Emekçiler olarak yaşamımızın gittikçe zorlaştığı, her anlamda yoksulluğa itildiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Dünya çapında kitlelerin içine itildiği bu durum bir yana, patronların kârına kâr kattığı günleri yaşıyoruz. Türkiye’deyse işçi sınıfı çok daha büyük bir hızla yoksullaşmakta, kaynaklar sermaye sınıfına çok daha dramatik bir hızda aktarılmaktadır. Son olarak TÜİK’in açıkladığı gelir dağılımı istatistiği bunu doğrular nitelikte.
Toplam gelirin nasıl paylaşıldığını ortaya koyan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasına göre en yoksul yüzde 50’lik kesim toplam gelirin ancak yüzde 23,9’una sahipken en zengin yüzde 5’lik kesim toplam gelirin yüzde 21,3’üne sahip. Yani neredeyse toplumun yarısının aldığı payla aynı. 2021 yılında yapılan bu araştırmanın 2020 verilerini ortaya koyduğunu ve aradan geçen bir buçuk yıl içerisinde yaşadığımız yoksullaşmanın geldiği aşamayı düşündüğümüzde bu adaletsizliğin çok daha büyüdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bir eğitim emekçisi olarak bu adaletsizliğin nasıl giderek derinleştiğini kendi yaşamımda gözlemleyebiliyorum. Bir vakıf üniversitesinde çalışıyorum ve birlikte çalıştığımız arkadaşlarımla yaptığımız sohbetlerde öğrenciyken aldığımız bursla yaptığımız harcamayı bugün neredeyse maaşımızla yapamaz hale geldiğimizi konuşuyoruz. Kira, fatura, yol parası, yemek derken sosyalleşmeye, insani ihtiyaçlarımızı gidermeye maddi imkânlarımız yetmiyor. Çalışma koşullarının gittikçe zorlaşması ve sömürünün katmerlenmesi de cabası.
Bulunduğum kurumda önceden eğitimcilerin ücretsiz kalabildiği yurtları zamanla ücretli hale getirdiler. Bununla beraber önceden ev kiraları maaşımıza oranla ödenebilir seviyelerde olduğu için bu yurtları çok nadir kullanıyorduk. Ancak seneler geçtikçe kira masraflarını ödeyemediğimizden yurtları mecburen kullanmaya başladık. Kirada kalanlarımız ise iki kişi, üç kişi birlikte kiraya çıkmak zorundayız ki ancak bu durumda masrafları bölüşerek yetiştirebiliyoruz. Diğer taraftan hükümet ve sermaye eliyle bilinçli bir politika sonucu pıtrak gibi çoğalan anaokulundan üniversitesine özel eğitim kurumlarının sürekli kâr ettiğini bir kez daha vurgulamak isterim.
Vakıf üniversitelerinin öğretim görevlilerine devlet kurumlarından çok daha düşük ekonomik ve özlük haklar sunulduğunu biliyorsunuz. Çalışma hayatının başlangıcında veya ortalarındaki kişiler üzerinden kâr etmek isteyen bir düzen tabii ki yaşı veya unvanı ilerlemiş olsa da kişiler üzerindeki menfaatinden vazgeçmeyecektir. Nitekim bazı vakıf üniversitelerindeki emekli öğretim görevlileri bundan payını alıyor. Tanınmış olmaları vesilesiyle öğrenci çekmenin bir aracı olarak düşünülen emekli hocalarımız konu maaşa gelindiğinde devlet üniversitelerinden az maaş alıyor. Bizler gibi emekli hocalarımız için de güvencesiz çalışma koşulları, sürekli rekabet ortamının körüklenmesi, iş yükü yoğunluğu ekstra zorlayıcı faktörler...
İşin öğrenci tarafı ise ayrı bir boyut. Bundan üç, dört sene öncesine kadar emekçi bir aileden gelen öğrenciler ailesinin mevcut birikimleriyle ya da kendilerini biraz zorlayarak ödeyebildikleri ücretlerle okuyabiliyorlardı. Hem okuyup hem çalışan öğrenci sayısı bugüne göre çok düşüktü. Bugün ise işçi sınıfına mensup bir aileden gelen öğrencilerin çoğunluğu eğitim ücretlerini ödeyebilmek için hem çalışıp hem de okuyor. Tam burslu olanlar yani eğitim ücreti ödemeden okuyanlar dahi çalışmadan eğitimine devam edemez noktaya geliyor. Kurumlardaki yemekhane ve kantin fiyatları uçuk düzeyde olduğundan öğrenciler eskisi gibi doyurucu şekilde beslenemiyor. Çay, kahve bile içemiyorlar. Kaldı ki bizler maaşlı çalışan olmamıza rağmen fiyatlar bizleri bile zorluyor, bizler de eskisi gibi kantinlerden alışveriş yapamıyoruz. Oysa Erdoğan gençlere “aromalı kahve” içip “dünyayı gezme” tavsiyesinde bulunuyor…
İşyerinden arkadaşlarımızla ve öğrencilerle yaptığımız sohbetlerde hep geçmişe dönüp karşılaştırma yapma ihtiyacı doğuyor. Her seferinde hayatımızın elimizden daha fazla çalındığını görüyoruz. Nitekim TÜİK’in resmi verilerine tekrar bakacak olursak geçmişe oranla ne durumda olduğumuzu fark ederiz. Milyonlarca kişinin bulunduğu ücretlilerin yani işçi sınıfının gayrisafi yurtiçi hasıladan (GSYH) aldığı pay 2019’da yüzde 31,4 iken 2021’de yüzde 27’ye gerilemiş durumda. Oysa aynı dönemde şirketlerin payı yüzde 42,7’ten yüzde 47’ye çıkmış. Bankaların ve büyük sermaye gruplarının kârlarını katladığı bugün, bu oranların emekçi kitleler aleyhine daha da kötüleştiği açıktır. İktidar temsilcilerinin bizzat söyledikleri üzere bu sistemden dar gelirliler (işçi sınıfı) dışındakiler, yani patronlar sınıfı kâr ediyor. Dün de böyleydi, ancak bugün bunun katlanarak arttığı bir süreci yaşıyoruz.
Bizler emekçi sınıfın evlatları olarak şunu artık net olarak görüyoruz. Mesleğimiz, çalıştığımız yer, konuştuğumuz dil, inancımız, rengimiz her ne olursa olsun, kapitalizm altında emek gücü gittikçe artan oranda sömürülen, hayatı gittikçe kısıtlanan kişileriz. İşçi sınıfının şairlerinden Bertolt Brecht’in dediği gibi iyice görüyoruz artık düzeni!
“Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
aşağıda da birçok kişi
...
Yukarıdakiler durabiliyorlar orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda”
Evet, bütün düzen bir tahterevalli! Biliyoruz ki bizim emeğimizle zenginliğine zenginlik katan kapitalistler biz olmadan duramazlar yukarıda, durdukları noktada. Ve yine biliyoruz ki emekçiler elbet görecek bu bozuk düzenin değişmesi gerektiğini. Kurmak için eşit ve özgür bir düzeni dönecek her biri sınıf kardeşine, anlatacak gerçekleri. Aynı düşünce, aynı söz dalgalanacak dört bir yanda: “Dünyanın bütün işçileri birleşmeli!”
link: Esenyurt’tan bir eğitim emekçisi, Dünden Bugüne Bir Bozuk Düzen, 27 Haziran 2022, https://marksist.net/node/7679
Amerika Zirvesi: ABD-Çin Kapışması ve Göç Sorunu
Rejim Ömrünü Uzatmak İçin Her Türlü Melanete Başvuruyor