi. Elbette ABD’ye bir anlamda sırt çeviren Latin Amerika devlet başkanlarının güvendiği dalın Çin olması da burada üzerinden atlanmaması gereken önemli bir konu. Ayrıca bu zirve, Trump sonrası Biden hükümetinin “ABD geri dönüyor” şiarında odaklanan dış politikasının da bir adımı ve bir anlamda da şimdilik başarısızlığı olarak görülebilir. Zirvenin ağırlıklı konusu ise göç sorunu oldu.
Biden zirvede yaptığı konuşmada, dünyada yükselen enflasyonun, gıda krizinin ve bunlarla bağlantılı olarak göç sorununun sebebinin Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı olduğunu söyledi. Elbette bu savaşın gerçek tetikleyeninin ABD’nin başını çektiği ve Rusya’nın da bu kapışmada kutup başlarından biri olduğu emperyalist hegemonya mücadelesi olduğu gerçeğinden bahsetmedi. Ayrıca Biden’ın konuşmasında kalkınmadaki en önemli etkenin demokrasi olduğuna ve ülkeler arasındaki işbirliğinde demokrasinin önemine vurgu yapması, ABD’nin Latin Amerika ülkelerinde hegemonyasını devam ettirmek için bazen doğrudan bazen dolaylı siyasi müdahaleleri düşünüldüğünde tam bir ikiyüzlülük örneği olarak kayıtlara geçti.
ABD-Latin Amerika ilişkileri
Tarihi boyunca Latin Amerika ülkelerinin kaynakları sömürgeci, emperyalist devletler tarafından kullanılmış, bölge hegemonya mücadelesinin alanı olmuş ve ABD arka bahçesi olarak gördüğü bu bölgeyi kaptırmamak için çeşitli yollar denemiştir. ABD, 19. yüzyıl başlarında İspanya’nın, ikinci emperyalist paylaşım savaşında Almanya’nın ve “Soğuk Savaş” döneminde SSCB’nin önünü kesmek için bölgeye çeşitli müdahalelerde bulunmuştur. Bugün ise hedefinde Çin var.
1815 yılından itibaren bağımsızlıklarını ilan etmeye başlayan Latin Amerika ülkeleri, Avrupa ülkelerinin sömürgeciliğinden sonra bu sefer ABD’ye ekonomik olarak bağımlı olmuşlardır. Amerika 1823 Monroe doktriniyle Avrupa’nın bölgedeki etkisini kırdıktan sonra savaşlar, darbeler, ticari ilişkiler yoluyla Latin Amerika’yı arka bahçesi haline getirmiştir. Petrol başta olmak üzere yeraltı kaynakları, geniş tarım alanları ve ucuz işgücü ABD tarafından sömürülmüştür.
ABD hegemonyasına kendi çıkarları doğrultusunda karşı duran Latin Amerika burjuvazisinin bir bölümü ve siyasi temsilcileri ise ABD sopasıyla karşılaşmıştır. ABD Latin Amerika’da 40’ın üzerinde darbe ya da darbe girişiminde rol almıştır.
SSCB’nin varlığı ve “Soğuk Savaş” koşullarında, Latin Amerika ülkelerini ABD’nin yanında tutmayı garantilemek için 1947’de “Amerika içi karşılıklı dayanışma anlaşması” olarak tanımlanan Rio Paktı imzalandı. Bu pakta 19 Latin Amerika ülkesi imza atmıştı: Arjantin, Bahamalar, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, El Salvador, Guatemala, Meksika, Nikaragua, Panama, Paraguay, Peru, Haiti, Honduras ve Küba. Küba ilerleyen yıllarda anlaşmadan çekildi. SSCB’nin Latin Amerika ülkelerindeki etkisi ABD’nin bölgeye yönelik tertiplerinin gerekçesi yapılmıştı. SSCB yanlısı solcu iktidarların darbelerle alaşağı edilmesinin ilk örneği 1954’te Guatemala’da yaşanmıştı. Guatemala’nın solcu Devlet Başkanı Jacobo Arbenz Guzman’ın yapmak istediği toprak reformu, ülkede faaliyet gösteren Amerikan şirketi United Fruit Company’nin varlıklarını da kapsıyordu. ABD’nin CIA eliyle darbecilere verdiği destekle Guzman bir darbeyle iktidardan indirildi. Askeri diktatörlük 40 yıl sürdü ve 250 bin kişi öldü. 1964’de ise Brezilya Devlet Başkanı Joao Goulart’a yönelik CIA destekli darbe sonrası 2000 kişi hayatını kaybetti. Benzer müdahaleler ilerleyen yıllarda da yaşandı. Şili’de sosyalist Allende yönetimine CIA destekli bir darbe gerçekleştirildi. Darbe sonrasında diktatör Augusto Pinochet’nin yönetiminde Şili, neoliberal politikaların uygulandığı ilk Latin Amerika ülkesi olmuştu. Ayrıca, Arjantin’deki 1976 cuntası, 1979’da El Salvador’da oluşturulan ölüm mangaları, yine 1979’da Grenada’da sosyalist eğilimli Bishop’un katledilerek devrilmesi, 1990’da uyuşturucu ticareti yaptığı bahanesiyle Panama devlet başkanı ve aynı zamanda eski bir CIA ajanı olan Noriega’nın tutuklanıp ABD’ye götürülmesi de bu darbeler arasındadır. 1961’de CIA desteği ile sürgündeki Batista yanlısı Kübalıların başlattığı “Domuzlar Körfezi Çıkarması” olarak adlandırılan darbe girişimiyse başarısız olmuştu.
SSCB’nin dağılmasından sonra ABD ve Batılı emperyalist ülkeler SSCB’den boşalan alanlar üzerinde nüfuz kurmak için kapışmaya başladılar. ABD ön alarak dünya üzerindeki hegemonyasını garantileme mücadelesine başladı. Bugün içinden geçilen 3. emperyalist paylaşım savaşına giden süreç ilk sinyallerini Balkanlar’da başlatılan bölgesel savaşlarla verdi. Bu dönemde Latin Amerika’ya ilgisi bir ölçüde azalan ABD, 2000’li yıllarda sol hareketin yükselmesiyle tekrar Latin Amerika’yla daha yakından ilgilenmeye başladı. Venezuela’da Chavez’e karşı yapılan darbe girişimi ve Bolivya’da Morales’in darbeyle devrilmesi 2000 sonrası dönemin ruhunu anlatır.
2000’li yıllarla birlikte Latin Amerika’da büyüyen sol dalganın da tetiklemesiyle ABD karşıtlığı daha da gelişti. Obama iktidara geldiğinde bu algıyı kırmaya çalışsa da, Küba ambargosunun, serbest ticaret anlaşmalarının ve Amerikan şirketlerinin ve bankalarının ayrıcalıklarının devam etmesi ABD’nin samimiyetsizliğinin göstergesi oldu.
Göç krizi
Zirvenin son gününde, göç sorununa odaklanan “Göç ve Koruma Üzerine Los Angeles Deklarasyonu” açıklandı. Buna göre ABD, 2023 ve 2024’te Latin Amerika’dan gelecek 20 bin mülteciyi sınırlarından içeri almayı ve göçmenler için 314 milyon dolar yardım yapmayı taahhüt ediyor. Ayrıca ABD daha fazla Haitili mülteci almayı teklif ediyor ama bir rakam vermiyor. Oysa ABD Ukrayna’dan 100 bin kişilik göç alacağını duyurmuştu; yani Latin Amerika için taahhüt ettiğinin beş katı! Ayrıca bazı Latin Amerika ülkelerine 1,9 milyar dolar yardım sözü verdi.
ABD’ye Latin Amerika’dan göçün büyüklüğü düşünüldüğünde bu rakamlar çok anlamsız kalıyor: “Resmi verilere göre, 7500 düzensiz göçmen (çoğunlukla Orta Amerika’dan, ama aynı zamanda Küba, Nikaragua Venezuela ve Haiti’den) her gün ABD sınırını geçmeye çalışıyor. Daha geçen Nisan ayında, 234 bin belgesiz insan sınır hattında gözaltına alındı. 2020 Mart ayında Başkan Donald Trump’ın 42. maddeyi yürürlüğe koymasından bu yana Covid-19 pandemisi bahane edilerek 1,8 milyondan fazla göçmen hızlı bir şekilde sınır dışı edildi.”[1]
Zirve öncesinde binlerce göçmen Meksika’daki Tapachula şehrinden ABD sınırına doğru 8. kez yola çıktı. 2018 yılında başlayan “göçmen kervanı” bu kez de zirve öncesine denk getirildi. Göçmenlerin sınırlardan geçiş prosedürlerinin kolaylaştırılması talebi, belgesiz göçmenlere yapılan polis baskısı ve yaşadıkları sorunlara dikkat çekmek için 2 bin göçmenle başlayan kervan 10 binlere ulaştı. Göçmen kervanı göç sorununun geldiği boyutu somutlayan, insanı şok eden bir manzara. Binlerce insan koca bir kitle olarak Latin Amerika’dan ABD’ye yürüyor. Göçmen kafilesi ilk olarak 2018 Ekiminde Honduras’ın San Pedro Sula şehrinden yola çıkan 60 kişi ile yürümeye başladı. Haberin sosyal medyada yayılmasından bir gün sonra kafile binlerce kişiye ulaşmıştı. Bu kafileden önce de insanlar bir araya gelerek gruplar halinde göç yolunu yürüyorlardı ama bu sefer sayıları binleri bulmuştu. Göç yolunda hırsızlığa, cinayetlere, insan kaçakçıları ve uyuşturucu çetelerine karşı korunmak için göçmenler kitleler halinde yürümeyi tercih ediyorlar. ABD sınırını geçmek için günlerce yürüyen göçmenler susuzluk, açlık, şiddetli yorgunluk ve bunlardan kaynaklanan sağlık sorunları nedeniyle zor durumda kalıyorlar. Göçün kitleler halinde yapılması dayanışmayı arttırıyor ve zorlu yürüyüşü bir nebze kolaylaştırıyor. Başta bir güvenlik önlemi olarak başlayan bu durum zamanla bir protestoya dönüşmüş bulunuyor.
Latin Amerika’dan, özellikle de Orta Amerika ülkelerinden gelen emekçiler işsizlik, açlık ve şiddetten kaçarak daha iyi bir hayat ya da bazen sadece hayatta kalabilmek için ABD sınırını geçmeye çalışıyorlar. Irkçılık ve yoğun göçmen emeği sömürüsü nedeniyle orada da onları sorunsuz bir yaşam beklemiyor ama ailelerine bir yaşam kurabilecekleri parayı gönderebilmek umudu on binlerce insanı zorlu ve sonu belli olmayan bu maceraya zorluyor: Başarırsam kurtulurum, başaramazsam zaten yaşamıyorum!
Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile üzerinde yaşayan insanlara iyi bir hayat sunabilecek Latin Amerika’nın doğal kaynakları ve işgücü yerli ve uluslararası sermaye tarafından hunharca sömürüldüğü için yoksulluk, açlık, geleceksizlik hep sorun oldu. 2020 ekonomik krizi tüm dünyada eşitsizlikleri derinleştirirken, Covid-19 pandemisiyle de birleşerek Latin Amerikalı emekçilerin zaten içinden çıkılmaz sorunlarını daha da büyüttü.
“Birleşmiş Milletler Latin Amerika ve Karayipler Ekonomi Komisyonunun (ECLAC) verilerine göre pandemi sürecinde, Latin Amerika için aşırı yoksulluk sınırı olarak kabul edilen ayda 57 doların altında bir gelire sahip olanların sayısı 8 milyon artarak 78 milyona ve yoksulluk sınırı olan ayda 143 dolardan az kazananlarınsa 20 milyon artarak 209 milyona ulaştı. Nüfusun yüzde 40’ından fazlasının yeterli gıdaya erişemediği Latin Amerika’da uzmanlar başta Venezuela, Orta Amerika ülkeleri ve Meksika olmak üzere bölge ülkelerinde göçe sebep olan sosyoekonomik koşullarda iyileşme sağlanmadıkça göç sorununun devam edeceğini bildiriyor. Son sekiz yılda ekonomisi yüzde 80’in üzerinde küçülen Venezuela, son 6 yılda 6 milyonu aşan göçmen sayısıyla Suriye’den sonra dünyada en fazla göç veren ülke olmasıyla dikkat çekiyor.”[2]
ABD’nin asıl derdi Çin’in etkisini kırmak
Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası sonucu kısa sürede ekonomisini büyüten Çin bugün ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü. 1970’li yıllarla birlikte ABD ve AB emperyalizminin yeni bir pazar ve ucuz işgücü kaynağı olarak görüp çok büyük yatırımlar gerçekleştirdiği Çin, bugün emperyalist pazarda Batılı emperyalist güçlerin en büyük rakibi ve artık sadece dünya pazarına sunduğu ucuz mallarla değil Ortadoğu, Asya-Pasifik ve Latin Amerika ülkeleriyle kurduğu bağımlılaştırıcı ilişkilerle de ciddi tehlike olarak görülüyor. Çin bu bölgelere büyük yatırımlar yapıyor, borç veriyor ve bu yolla nüfuzunu geliştiriyor.
Çin bugün Latin Amerika’da ABD’den sonra en çok ticari anlaşmayı yapan ikinci ülke konumunda. Çin ve Latin Amerika arasındaki toplam ticaret 2002’de 17 milyar dolarken, 2019’da bu rakam 315 milyar dolar oldu. Çin Devlet Başkanı Şi Jinping, 2015 yılında yaptığı bir açıklamada Latin Amerika’ya 2025 yılına kadar 250 milyar dolarlık yatırım yapılacağı sözünü verdiğini ve bölge ülkeleriyle yapılan ticaretin 500 milyar dolara çıkmasını beklediğini söylemişti. Yeni Kalkınma Bankası ve İhracat-İthalat Bankası gibi Çin kuruluşları, Latin Amerika ülkelerine krediler veriyor. Venezuela, Brezilya, Ekvador ve Arjantin’e Çin’in verdiği krediler 2005 ile 2019 yılları arasında 137 milyar dolara ulaştı.
ABD’nin toplam ticaretinin beşte birini Latin Amerika’ya yaptığı düşünüldüğünde Çin’in onun için nasıl bir tehdit oluşturduğu daha net anlaşılır. Bunun yanında ABD dâhil dünyada gerileyen büyüme rakamlarına karşın Çin ekonomisinin krizden etkilenmekle birlikte görece daha iyi durumda olması da ABD için bir tehdit unsuru olarak görülmektedir.
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Çin’in bölgedeki genişlemesini “yağmacı ekonomik faaliyet” olarak ifade edip bu konuda Latin Amerika ülkelerini uyarması ve Washington’un “Latin Amerikalı ortaklarını her zaman borç tuzağına yol açan bu anlaşmalardan kaçınmaya teşvik edeceğini” söylemesi, ABD’nin Latin Amerika’daki emperyalist barbarlığı düşünüldüğünde komediden başka bir şey değildir.
Dünyamız emperyalist barbarların elinde hızla yok oluşa sürükleniyor. Emperyalist savaş, kitlesel göç manzaraları, ekolojik kriz ve bunlarla beraber onlarca sorun emperyalistler eliyle mayalanıyor. Amerikan Zirvesi ya da başka onlarca zirve ve toplantıdan emperyalist devletlerin tek muradı kendi çıkarlarını baki kılmaktır. Latin Amerika’da da olan, ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarları temelinde emekçilerin yaşamlarının cehenneme çevrilmesidir. Bölgenin yoksulluğu, on binlerin kitleler halinde ölümü göze alıp ABD sınırına yürümesi, derinleşen eşitsizlik, Latin Amerikalı emekçilerin gelecek kaygısı, ne Latin Amerika devletlerinin ne Çin’in ne de ABD emperyalizminin umurundadır. Latin Amerika’nın yoksul emekçileri “göç kervanı” oluşturmak için sağladıkları birliği kapitalist sisteme karşı bir güce dönüştürdüklerinde ve bu güç dünyanın mücadele eden diğer işçileriyle birleştiğinde, sadece Latin Amerika’nın değil dünyamızın makûs talihinin değişmesi için büyük bir adım atılmış olacaktır.
link: Meral İnci, Amerika Zirvesi: ABD-Çin Kapışması ve Göç Sorunu, 24 Haziran 2022, https://marksist.net/node/7678
Fırlayan Enflasyon ve İkiyüzlü İtiraflar
Dünden Bugüne Bir Bozuk Düzen