“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” diye not düşmüştü tarihe Marx. Gerçekten de, insanlık tarihi ezenle ezilen arasındaki amansız mücadelelerle doludur. Dünün köleleri, serfleri, bugünün işçileri; yani tarihsel anlamıyla ezilenler sömürücülere karşı sayısız kez ayaklanmış, bu mücadeleler kâh yengiyle kâh yenilgiyle sonuçlanmış, her biri ardında paha biçilmez dersler bırakmıştır. Egemenlerin her türden çarpıtmalarına karşın, asıl olan ne başarıların sarhoşluğuna kapılıp mücadeleyi gevşetmek, ne de yenilgilerin karanlığında savrulmaktır. Asıl olan, yaşanmışlıklardan alınan derslerin ışığında, insanlığın tarihsel düşünü gerçekleştirebilecek mücadelelere; yarınlara hazırlanmaktır. Nazım Ustanın deyişiyle:
Ne ah edin dostlar, ne de ağlayın
Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın!
O halde gelin Nâzım Ustanın bahsettiği düne, bundan iki bin beş yüz yıl öncesine, Roma’ya gidelim. “Ebedi Şehir” olarak bilinen Roma, o günlerde tarihinin en güçlü dönemini yaşıyordu. Toplumun köleler ve efendiler olarak ikiye ayrıldığı bu dönemde, imparatorluğun ulaştığı bu muazzam zenginlik elbette köle emeği üzerinde yükseliyordu. Tüm gün tarlalarda, madenlerde çalıştırılan köleler bir avuç azınlık tarafından alınıp satılabiliyor, vahşi hayvanlar gibi dövüştürülüyor, insan yerine bile konmuyorlardı. “Konuşan hayvan” diyordu efendileri onlar için. Ancak onlar emeğiyle, aklıyla ve yüreğiyle insandılar. Ve zulmün imparatorluğunda, yüreklerinde bambaşka bir ülkenin düşünü kurdular.
Kölelerin adına “Güneş Ülkesi” dedikleri bu yerde efendilere, sömürücülere yer yoktu. Kardeşi kardeşe kırdıran dövüşler, savaşlar yaşanmayacaktı bir daha. Onlar bu düşü yaşatabilmek için defalarca ayaklanmış, yenilmiş, ancak düşlerinden asla vazgeçmemişlerdi. Her gece bu ülkeyi düşleyen kölelerden biri de, bir gladyatör olarak yetiştirilen Trakyalı Spartaküs’tü. Onun yüreğinde, kendinden önceki isyanların bastırıldığı sanılan ateşi yanıyordu usul usul. Ve günü geldiğinde, bu ateş onun yüreğinden taşmış, kadınıyla erkeğiyle yüz binden fazla köleyi içine alan dev bir isyan ateşine dönüşmüştü. Artık geri dönüş yoktu: Köleler, düşlerinde kurdukları ülkeyi fethe çıkmışlardı!
Spartaküs önderliğindeki bu isyan ne yazık ki amacına ulaşamadı. Çünkü o dönemde, düşünü kurdukları dünyanın tarihsel koşulları olgunlaşmış değildi. Ancak onlar, verdikleri destansı mücadeleyle egemenlerin yıkılmaz sanılan düzenlerinin elbet bir gün son bulacağını bize binyıllar öncesinden müjdeliyordu. Nitekim isyanı takip eden yıllar içinde Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Ancak ezilenler Spartaküs’ün mücadelesini hiçbir zaman unutmadılar. Aradan geçen iki bin yılın ardından yiğit Alman devrimcileri kurdukları gruba “Spartaküs Birliği” diyecek ve “Spartaküs Yenilmedi!” diye haykıracaklardı. Çünkü Spartaküs, ezilenlerin tarihsel mücadelesinde ateş ve ruh demekti.[*]
O ateş ki kalbimin içindedir,
tutuşmuştur
günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim...
İsyan ateşi yüreğini saran Şeyh Bedreddin’in ardından böyle yazacaktı Nâzım Usta. Spartaküs’ten yüzyıllar sonra, 1400’lü yılların başında Osmanlı zulmünün altında inleyen insanlar bir kez daha sahiplenecekti ezilenlerin tarihsel düşünü. Köylünün kanını iliklerine dek sömüren devletlûlara karşı Şeyh Bedreddin önderliğinde binlerce yiğit kılıç kuşanmış, Hakikat ve Adaleti yeryüzünde hâkim kılma yolculuğuna çıkmışlardı. “Yarin yanağından gayri, her şeyde, her yerde, hep beraber” olabilmekti, onların özlemi. Ne yazık ki, Bedreddin ve yiğitlerinin düşledikleri dünya, çağlarının çok ötesinde kalıyordu. Onlar, istedikleri yola varamadılar. Ancak yolda kendilerini buldular. Ve ezilenlerin tarihsel mücadelesinde, ardlarında unutulmaz bir destan bıraktılar.
Aradan yüzyıllar geçecek, insanlık farklı bir üretim sistemine doğru ilerleyecekti. Artık ezilenlerin yüzyıllardır yüreğinde biriktirdiği öfke taşıyor; imparatorluklar, padişahlar birer birer tarihe karışıyordu. Bununla birlikte, eskinin el emeğinin yerini artık makineler alıyor, feodal yapılar yerini gitgide modern sanayi toplumlarına bırakıyordu. Diğer yandan, sermaye bir grup azınlığın elinde birikiyor, böylece toplum giderek iki büyük safa ayrılıyordu. Bundan sonra tarih, iki büyük safın; çıkarları birbirine doğrudan karşıt iki büyük sınıfın mücadelesine tanıklık edecekti: Burjuvazi ve Proletarya!
Geçmişin ezilen sınıflarının torunları olan proleter kitleler bu durumu başta kavrayamıyorlardı. Yaşadıkları korkunç sömürü ve yoksulluğun sebebini sanayinin gelişimine yoruyor, tarihe “makine kırıcılığı” olarak geçen harekette somutlandığı üzere, çareyi makineleri kırmakta arıyorlardı. Ancak proletaryanın ölümsüz önderi Marx, derin tarihsel kavrayışıyla, sorunun üretim araçlarında değil, fakat üretim ilişkilerinde olduğunu ortaya koyacaktı. Bu derin kavrayış kitleler içinde yayıldıkça işçiler bilinçleniyor, örgütleniyor, bir sınıf olarak burjuvazinin karşısında ayağa kalkıyordu!
Takip eden yıllarda işçiler sefalet koşullarına, uzun çalışma saatlerine, kadın-erkek eşitsizliğine karşı isyan ediyor, burjuvazi, kendi mezarını kazacak bu dev canavarın karşısında dehşete kapılıyordu. 1848’e gelindiğinde, ardı ardına patlak veren işçi isyanlarıyla Avrupa bir volkan gibi kaynıyordu. Bu ayaklanmalar karşısında vahşi yüzünü gösteren burjuvazi on binlerce işçiyi katletmişti. Ancak proletarya pes etmiyordu; “çalışarak yaşamak ya da dövüşerek ölmek!” şiarıyla çıktıkları yolda dövüşüyor, yeniliyor, her seferinde daha militan bir şekilde ayağa kalkıyordu. Ve tarih 1871’e geldiğinde, Parisli işçiler, ezilenlerin binyıllardır düşünü kurdukları dünyayı fethe çıkıyordu!
Ve isyan diye bilinen
o sessiz volkan
sığmıyordu artık
dünyanın ihtiyar karnına...
“Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık!” diye haykırıyordu Parisli Komünarlar. Çünkü biliyorlardı; ezilenlerin binyıllardır düşünü kurduğu dünya artık mümkündü! Binyıllardır sağıldığı, sömürüldüğü, ezildiği yeterdi artık! Savaşların, sömürünün olmadığı, insanlığa yaraşır bir dünyayı kendi elleriyle kuracaklardı: Artık her çocuğun ayakkabısı, herkesin işi, gücü; sofrasında iyi şarabı olacaktı! Bu dünyayı yaratabilmek için cesurca dövüşen Parisli işçiler, ne yazık ki 72 günün sonunda burjuvaziye yenik düştüler. Ancak tarihi rehber edinenler, Komünün yenilgisinden alınan derslerle yeniden ayağa kalkmayı bildiler. Daha bir asır devrilmemişti ki, işçiler bu kez Rusya’da, Lenin önderliğinde iktidarı ele alacak; bu davanın kapanmadığını burjuvazinin suratına tokat gibi çarpacaklardı!
“Yenildi” sanılan proletarya, şanlı Ekim Devrimiyle bir kez daha dimdik ayaktaydı! Korkunç bir savaşın ortasında can çekişirken insanlık, tüm umutların karanlığa boğulduğu bir zamanda, kanıyla suladığı toprağa geçirip tırnaklarını, doğrulmuştu işte bir kez daha! Ve görkemli elleriyle, üreten, yaratan, nasırlara vurulan elleriyle yapışmıştı burjuvazinin gırtlağına! Milyonlarca yumruk, milyonlarca ses birleşmiş ve yırtmıştı karanlığı: “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” O güne dek dünyayı kana bulayan burjuva devletler, duydukları korkudan birbirleriyle savaşmayı bırakacak, işçilerin canıyla, kanıyla kurduğu iktidara karşı domuz topu gibi birleşeceklerdi. Ne yazık ki Ekim Devrimi, Avrupa devriminin yardımına yetişememesi nedeniyle uzun süre yaşayamadı. Ardında tarihsel bir miras bırakarak, ezilenlerin yüreğine gömüldü.
Ezilenlerin bu büyük başkaldırısının, şanlı Ekim Devriminin üzerinden bir asırdan fazla zaman geçti. Geçen zaman dünyayı ve dünyanın tüm işçilerini birbirine bağlarken, başka bir dünyanın temellerini de fazlasıyla hazır hale getirdi. Bugün, ezilenlerin binyıllardır düşledikleri sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya artık yalnızca mümkün değil, fakat aynı zamanda zorunludur da. Zira egemenlerin çürüyen sistemi gezegeni yaşanmaz bir hale getirirken, insanlığı bir kez daha korkunç bir savaşın eşiğine getirmiş bulunuyor. Ancak ezilenlerin tarihsel mücadelesi, bize karanlıkların sonsuza dek sürmeyeceğini sayısız kez kanıtlıyor. İçinden geçtiğimiz tarihsel kriz dönemi hiç şüphesiz ki proletaryanın yeni başkaldırılarına gebedir. Asıl olan, tarih bilincinin ışığında, insanlığın tarihsel düşünü gerçekleştirecek o büyük günlere hazırlanmaktır. Ezgi Şanlı’nın dediği gibi, geleceği inşa edecek mücadeleler, dünün dersleriyle kuşananlar tarafından bugün verilir.
Ezilenlerin safında dövüşen ve ölümsüzleşen tüm yiğit savaşçıların anısına saygıyla...
Yolun düşerse kıyıya bir gün
Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla
Selamla, yüreğin sevgi dolu
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar eşit olmayan savaşta
Ve dipsizliğinde enginin, yitip gitmeden
Sana liman gösterdiler uzakta...
(Pierre Jeanne de Beranger)
[*] Ezgi Şanlı, Dünü Bugüne, Bugünü Yarına Bağlamak, marksist.com
link: Gebze’den bir işçi, Tarihsel Bir Düş: Sömürüsüz Bir Dünya!, 28 Nisan 2021, https://marksist.net/node/7349
Ekim Devriminden Günümüze Tıbbın Dönüşümü
Yemen Prizmasından Emperyalist Savaş ve Ortadoğu