Dr. M. Akif Akalın’ın “Toplumcu Tıp” kitabının girişindeki anısıyla başlayalım söze;
“1980’lerde küçük bir Anadolu kasabasında hekimlik yapıyordum. Bir gün yaşlı bir adam hasta torununu getirdi. Çocuğu muayene edip, reçeteyi dedesine verdim. Dede «bu ne?» diye sordu. «Reçete» dedim, «eczaneden alacaksın». «İlaçları sen vermiyor musun?» dedi. «Hayır» dedim, «ben doktorum, ilacı eczaneden alacaksın». «Yok, doktor bey» dedi, «ilacı da sen vereceksin». Küçük bir tartışma oldu ve yaşlı adam «Seni Kaymakam’a şikâyet edeceğim» diyerek gitti. Diğer hekim ve hemşire meslektaşlarımla adamcağızın arkasından üzülerek baktık. Bir süre sonra Sağlık Ocağı’nın emektar Sıtma Savaş işçisi Sabri Bey’den, 1970’li yıllarda sağlık ocaklarında hastalara ilaçların ücretsiz dağıtıldığını öğrendim. Hiçbirimiz bunu bilmiyorduk. Bilenlere de «unutturmuşlardı». Aynı bugün, bir zamanlar dünyanın birçok yerinde ve Türkiye’de sağlığın bir hak olduğunu ve herkesin prim veya ücret ödemeden, genel bütçeden karşılanan ve devlet kurumlarında, devlet hizmetindeki sağlık emekçileri tarafından sunulan sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlandığını unutturmaya çalıştıkları gibi...”[1]
Kapitalizmin tarihsel bir kriz yaşadığı şu dönemde, malûm, kapitalistlerin de işçilerin de ana gündemini Covid-19 salgını oluşturuyor. Kapitalizm doğası gereği hem hastalık üretiyor hem sağlık satıyor. Pandemiyle beraber daha da keskinleşen çelişkiler ve artan saldırılar artık üzeri örtülemeyecek hale geldi. Vaziyet ortadayken, sağlık alanında hizmet üreten bizler de dâhil olmak üzere sınıf bilinçli işçilere düşen görev, yeniden tarih bilinciyle donanmaktır. İşçi sınıfının tarihine baktığımızda “nasıl olmalı”, “ne yapmalı” sorularına alacağımız cevaplar ortadadır. Bu şanlı tarihin sayfalarında yazılı 1917 Ekim Devriminden sonra Rusya’da, yeniden yaratılan sağlık sistemine bakmak bize başka bir açıdan ışık tutacaktır. Kapitalizmi yıkmadan sağlıklı olmanın asla mümkün olmadığını hatırlatacaktır.
Şimdilerde olduğu gibi kapitalizmin ilk dönemlerinde de sağlık bireysel bir sorun olarak görülüyor, işçi ve emekçiler kader diyerek sonlarına boyun eğiyordu. Ta ki Fransız Devrimi, 1848 ayaklanmaları ve Paris Komünü deneyimiyle beraber işçi sınıfı bilincine ücretsiz sağlık hizmeti talebi yerleşmeye başlayana kadar. Yakın dönemde yıldönümünü andığımız Paris Komününde işçiler kısa süre de olsa sağlık sistemini yeniden yapılandırmıştı. Ekim Devrimine kadar sağlık sorunları kısa süreli dönemler hariç toplumsal bir sorun ve sistem sorunu olarak yorumlanmadı. Ekim Devriminin bıraktığı miras içerisinde sağlık sisteminin yeniden inşa edilişi çok önemliydi. Artık tarihte sıra herkese eşit sağlık hakkına gelmişti. Devrimden önce sağlıklı olmak sadece burjuvazinin elindeyken, artık devrimi gerçekleştiren işçilerin elindeydi. Devrimden sonra, sağlığın belirleyicisi olan maddi yaşam koşullarının iyileştirilmesi gerektiği düşüncesi etrafında yeni bir sağlık sistemi şekilleniyordu. Sağlık hizmeti sunumu, sağlık eğitiminden işleyiş biçimine, koruyucu sağlık hizmetlerinden hijyen eğitimlerine kadar geniş bir alanda örgütleniyordu. Sovyet devletinin ilk Halk Sağlığı Bakanı (Komiseri) Dr. Nikolay Aleksandroviç Semaşko’nun “İşçilerin sağlığı işçilerin elinde olmalıdır” demesinin bir anlamı vardı.
Ekim Devrimiyle kurulan Sovyetler Birliği’nde işyerlerindeki veya bölgedeki insanların her şeyinden olduğu gibi sağlığından da sovyetler sorumluydu. İşyerlerindeki ve bölgedeki hijyenik koşulları, sosyal hizmetlerini, kreş ve anaokullarını ve okul çocuklarına verilen hizmetleri sovyetler denetler, sağlık hakkında verilen kararlarda sovyetler aracılığıyla işçiler söz sahibi olurdu. Sağlığın tıbbi olmayan toplumsal belirleyicileri artık önem kazanmıştı ve bunun başlıca örneği gelir dağılımındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılmasıydı. O dönem sağlık politikasına egemen olan anlayış gelecek açısından da aydınlatıcıydı: “Sağlık durumunun iyileşmesinin sağlık bakımındaki iyileşmelere bağlanması bir hurafedir. Tıptaki gelişmeler doğuştan yaşam beklentisinin artışı üzerinde ancak %10-15 kadar etkilidir, Sağlık durumunun iyileşmesinden, gündelik yaşamın maddi koşullarının iyileşmesi sorumludur. Gelir, sağlığın toplumsal belirleyicileri arasında önemli bir yere sahiptir. Gelir, kendi başına sağlığın toplumsal belirleyicilerinden biridir; ancak, aynı zamanda erken yaşam döneminin, eğitimin, barınmanın, istihdam ve çalışma koşullarının ve gıda güvencesinin niteliğinin de belirleyicisidir.”[2]
Gelin görün ki bugünlerde burjuvalar bilimsel olarak da ispatlanmış olan, gelirin sağlığın belirleyicisi olduğu gerçeğinin üzerini kapatmak istercesine, salgınla mücadeleyi bireysel bir mücadeleye indirgeyip, yalılarından veya ultra lüks yatlarından ve evlerinden “evde kalın” çağrıları yapıyorlar. Günümüzde sağlık sektöründe çalışan işçiler sağlık politikalarının belirlenmesinde de, sağlık sisteminin işleyişinde de, çalışma yaşamının düzenlenmesinde de söz sahibi değiller.
Ekim Devrimi sonrası Rusya’da sağlık sisteminde yapılan değişiklikler
Ekim Devriminden sonra tarihte ilk defa sağlık sistemi ücretsiz hale getirildi ve tüm işçi ve emekçiler sağlık sigortası kapsamına alındı. İşçi sınıfı tarihinde ilkler yaşanmaya devam ediyordu ve ilk defa SSCB’de Sağlık Bakanlığı kuruldu. Bu durum artık sağlığın toplumsal bir sorun olarak görüldüğünün ve çözümünün bireysel değil işçi iktidarıyla sağlanacağının ispatıydı. Halk Sağlığı Bakanı olarak, kendisi de bir Bolşevik ve Lenin’in yakın arkadaşı olan Dr. Nikolay Aleksandroviç Semaşko atandı. 1918-1930 yılları arasında bu görevi sürdüren Dr. Semaşko, 1893 yılında Moskova’da tıp eğitimine başlamış ve öğrencilik döneminde tanıştığı Lenin’le bağını hiç koparmamıştı. Plehanov’un yeğeni de olan Semaşko etkili, önde gelen bir komünistti. Savaş sonrası dönemde tifüs, kolera, sıtma salgını tüm Rusya’yı etkilemişti. Her savaş, bulaşıcı salgın hastalıklara gebedir. Böylesi bir dönemde yeni bir sağlık sistemi örgütlemek, yığınla birikmiş sorunla baş etmek zor olsa da bunu ancak işçi sınıfının örgütlü gücüne inanan ve yıllardır örgütlü mücadelede yer alan biri başarabilirdi. Lenin tarafından Halk Sağlığı Bakanı olarak atanan Semaşko bu özellikleri barındırıyordu. Sağlıktaki devrime kaldığımız yerden devam edersek, koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin bütüncül olarak dispanserlerde sunulması uygulaması ilk kez 1918 yılında hayata geçirilmişti. Buradaki motivasyon, insanlara anayasal bir hak olarak tanınan sağlık hakkından herkesin en iyi şekilde yararlanabileceği bir sağlık örgütlenmesini oluşturmaktı. SSCB’de tıp eğitimine de değinecek olursak, aslında eğitim basamakları bile sağlığa bakış açısını yansıtmaktadır. Tıp öğrencileri iki yıllık eğitim sonrası genel tıp, halk sağlığı-hijyen ve çocuk gibi üç temel bölümden birini seçerlerdi. Halk sağlığı ve hijyen fakültesinden mezun hekimler fabrikaların açılacağı yerlerden tutun da suyun kalitesinin kontrolüne kadar sorumluydu.
Türkiye’de ise daha bütüncül sağlık bakımına, ancak 1960 sonrasında yükselen işçi sınıfı hareketiyle beraber ulaşılmıştır. Sağlık Evleri ve Sağlık Ocakları, dispanserlere benzer bir amaçla kurulmuştur. Aslına bakılırsa işçi sınıfının mücadelesi sayesinde kurulmak zorunda kalmıştır. Türkiye’de bu kurumların etkinlikleri Türkiye İşçi Partisinin Meclise girdiği dönemde artmış, sınıf mücadelesinin zirveye ulaştığı dönemde buna paralel olarak kamusal sağlık hizmeti sunumu da zirve yapmıştır. 1980 darbesiyle ve SSCB’nin çöküşüyle tüm dünyaya hızla yayılan neoliberal sağlık politikalarıyla beraber azalmıştır.
Koruyucu-önleyici sağlık hizmetlerindeki gelişmeler
Ekim Devrimi döneminin Rusya’sında halk sağlığını korumaya yönelik alınan önlemlerin yazıldığı bir program bulunmaktadır. Lenin döneminde, Lenin ve Dr. Semaşko’nun ortak imzalı en az yüz kararnamesiyle sağlık hizmetlerinde kurucu adımlar atıldı. Bu programda esas olarak hastalıkların gelişmesinin önlenmesi ve hijyen önlemlerinin alınmasına ağırlık verilmekteydi. Bu sebeple de kentsel çevrenin temizlenmesi, çevre kirliliğinin önlenmesi, hijyenik halk mutfaklarının oluşturulması, bulaşıcı hastalıklara karşı tedbirler alınması, toplumcu bir sağlık mevzuatının oluşturulması, herkese yüksek standartta, ücretsiz ve önleyici sağlık hizmeti sağlanması gerektiği söyleniyordu.
Koruyucu sağlık hizmetlerinden, çevre temizliğinden halk mutfaklarına kadar kapsamlı bir yaklaşım, söz konusu programda ayrıntılı bir şekilde yerini almıştı. Peki, ya burjuvalar ve kapitalist tekeller koruyucu sağlık hizmetlerini nasıl karşılamış ve yorumlamıştı? Rockefeller Vakfı tarafından 1913 yılında kurulan Uluslararası Sağlık Kurulu (International Health Board), dünyadaki halk sağlığı hareketlerini izleyen bir kuruluş olup, SSCB’deki gelişmeleri de yakından takip etmekteydi. Kurul, Sovyet hükümetinin herkese ücretsiz sağlık bakımı sağlamasından, iyileştiricilik hizmetleri yerine önleyiciliğe önem vermesinden ve sağlık/hastalık anlayışında toplumsal faktörleri başa almaya dayalı halk sağlığı sistemi oluşturmasından memnun değildi. 1922 yılında Sovyetler Birliği’nde Toplumsal ve Meslek Hastalıkları Kliniği açılması karşısında bu hoşnutsuzluğunu açıkça dile getirerek, Sovyetler Birliği’ndeki halk sağlığı programına destek olmayacağını belirtmişti.
Covid-19’la beraber işçi ve emekçilerin adını sıkça duymaya başladıkları Dünya Sağlık Örgütü de böylesi bir emperyalist örgüttür. Salgın süresince kutsanan bu örgüt, salgın hastalıkların kökenine, kapitalizmin çevreye verdiği zarar sonrası geldiğimiz bu hale dair hiçbir açıklama yapamamıştır. DSÖ’nün resmi bütçesi üye ülkelerin aidatlarından ve bağışlardan oluşuyor.[3] Anlayacağınız, hayırsever kapitalistlerin eli DSÖ’nün de üzerinde. Tarih egemenlerin bunca ikiyüzlülüğüne şahitken, örgütlü ve bilinçli işçiler olarak, medyaya her gün çıkıp açıklama yapan burjuvazinin sözcülerinin her dediğine sorgulamadan nasıl inanabiliriz?
Dr. Semaşko 1923 yılında Berlin’de bir konferansta yaptığı konuşmada, sürdürülen sağlık bakımı çalışmaları hakkında şu bilgileri vermiştir:
“Halk sağlığı çalışmamızda iki farklı hastalık kategorisi arasında ayrım yapmalıyız; bir yanda salgınlar, diğer yanda sosyal hastalıklar. Halihazırda halk sağlığını çok ciddi bir şekilde etkileyen sonuncu kategoride iki hastalıkla karşılaşıyoruz; verem ve zührevi hastalıklar. Ne yazık ki elimizdeki kısıtlı kaynaklar, sosyal hastalık vakalarının çoğuna uygun sanatoryum tedavisi sunmamıza olanak vermediğinden, halihazırdaki en uygun çözüm olarak gezici dispanserler oluşturduk. Bu gezici dispanserler hastaların onlara gelmesini beklemiyorlar, tıbbi yardımı bizzat fabrikalara götürüyorlar (…). Gezici dispanserler ve diğer halk sağlığı Komiserliği birimleri, farklı işçi örgütleriyle yakın ilişki içinde çalışıyorlar. Dispanserlere ek olarak, başta çocuklar olmak üzere, orman mühendisliği okullarında ve benzer kurumlardakiler de dâhil olmak üzere hastalara yeterli sanatoryum hizmeti sağlamak için her türlü çaba gösteriliyor. (…) Diğer bir çalışma alanı ana ve çocuk sağlığının korunmasıdır. Bu amaçla bütün büyük şehirlerde ve bölgelerde danışma merkezleri açılmıştır. Bunlar faaliyetlerini annelere ve gebelere tavsiyelerde bulunmakla sınırlandırmamakta, bu alanda pratik çalışma da yapmaktadırlar. Tüm bölgelere, bebekli anneler için özel evler ve doğumevleri kurulmuştur. (…) Çocuk sağlığı yalnızca bebeklerle ve küçük çocuklarla sınırlı değildir, daha büyük çocukların ve gençlerin sağlığına da dikkat edilmektedir. (…) Gençlik söz konusu olduğunda, zihinsel ve moral gelişmenin temeli olarak kültür fiziğe özel bir önem verilmektedir. (…) Açlık ve savaş, ihtiyaçları karşılanamayan çocukların sayısını muazzam ölçüde arttırmıştır. Rusya’da bugün, devletin toplumsal organları tarafından üstlenilmedikçe bakımları ve eğitimlerinden kimsenin sorumlu olmadığı yaklaşık 2 milyon çocuk bulunmaktadır. Bu 2 milyon çocuktan 1milyon 300 bini halihazırda evlere yerleştirilmiştir.”[4]
Çalışma yaşamındaki bazı değişiklikler
Çalışma yaşamına dair bazı özellikli durumları vurgulamakta fayda var. Pandemiyle beraber iş yükleri çok fazla artan sağlık çalışanları bulundukları her alanda seslerini yükseltmeye çalışırken, belki tarihten öğrendiğimiz bu bilgiler bu sesin yükselmesine fayda sağlayacaktır. Çünkü yaşadığımız şu dönemde hekimler aralıksız 36 saat nöbet tutuyor, uzaktan randevu sistemiyle her 5 dakikada bir hasta randevusu veriliyor ve bu da yetmezmiş gibi performans sistemiyle ücretlendiriliyorlar. Ekim Devriminden sonra Rusya’da hekimler bir saat içinde en çok altı hasta kabul edebilir, sağlık işçileri günde 6 veya 6,5 saat çalışır ve her beşinci gün tatil yaparlardı. Röntgen uzmanları günde 4 saat çalışıyordu. Sağlık çalışanları yılda iki hafta izin kullanırken, radyoloji uzmanlarının izinleri daha uzundu. Kırsal kesimlerde çalışan hekimler üç yılda bir daha uzun izin kullanıyordu. Hekimlerin yeri ancak afet durumlarında istekleri dışında değiştirilebilirdi. Uçastok denen “köy hekimi” diyebileceğimiz hekimler, poliklinikte günde ortalama 15 hasta (saatte 5 hasta) kabul ederlerdi ve günde 6 ev ziyareti yapmaları gerekirdi. Bölge ziyaretlerinde hekime bir araç ve bir şoför sağlanır ve bir hemşire eşlik ederdi. Dr. Semaşko’yla yani Sağlık Bakanıyla görüşmek için bildirmek yeterliydi çünkü kendisi en ulaşılabilir ve samimi bakanlar arasındaydı. Sağlık hizmetlerine yönelik çalışma yaşamına ilişkin bu bilgilerden sonra dönüp kendi yaşadığımız döneme bakmadan geçemiyor insan. Hatta geçenlerde sağlık çalışanları sosyal medya üzerinden Sağlık Bakanına seslerini duyuramadıkları için #MrsJaneSağlıkçıyıDuy etiketiyle twitterda Uganda Sağlık Bakanı Dr. Jane Ruth Aceng’e seslendiler. Durumun trajikliğini ve aradaki farkı daha ne anlatabilir ki?
İşyeri sağlığına yönelik yapılan düzenlemeler
Ekim Devrimi sonrasında Sovyetler Birliği’nde tüm işçi ve emekçileri kapsayan “İşçi Sağlığını Koruma Yasası” da yine 1918 yılında çıkarılmıştı. İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanında 1930’ların henüz başlarında 40 bilimsel araştırma enstitüsü kurulmuştu. 1920’de yayınlanan bir kararname, sanayi bölgelerinin yerleşim yerleri dışına kurulmasını zorunlu hale getirmiş, 1923 yılında ise Meslek Hastalıkları Araştırma Enstitüsü kurulmuştu. Buna göre hiçbir sanayi tesisi veya işyeri sendikalar ve sağlık otoritelerinin onayı alınmadan inşa edilemez, tadilat yapılamaz veya başka yere taşınamazdı. Hiçbir tesis iş müfettişi ve hijyen müfettişi tarafından incelenmeden hizmete giremezdi. İş müfettişleri sendikalar tarafından işçiler arasından seçilmekte ve özel iş müfettişliği okullarında eğitilmekteydi. Her işyerinde Yerel Komiteler (Fabkom veya Mestkom) tarafından temsil edilen sendikalar, işyerindeki işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarına katılır ve denetlerdi. Sağlık birimlerinde bu işçiler tarafından tespit edilen hasta işçiler, her işyerinde bulunan ve ilkyardım ve ön-muayene yapılan ayaktan bakım birimlerine gönderilmekte, buradan da hekim gerek görürse dispanser veya polikliniğe sevk edilmekteydi. Her işçinin sosyal güvencesi olması yanında, her işçi günlük olarak fabrika ve işyerlerinde muayene ediliyor, kişiye özel iyileştirici ve direnç sağlayıcı reçeteler belirleniyor, fabrikalarda özel diyet tabldotları hazırlanıyor, işçiler özel olarak spor aktivitelerine yönlendiriliyordu. Bu doğrultuda devrimden sonra Sovyet Rusya’da herkesin erişimine açık yüzlerce kamusal spor sahası ve salonu inşa edilmişti. 1918’de sadece Moskova’daki spor salonlarının sayısı 100 idi. Bu sistemin altında yatan felsefe Dr. Semaşko tarafından, “işçilerin sağlığı işçilerin elinde olmalıdır” şeklinde ifade edilmişti.
Ana ve çocuk sağlığına ve bakımına yönelik gelişmeler
Henüz ülkede sağlık bakanlığı bile kurulmadan önce Sovyet hükümeti tarafından 19 Aralık 1917’de bir Ana ve Çocuk Sağlığı Departmanı kurulmasına ilişkin bir kararname yayınlanmıştır: “Halk Sağlığı Halk Komiserliğinin çocukların gereksinimlerine hizmet eden başkentteki yetimhanelerden köydeki kreşlere kadar küçük ve büyük bütün kurumları, tek bir devlet örgütünde, Ana ve Çocuk Sağlığı Departmanında, birleştirilmiştir. Böylece gebe kadınlara ve annelere hizmet eden kurumlarla tek bir bütüncül sistem oluşturulmuştur.” Annelerin özgürce seyahat edebilmelerini sağlamak için demiryolu istasyonu kreşleri, geceleri sosyal yaşama katılabilmeleri için gece kreşleri açılmıştır. Neredeyse her fabrikanın kendi kreşi vardı. Çalışan anne, emzirme saatlerinde kreşe gidip çocuğunu görebiliyor ve ona vakit ayırabiliyordu. Kreşlerde en önemli konu aslında çocuklara verilen eğitimdi. Temel anlayış ise çocuğun yapabildiği her işi kendisinin yapmaya teşvik edilmesiydi. Günümüzde anne-çocuk ilişkisi bile sermaye tarafından kullanılır, sömürülür ve düzenin devamına hizmet etmek üzere şekillendirilir durumdayken, o dönemde paranoyak anne-babaların yetiştirdiği çocuklar değil, bireycilikten uzak, daha küçük yaşlarda yaşama katkı sağlayan çocuklar yetiştirilmesi amaçlanıyordu.
Barınma sorunlarının çözümüne dair yapılan düzenlemeler
Rusya’da Ekim Devriminin hemen ardından, toprak ve konut üzerindeki özel mülkiyet ortadan kaldırılmış ve bunlar doğrudan halkın ortak mülkü haline getirilmişti. Konutun bir meta olarak piyasaya sunulduğu kapitalist sistemin tersine, Sovyetler Birliği’nde konut, bir meta olarak değil gelir durumuna bakılmaksızın tüm yurttaşların temel hakkı olarak nitelendirilmiş ve Sovyetler Birliği Anayasası ile barınma hakkı güvence altına alınmıştı. Barınma hakkını temel insani ihtiyaç kapsamında ele alıp anayasasına geçirmesi bakımdan da dünyadaki ilklerden birini gerçekleştirmiş oldu Sovyetler. Devrimden sonra, Çarlık Rusya’sı döneminde egemen sınıfın elindeki yapılar, evler, malikâneler artık işçi sınıfının eline geçmişti. Hasta olan bir işçi, eğer şehirden uzakta dinlenme ihtiyacı varsa sanatoryum haline getirilen malikânelerde tedavi ediliyordu.
Buraya dek kısaca özetlediğimiz sağlık alanındaki devrimci atılımlar işçi iktidarının alabildiğine kötü koşullarda başarabildikleriydi. 1920’lerin ortalarından itibaren SSCB’de bürokratik karşı-devrim tırmanmaya başladı. Bu süreçte devlet bir işçi devleti olmaktan çıktıysa da, yeni egemenler (Sovyet bürokrasisi) kendi hâkimiyetlerini geniş emekçi kitlelerine kabul ettirebilmek için başta sağlık olmak üzere çeşitli kamu hizmetleri alanında 1917’nin sağladığı kazanımlara dokunmadılar. Bu alanlarda sağlanan ilk kazanım ve hakların önemli bir kısmı bir çeşit “sus payı” olarak korundu bürokrasi tarafından. Ama bu durum, aslında ulaşılabilecek olan çok daha ileri düzeyin gerisinde kalındığını da anlatır. İşte bu sınırlandırılmış ve bürokratik kontrole tâbi haliyle bile sağlık sistemi, o dönemin kapitalist dünyasının çok ilerisinde bir düzeyi temsil ediyordu.
Bu ihtiyat kayıtlarıyla bir örnek verelim. Bir araştırma için SSCB’ye seyahat eden Sir Arthur Newsholme ve John Adams Kingsbury tarafından kaleme alınan Kızıl Tıp kitabında yazarlar Rusya’ya dair gözlemlerini şöyle ifade etmişlerdir: “SSCB’nin durumu zaten görüldüğü üzere çok özeldir. Tıbbın toplumsallaştırılması, bazı temel özelliklerde tüm ülkeleri aşmıştır. Doktoru parasal rekabet alanından neredeyse tamamen çekmiş ve böylece başlıca yetersiz tıbbi hizmet kaynağını ortadan kaldırmıştır. Şaşırtıcı biçimde eksiksiz, kentsel nüfusun büyük çoğunluğu için hızlıca ulaşılabilir, kırsal Rusya’ya süratle genişletilmiş, ücretsiz (yani devlet tarafından ödenen) bir sağlık hizmeti yaratmış ve tıbbi önleyici hizmetlerle birlikte bu hizmetin tamamına sosyal açıdan takdire değer bir yön vermiştir.” Devrim sonrası Rusya’nın sağlık sistemine dair ayrıntılı gözlemlerini yazdıkları kitabın giriş bölümünde yazarlar bu kitabı yazma amaçlarını şöyle ifade ediyordu: “Rusya’da uygulanan tüm yöntem ve usulleri tüm dünyanın bilmesi gerekiyor.”
Covid-19 salgınının küresel bir hal aldığı bugünlere tarihin ışığında bakmak gerek. Günümüzde “ücretsiz” denen sağlık sisteminde katkı payı adı altında muayene ücreti alınıyor ve ilaçlara da hiç de az olmayan miktarlarda katkı payı ödeniyor. Aradan yıllar geçmiş olmasına, insanoğlunun bilimsel anlamda birikimleri artmış olmasına rağmen hâlâ gerekli ve yeterli sağlık hizmetine ulaşamayan milyonlarca emekçi var. Devlet hastanelerinin yatak sayısı düşürülmüş, hasta insanlar tedavi sırası, ameliyat sırası beklemek, hızlı ve daha iyi tedavi olabilmek için para ödemek zorunda bırakılmıştır. Son yıllarda artan özel hastane sayısı da bunun göstergesidir. Devlet kamu hastanelerinin sayısını artırıp bunlara kolayca ulaşmayı kolaylaştıracağına ve hizmet kalitesini arttıracağına, hastalar özel hastanelere yönlendirilmekte ve SGK fonları bu yolla yağmalanmaktadır. Kamu-özel ortaklığı adı verilen, temel amacıysa yandaş şirketleri ihya etmek olan projeyle şehir hastaneleri açılmıştır. Köklü hastaneler kapatılmış ya da işlevsel olarak içi boşaltılmış yani emekçiler şehir hastanelerine mecbur bırakılmıştır. Son dönemlerde SMA hastası çocukların ilaç temininde yaşananlar örneğinde gördüğümüz gibi, birçok ilaç SGK tarafından karşılanmamakta, dahası pek çoğu daha önce karşılandığı halde ödeme kapsamından çıkarılmaktadır. Egemenler “evde kal” çağrılarıyla, içini her anlamda boşalttıkları, patlamaya hazır bomba haline gelen sağlık sisteminin eksikliğini de kapatmaya çalışıyorlar. Pandemi süreciyle beraber daha da gün yüzüne çıkan gerçek şudur; kapitalizm ile işçi sınıfının sağlığı arasında asla uzlaşmayacak bir çelişki vardır. Tarihsel anlamda yukarıda bahsi geçen örnekler bunun ispatıdır. Tıp alanı genelde, sınıflar üstü bir alan olarak görülme eğilimindedir. Oysa kapitalizm altında tıp da eğitiminden sağlık sisteminin örgütlenişine, finansmanından sunumuna kadar burjuvazinin çıkarları temelinde şekillenmiştir. Dolayısıyla onun kâra endeksli olmaktan çıkarılıp insanlığın hizmetine sunulması da sınıf mücadelesinin konusudur. Ne zaman ki işçi sınıfı tarihe yeni devrimler yazacak ancak o zaman sınıfının sağlığını da baştan yazacaktır.
[1] A. Akalın, Toplumcu Tıp: Sovyetler Birliği Deneyimi, 2010, Yazılama Yay.
[2] D. Raphael, Social Determinants of Health Canadian Perspectives, 2004
[3] Bkz. Derya Çınar, Dünya Sağlık Örgütü Tarafsız mıdır?, marksist.com
[4] N.A.Semaşko, “The Work of The Public Health Authorities in Soviet Russia”, The Communist Review, Haziran 1923, Marxist Internet Archive.
link: N. T., Ekim Devriminden Günümüze Tıbbın Dönüşümü, 25 Nisan 2021, https://marksist.net/node/7348
Çelişkili Açıklamaların Gölgesinde Uzaktan Eğitim
Tarihsel Bir Düş: Sömürüsüz Bir Dünya!