Fransa'da geçtiğimiz haftalarda işçi ve öğrencilerin verdiği mücadele sonucunda CPE olarak anılan İlk İşealım Sözleşmesi yasası geri çekildi. İki aydan uzun bir süre devam eden grevler, gösteriler, boykotlar, üniversite işgalleri ve barikatlar, ister istemez akla 68 Fransa'sını getirdi. Gerek solda gerekse de burjuva medyada 68 ile karşılaştırmalar yapıldı. CPE karşıtı mücadelenin aynı zamanda yaklaşık olarak 68 Mayısının yıldönümüne de denk düşmesi dolayısıyla, hem genel olarak 68'in anlamını hem de Fransa'daki 68 Mayıs sürecinde somutlanan önemli tarihsel deneyimi yeniden hatırlamanın yararı tartışmasızdır.
CPE karşıtı mücadelelerle 68 Fransa'sı arasındaki benzerlik ya da farklılıkları anlayabilmek için öncelikle 68'i yerli yerine oturtmak gereklidir. Ne yazık ki 68'e ilişkin sağlı sollu birçok yanlış ve eksik değerlendirme mevcuttur.
Her şeyden önce 68'in yalnızca Fransa ile ya da birkaç ülkeyle sınırlı olmadığını belirtmemiz gerekiyor. 68, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'nın yanı sıra Doğu Avrupa, Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya ülkelerini de saran geniş bir hareketlilik idi. Yanı sıra bu hareketlilik yalnızca 68 yılıyla sınırlı bir hareketlilik de değildi. 68'in bir kod adına ya da bir klişeye dönüştürülmesi bu boyutun görülmesini güçleştirmektedir. Gerçekte dünya ölçeğinde yaklaşık olarak 1966 ile 1970 arasında cereyan ettiğini söyleyebileceğimiz bir hareketlilik söz konusuydu. Hatta çok daha geniş ve derin bir bağlamda konuşmak gerekirse, aslında yetmişlerin ikinci yarısına kadar uzanan daha büyük ölçekli bir dalgadan bahsetmek yanlış olmaz.
Bu zamansal ve mekânsal yaygınlık Fransa 68'inin bir tesadüf olmadığını kendiliğinden göstermektedir. 68, en genel anlamda baktığımızda, gerçekte kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir bütün olarak dünya ölçeğinde biriken çelişkilerinin patlamalı bir dışavurumuydu. Dünya ölçeğinde milyonlarca işçi ve öğrenci bu dalganın içinde yer aldılar ve yaşanan süreç birçok ülkenin siyasal, toplumsal ve kültürel hayatında önemli değişikliklere yol açtı. Bu geniş kapsamlı ve önemli devrimci yükseliş dalgası, sonradan burjuvazinin propagandasıyla, hercai öğrencilerin bir çılgınlığı ya da hoşluğu gibi sunularak nostalji edebiyatının konusu edildi. Özellikle solcu eskisi dönekler bu propagandada temel bir rol oynayarak, 68'in gerçek niteliğinin anlaşılmasına mani olmaya çalıştılar.
Bir kitle hareketi anlamında 68'de bir öğrenci isyanı boyutu şüphesiz vardır ve hatta bu boyut gerçekte de ön plandadır. 68'e ilişkin nostalji duvarını kırmak maksadıyla ondaki öğrenci isyanı boyutunu küçümsemek doğru değildir. Asıl mesele öğrenci isyanının kendinden menkul bir şey olup olmamasında ve bir de 68'in bundan ibaretmiş gibi gösterilmesindedir. 68 dendiğinde haklı olarak en çok akla gelen ve onunla en çok özdeşleştirilen ülke olan Fransa'da yaşananlara baktığımızda 68 olgusunun belki de aslına en uygun resmini görürüz.
Öğrenci protestolarıyla başlayan toplumsal hareketlilik hızla işçi sınıfını sarmış ve bir anda 10 milyona yakın işçinin katıldığı o zamana kadarki en büyük genel grevle Fransız kapitalizmi birdenbire uçurumun kenarına gelmişti. O kadar ki, rejimin başı olan general de Gaulle, müdahalede kullanmak üzere Almanya'daki Fransız askeri birliklerini örgütlemek için gizlice Almanya'ya gitmek zorunda kaldı. Gerçek şu ki, işçi sınıfı yaygın bir militanlıkla mücadeleye atılmasaydı bugün 68 olarak zihinlerde yer eden olgu bu denli güçlü bir iz bırakmazdı. 68'i gerçek anlamda 68 yapan işçi sınıfı olmuştur. Ama nostalji tüccarları 68 anlatılarında bu temel olguyu ısrarla gözden saklamaya ya da önemsizleştirmeye çalışırlar.
68 Nasıl Oluştu?
70'lerin başlarında kendisini gösteren dünya ölçeğindeki ekonomik kriz, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu yana birikmekte olan çelişkilerinin bir patlama noktasına geldiğini gösteriyordu. Bu 68'in gökten zembille inmediğinin önemli bir kanıtını sunar. Gerçekten de 68 birkaç yıl sonraki bunalımın bir ön habercisiydi aslında. Elbette bu, olay yaşandıktan sonra geriye dönüp bakmanın avantajıyla söylenebilen bir şey. Gerçek şu ki 68'i kimse öngörememişti. Bu aynı zamanda alttan alta işleyen birikimli süreçleri doğru teşhis edip ölçmenin ne denli zor olduğunu da göstermektedir.
68'i doğru anlayabilmek için onu önceleyen ve içindeyken anlaşılması zor olan dünya ölçeğindeki süreçleri anlamak gerekir. Bu bizi kapitalizmin yeni bir evresinin başladığı İkinci Dünya Savaşının bitimine kadar geri götürür. 68 tam da yukarıda özetle belirttiğimiz gibi kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir bütün olarak dünya ölçeğinde biriken çelişkilerinin patlamalı bir dışavurumuydu. En geniş anlamda on yıllık bu dalga, bugünden geriye bakıldığında iyice görülmektedir ki, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin önemli bir tarihsel dönüm noktasına denk düşmektedir. Yetmişlerin ilk yarısıyla birlikte kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki canlı yükseliş dönemi sona erecek, büyüme hızları düşecekti. Daha sonra, sistemin küresel işleyişinde neo-liberalizm olarak adlandırılan önemli değişikliklerin yapıldığı, kitlesel işsizliğin yeniden hortladığı, işçi sınıfının tüm kazanımlarına yönelik cepheden saldırıların başlatıldığı 80'lerde yeni bir döneme girilecekti. Böylesine geniş boyutları olan bir gerçeklik söz konusuyken, sağlı sollu burjuva ideologların, 68'i adeta can sıkıntısından bunalan gençlerin tesadüfi bir isyanına indirgeme eğilimindeki yaklaşımları, başka her şey bir yana, kaba bir sığlıktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ne türden çelişkiler birikti? Kapitalizm İkinci Dünya Savaşının bitimiyle birlikte derin bir buhran dönemini geride bırakarak, ABD emperyalizminin hegemonyası altında yeni bir toparlanma evresine girmişti. 'Altın çağ' olarak adlandırılan bu dönemde, kapitalizm daha önce görülmemiş bir tempoyla hızlı bir ekonomik büyüme yaşamış, buna paralel olarak dünya ticareti ve genel anlamda karşılıklı etkileşim de muazzam bir hızla genişlemiş, işsizlik önemli ölçüde azalmış, işçi sınıfı kapsamlı sosyal reformlar elde etmiş, yaşam standartlarında ve tüketimde önemli artışlar olmuştu.
Ancak bu yükseliş dönemi güllük gülistanlık değildi. İktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel planda birçok çelişki de ya mayalanmakta ya da patlak vermekteydi. İktisadi planda uygulanan Keynesçi politikalar enflasyonu azdırıyor, çok hızlı bir büyüme ve dönüşüm süreci yaşayan Almanya ve Japonya gibi kapitalist güçler ABD'nin iktisadi hegemonyasını yavaş yavaş zorlamaya başlıyor, ABD doları üzerine kurulu uluslararası para sistemi zayıflıyor, ekonomistlerin jargonuyla ekonomi 'aşırı ısınma'ya başlıyordu. Diğer taraftan ücretler yükselmekle birlikte genel olarak bakıldığında emek verimliliğindeki devasa artışların gerisinde kalıyordu. Aynı zamanda işçi sınıfı, yeni kuşağın da gelmesiyle birlikte ağır savaş döneminin etkilerinden yavaş yavaş sıyrılıyor, kapitalistlerden kopardığı kapsamlı sosyal reformların da etkisiyle giderek daha fazla özgüven kazanıyordu.
Bu dönemin politik bakımdan belki de en belirgin özelliği, yüz milyonlarla sayılan sömürge halklarının emperyalist sömürgecilere karşı verdikleri mücadelelerin birbiri ardına başarıya ulaşmasıdır. Kapitalizmin hızlı bir yükseliş temelinde güçlenişi, sömürge ve azgelişmiş ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin giderek daha fazla kökleşmesini beraberinde getirdi. Bu da bir yandan emperyalizmin buraları sömürge statüsünde tutmaksızın da iktisadi açıdan bağımlılaştırmasını mümkün kıldı, diğer yandan da ulusal bilinci güçlü bir biçimde uyardı. Sonuçta ortaya çıkan dünya ölçeğinde yaygın anti-sömürgeci hareket, hem bunları bastırma gayretindeki emperyalist güçlerin vahşetini açığa çıkardı, hem de emperyalist metropollerin savaş sonrası yeni kuşaklarına ilham verdi. Özellikle Cezayir, Küba ve Vietnam'daki devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıları, Soğuk Savaş ideolojisiyle bombardımana tutulan ve emperyalist güçlerin adeta yenilmezliğine inandırılmaya çalışılan genç kuşakları önemli ölçüde etkiledi. Bu mücadelelerin genelde sosyalist bir etiket taşıması da bu etkiyi arttırmaktaydı kuşkusuz. Ayrıca bu etkilere Mao'nun bürokrasi içindeki klik mücadelesinde gençleri kendi arkasına almak için Çin'de başlattığı sözde anti-bürokratik Kültür Devrimi seferberliğini de eklemek gerekiyor.
Savaş sonrası dönemde gençlikle ilgili çok önemli bir başka değişim de yaşanmıştı. Bu dönemde temelde kapitalist üretimin geçirdiği önemli değişimlerin bir gereği olarak, kısmen de işçi sınıfının basıncının bir sonucu olarak, yüksek öğrenim daha önce görülmemiş ölçüde yaygınlaşmış ve işçi sınıfı çocukları da yaygın biçimde yüksek öğrenim görmeye başlamıştı. Çeşitli veriler 10-15 yıl gibi kısa bir süre içinde örneğin Avrupa çapında yüksek öğrenim gençliğinin nüfus içindeki oranlarının üç-dört kat arttığını ortaya koymaktadır. Yeni bilimsel teknolojik atılımların kapitalist üretime daha geniş ölçekli uygulanmaya ve üretimin daha fazla karmaşıklaşıp, uzmanlaşmaya başlamasıyla birlikte yüksek vasıflı işgücü ihtiyacı artmıştı. Böylece yüksek öğrenim geçmişteki gibi yüksek bir ayrıcalık olmaktan çıkmaya, nispeten sıradanlaşmaya başlamıştı.
Geçmişte üniversiteler, daha ziyade düzenin yüksek düzeyde görevleri için eleman yetiştiren, dar çerçeveli, toplumdan çok uzak ve genel olarak hayli tutucu kurumlardı. Fakat kapitalist üretimin yeni ihtiyaçları üniversitenin işlevlerinin genişleyip çeşitlenmesini dayatmış ve onun belirli ölçülerde de olsa halka yaklaşmasına yol açmıştı. 'Üniversite ve sanayinin işbirliği' söylemi tam da bu döneme aittir. Eskinin dar tutucu kalıpları çerçevesinde hareket eden kurumlar olarak üniversiteler, özellikle Fransa'da buna ayak uydurmakta zorlandılar. Öğrenci sayısındaki muazzam artış ve kompozisyondaki kısmi avamlaşma, üniversiteleri zora soktu. Bunun dışında yaşanan çelişkilerden birisi de, üniversitenin bir yandan fikir özgürlüğü ve tartışmayı teşvik edip kışkırtan bir ortam oluşturmasına rağmen, diğer yandan kapitalist sanayinin istekleri doğrultusunda bir başka türden dar kalıplı standartlaştırma ve otomatiğe bağlama eğiliminin ortaya çıkmasıydı.
Diğer taraftan 60'lara gelindiği ölçüde bu gençler artık İkinci Dünya Savaşının zor günlerini yaşamamış, aksine kapitalizmin canlı yükseliş döneminin ürünü olan gençlerdi. Dolayısıyla eski kuşaklarda söz konusu olabilen tevekkül ve temkinliliğe karşıt olarak bu kuşak talepkâr olmaya çok daha eğilimliydi. Eğitim sisteminin cenderesi, yukarıda kısaca tasvir etmeye çalıştığımız şartlar altında öğrencilerin giderek daha fazla tepkisini çekmeye başlamış ve eğitim sistemine ilişkin talepler giderek geniş bir kitlede yankı bulmaya başlamıştı.
Fransa'da 68 sürecinin tetiklenmesinde başrolü oynayan ve isyan sürecinin ilk başladığı Nanterre Üniversitesi bu açıdan tipik bir örnekti. Bu üniversite modern anlayışa göre kurulan yeni tipte bir üniversiteydi ve Paris'in bir işçi mahallesinde kurulmuştu. Ama tuhaf biçimde kendisini işçi mahallesinden yüksek duvarlarla ayırmaktaydı. Böylece aradaki çelişki öğrencilerin gözünde daha belirgin hale geliyordu.
Bu bütünsel arka plan üzerinde biriken çelişkiler, gelişmiş kapitalist ülkelerde kendisini ilk önce öğrenci gençliğin hareketliliği biçiminde dışa vurmaya başladı. Dikkat çekici ilk hareketlenmeler yeni kapitalist dünya düzeninin efendisi konumundaki ABD'de baş gösterdi. Burada başlangıçtaki dinamik, Sivil Haklar Hareketi olarak anılan ve siyahlara yönelik yasal ayrımcılığın kaldırılması için mücadele eden gençlerden filizlendi. Yürüttükleri kampanyalar sırasında Güney eyaletlerinde siyahlara yönelik ağır baskı ve ayrımcılığı tüm çarpıcılığıyla gören gençler buradan edindikleri deneyimlerle kendi üniversitelerindeki baskı ve çelişkileri de daha net görmeye başladılar ve deneyimlerini bu baskı ve eşitsizliklere karşı mücadelelere taşıdılar. Bu hareket ilk olarak '64 sonbaharında California Berkeley Üniversitesinde başladı ve öğrencilerin barışçıl eylemleri (idari binalarda oturma eylemi) ağır polis şiddetine maruz kalınca, sonrasında hızla yüzlerce ABD üniversitesine yayıldı. Polis vahşeti hem öğrencilere duyulan kamuoyu sempatisini arttırdı, hem de öğrenci hareketinin, sonrasında daha sert mücadele biçimlerine yönelmesi sonucunu doğurdu. Bu mücadeleler aynı dönemde güçlü bir yükseliş gösteren siyah hareketle de paralellik göstermiş ve ABD'nin Vietnam'a müdahalesinin de başlamasıyla birlikte hızla bir savaş karşıtı dinamik kazanmıştır. ABD ordusunun Vietnam'daki kayıpları zaman içinde hızla arttıkça, emekçi asker aileleri ve gazilerin de katılımıyla birlikte, bu hareketin etkisi de artmaya başladı.
ABD'li üniversite öğrencilerinin mücadelesi Japonya'dan Fransa'ya kadar birçok ülkede de üniversite öğrencileri arasında sempati dalgası yarattı ve özellikle Vietnam'ın genel etkisiyle birlikte bu sempati giderek güçlendi. ABD'de örgütlü işçi hareketi geleneği görece zayıf olduğu için, harekete bu cepheden göze çarpan bir katılım olmadığı söylenebilir. Ancak bütün hareket içinde en büyük kitleyi ve gücü oluşturan, ve tam da bu nedenle Amerikan devletinin asıl büyük saldırısına maruz kalan siyah hareketin tabanı büyük ölçüde yoksul ve genç işçilerden oluşuyordu. Daha zayıf bir unsur olarak, asker aileleri ve gazi hareketi de sınıfsal açıdan proleter bir nitelik taşıyordu. Yine de grev vb. mücadele biçimleriyle kendisini ortaya koyan bir sınıf hareketi söz konusu değildi. Ama örgütlü işçi hareketi geleneğinin güçlü olduğu Avrupa'da bu bağlantı kaçınılmaz olarak oluştu. Bu geleneğin özellikle güçlü ve politize olduğu Fransa ve İtalya'da öğrenci hareketi kısa sürede işçi hareketinin kıvılcımını çaktı.
Fransa
Fransa'nın devrimci Mayısına giden yol bu genel atmosfer içinde oluştu. Kapitalizmin dünya ölçeğinde biriktirdiği çelişkileri her ülke elbette kendi özgüllüğü içinde yaşıyordu ve ileri kapitalist ülkeler kuşağı içinde bunu en şiddetli yaşayanlar Fransa ve İtalya idi. Bunlar bu kuşak içinde görece en zayıf olanlar olduğu gibi örgütlü işçi hareketinin de en güçlü ve gelenek sahibi olduğu ülkelerdi. Fransa'nın zayıflığı sömürge sistemini sürdürmekte zorlanmasıyla özellikle kendisini gösteriyordu. 1954'te Çin-Hindi'ni kaybetmesine yol açan yenilgisi, 1956'da başlayan Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi karşısındaki aczi nedeniyle önce Fas ve Tunus'a bağımsızlık vermek zorunda kalması ve sonunda Cezayir'i de kaybetmesi bunu somutluyordu. Özellikle Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi Fransa'da ciddi bir rejim sorununa yol açtı ve 1958'de ülkeyi bir askeri darbenin eşiğine getirdi. Sonunda 1958'de IV. Cumhuriyete son verilerek yeni bir anayasa eşliğinde yarı-başkanlık sistemine dayalı V. Cumhuriyete geçildi ve general de Gaulle başkanlığa getirildi. De Gaulle 1969'a kadar iktidarda kaldı ve bu süre zarfında Fransa'da onun şahsında simgelenen baskıcı bir rejim hüküm sürdü. De Gaulle rejimi altında sözde ülkeyi 'büyük güç' yapmak ve ABD karşısında 'bağımsızlaştırmak' amacıyla, çalışma saatleri Batı Avrupa standartlarının üstüne çıkarılıp tempo arttırılırken, ücretler Batı Avrupa düzeyinin altında tutuldu ve askeri harcamalara da ağırlık verildi. Baskıcı de Gaulle rejiminin etkileri on yıl boyunca üniversitelerde de hissedilmişti. Bu panorama 68 öncesi Fransa'sının durumunu çok kaba çizgilerle özetlemektedir.
Bu durum işçi ve öğrenci hareketinde zaman içinde bir tepkiyi mayalayacaktı. Her ne kadar yukarıda öğrenci hareketinin işçi hareketi için bir kıvılcım işlevi gördüğünü söylediysek de, kıvılcımın bir yangına dönüşmesi için tutuşmaya hazır materyalin olması gerekir. İşin gerçeği 68'den önceki iki yıl içinde Fransa'da yöneticilerin fabrikalara kilitlendiği, fabrika işgallerinin ve özel polis kuvvetleriyle çatışmaların yaşandığı grev mücadeleleri ve çatışmalar olmuştu. Bu süre zarfında CGT'nin gösteri grevi niteliğinde bir günlük genel grevleri de olmuştu. Aslında hem bu iki yıl içinde hem de daha önceki yıllarda gerçekleşen mücadelelerde işçiler bir anlamda 68'in provasını yapmaktaydılar. Ama bu mücadelelerde sendika bürokrasisi de kendi provasını yapıyordu. Sendika bürokrasisi kendi inisiyatifi dışında başlayan ve radikalleşme eğilimi gösteren tüm işçi mücadelelerine belirli bir noktada 'sahip çıkıyor' ve sonunda oradaki enerjiyi bir biçimde düzen içi kanallara akıtıyordu. Hatta bazen işçilerden önce davranıyor ve 'gösteri' grevleri, '24 saatlik' genel grevler, 'uyarı' grevleri, 'nöbetleşe' grevler türünden, çoğu hedef saptıran eylemlerle biriken enerjiyi boşaltıyordu. Böylece sendikalar hem mücadele etmiş görüntüsü veriyor, hem de düzeni kurtarıyorlardı. Tıpkı günümüzde de olduğu gibi!
Öğrenci hareketi ise kâh öğrenim ve okul düzenine dönük talepler, kâh Vietnam'a destek temelinde, 1967 yılının başlarından itibaren çeşitli eylemlerle kendisini göstermeye başlamıştı. Bu gösteriler daha ziyade Maocu, Troçkist ve anarşist öğrenci örgütlerinin öncülüğünde gerçekleşiyordu. Sürecin 1967 başında yukarıda bahsi geçen Nanterre Üniversitesinde başladığı söylenebilir. Burada okul içi baskıcı disiplin uygulamalarını protesto amacıyla başlayan ve yurtların işgaline varan eylemler, ardından 'eğitimin sanayileştirilmesi' olarak sunulan eğitim reformuna karşı eylemler ve Vietnam konulu gösteriler biçiminde devam etti. Bu süreçte ABD'deki öğrenci hareketinden gelen haberler de etkili oldu. 1968 Martındaki Vietnam gösterilerinde tutuklanan Nanterre'li öğrencilerin serbest bırakılması amacıyla, aynı üniversitenin öğrencileri 22 Martta Fransa'da ilk kez üniversite işgalini gerçekleştirdiler. Bu işgal 29 Martta polis müdahalesiyle sona erdirildi. Ancak Nisan ayı boyunca sosyalist öğrenci örgütleriyle faşist gruplar arasında başta Paris olmak üzere başka kentlerde de çatışmalar yaşandı. Çatışmaların yoğunlaşması üzerine Nanterre Üniversitesi 2 Mayısta süresiz kapatıldı. Polisin sözde faşist baskını önlemek üzere 3 Mayısta Sorbonne Üniversitesini işgal edip bazı öğrencileri tutuklaması üzerine öğrenci gösterileri daha da şiddetlendi. Öğrenciler 6 Mayısta Paris'te büyük bir gösteri örgütlediler ve takip eden dört gün boyunca bu gösteriler on binlerce öğrencinin Paris sokaklarında gece gündüz polisle çatışmalar yaptığı, barikatların kurulduğu gösteriler halini aldı. 10 Mayısta gösterici öğrencilerin sayısı 50 bine ulaşmıştı. Bu çatışmalar sırasında Paris halkı öğrencileri sık sık polis karşısında korudu.
Sonunda sendika temsilcileri bir araya gelerek, öğrencilere yönelik polis şiddetine karşı, aynı zamanda de Gaulle rejiminin de onuncu yıldönümü olan 13 Mayısta bir günlük bir genel grev ve gösteri çağrısı yaptılar. 13 Mayıs günü Paris'te bir milyona yakın kişi gösteri yaptı ve o günün akşamı öğrenciler Sorbonne'u tekrar ele geçirip işgal ettiler. Gösteride sendikaların öne çıkardığı ücret artışı gibi sınırlı ekonomik taleplerden, daha ziyade öğrencilerin ve genç işçilerin attığı 'işçi iktidarı' gibi politik sloganlara dek geniş bir yelpazede talepler dile geldi. Ancak yine de gösterinin ağırlık noktası 'On yıl yeter!' ve 'Güle güle de Gaulle' gibi sloganlarda da dile gelen de Gaulle karşıtı taleplerdi.
Sendikalar ve FKP bu eylemin enerji boşaltmak için yeterli olacağını ve meselenin kapanacağını düşünmüşlerdi. Ancak öyle olmadı. 14'ünden itibaren ünlü Renault fabrikalarını da içerecek şekilde değişik kentlerde fabrika işgalleri başladı. 20'sinde grev fabrika işgalleri eşliğinde yaklaşık 9 milyonluk bir kitleye ulaştı. Dansçılardan futbolculara, tezgâhtarlardan gazetecilere kadar herkes grevdeydi. CGT ve FKP'nin 'bizim bayrağımız hem üç renkli bayrak hem kızıl bayraktır' uyarılarına rağmen, her yerde kızıl bayraklar dalgalanıyordu. Öğrencilerin öncülük ettiği grev komiteleri de birçok işyerinde ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu komiteler embriyonik tarzda da olsa sovyetik bir rol oynama eğilimindeydiler. Ancak sürecin kendi kontrollerinden çıkmakta olduğunu gören FKP kontrolündeki CGT ve diğer sendikalar, kısa bir bocalamadan sonra durumu kontrol altına almak için her zaman yaptıkları gibi harekete 'sahip çıkıp', 17-18'inde grevi resmileştirdiler. Süreç içinde işçilerle temasa geçmiş olan devrimci öğrenciler grevin radikalleşmesinde de bir rol oynamışlardı. Bu nedenle FKP her fırsatta devrimci öğrencilerle işçilerin temasını engellemeye çalıştı. Fabrika kapılarının kilitlenmesinin ve birçok yerde KP'li sendika temsilcilerinin, işçilerin büyük bölümünü evlerine göndermeye çalışmasının temel nedenlerinden biri buydu. Engelleme uğraşının bir hedefi de grev komitelerinin merkezileşmesi çabalarıydı. Bu neredeyse tümüyle başarılı oldu.
Bu arada günler süren sessizlikten sonra, de Gaulle 24 Mayısta radyodan yaptığı konuşmada görevden çekilmeyeceğini belirtip iç savaş tehdidi savurunca, öğrenci gösterileri yeniden alevlendi ve yine polisle çatışmalar oldu. Bu çatışmalar sonucunda iki kişi öldü ve yaklaşık 500 kişi de yaralandı. Durumu sıkışan hükümet bir uzlaşma çağrısında bulunarak 27'sinde sendikalarla masaya oturdu. Sendikalar birtakım sınırlı ekonomik kazanımlara fit olarak masadan ayrıldılar, ancak bu anlaşma hemen bütün fabrikalardaki oylamalarla reddedildi. Grev komiteleri kendi talepleri kabul edilene kadar greve devam edeceklerini açıkladılar ve grev yeni bir ivme kazanarak o ana kadar ulaşılamayan bazı sektörleri de kazanmaya, hatta polisi bile etkilemeye başladı. Bu arada kırda da 200 bin kadar köylünün katıldığı eylemler yapıldı.
Ancak hareketin bir bütün olarak devrimci bir iktidar perspektifi yoktu. Her şeye rağmen işçiler üzerinde en büyük otoriteye sahip güç olarak CGT ve FKP'nin genel yatıştırıcı ve reformist stratejisi dışında genel bir dağınıklık söz konusuydu. Bu dağınıklık ve FKP'nin grevi öldürme stratejisi doğal olarak rejimin işine yaradı. Almanya'daki NATO-Fransız garnizonunun ve genel olarak Fransız ordusunun sadakatinden emin olan ve karşısındaki güçlerden korkmasına gerek bulunmadığına kanaat getiren de Gaulle, karşı saldırısını başlattı. 30 Mayıstaki radyo konuşmasında bir yandan parlamentonun dağıtılarak yeni seçimlerin yapılacağını duyuruyor, diğer yandan da gözdağı veriyordu. Ardından Paris'te, de Gaulle'cü partilerin, faşist grupların ve tüm diğer gerici örgütlerin düzenlediği 700 bin kişilik bir yürüyüş yapıldı. Sonraki günlerde faşist gruplar sokaktaki etkinliklerini arttırdılar.
O andan itibaren grevin gerileme süreci başladı ve grevci sayısı 7 Haziranda üç milyona, 14 Haziranda 1 milyona indi. Haziran sonunda artık küçük bazı grevler dışında tüm grev sona ermişti. Ancak yine de işçiler, ordu ve polis müdahalelerine rağmen çatışarak ve direnerek yaşadılar bu geri çekilme sürecini. Bu yenilgi büyük bir moral bozukluğuna ve aynı yıl içinde yapılan seçimlerden, de Gaullecü partinin büyük bir zaferle çıkmasına yol açtı.
68'den bugüne dersler
Gerek 68'in dünya ölçeğinde kapitalizmin uzun dönemli yükselişinin sona erdiği bir dönüm noktasına denk düşmesi, gerekse Fransa'da işçilerin mücadeleye istekli bir hava içinde olmaları ve en genel anlamda da dünya ölçeğindeki olumlu devrimci hava düşünüldüğünde, FKP'nin devrimci bir tutum alması halinde bu yükselişin dünya ölçeğinde yeni bir devrim dalgasına yol açması kuvvetle muhtemeldi. FKP'nin ihaneti devrimci önderlik sorununun ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Sorun o FKP'den bunun beklenip beklenmeyeceği değil, bir önderliğin devrimci bir fırsat doğduğunda nelere kadir olduğunun anlaşılmasındadır. Stalinizmin kesin egemenliğine girdikten sonra FKP önderliği en az iki kez (1936 ve 1945) benzer durumlarda aynı ihanet tavrını sergileyerek, Fransız kapitalizmini içine düştüğü derin bunalımlardan kurtarmıştır. Bu nedenle FKP'ye gönül vermiş militan işçiler ve taraftarların gözünde FKP'nin itibarı zamanla erimiş ve bugünkü acınası duruma gelmiştir.
Devrimci önderlik ve örgütlülük sorunu bir başka bakımdan da büyük önem taşımaktadır. 68 döneminde dünya ölçeğinde genel bir iyimser mücadele havasının olduğundan bahsetmiştik. Bugünkü mücadeleler ise, hâlâ burjuvazinin son çeyrek yüzyıldır yürüttüğü ağır saldırıların yarattığı genel karamsarlık atmosferinde cereyan etmektedir. Yeni bir kıpırdanma ve belini doğrultma sürecinin ilk işaretleri kendisini göstermekle beraber, bu genel atmosfer henüz kırılabilmiş değildir. Boğucu atmosferin kırılabilmesi için sosyalist bir esin verecek türde başarılara özellikle ihtiyaç var. Özellikle Latin Amerika başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde baş gösteren mücadeleler ve mütevazı başarılar şüphesiz bir birikim oluşturmaktadır. Ancak bu birikimin tarumar olmaması ve güçlendirilmesi için kitlelere sosyalist bir ufuk ve özgüven verecek güçte bir devrimci örgütlülüğe ihtiyaç var. Böyle olmadıkça mücadelenin iniş çıkışlarının enerji tüketici yönünün ağır basma tehlikesi her zaman güçlü olacaktır.
Fransa'da bugün CPE karşıtı mücadelenin kazandığı başarıyı elbette yabana atmamak gerekiyor. Yenilgi ve kayıplarla dolu uzun yılların ardından kitlelerin düzen güçlerini geri adım atmaya mecbur bırakması, mücadelenin konusu ne denli sınırlı olursa olsun kendi başına önemlidir. Ancak özellikle öğrencilerin geniş kitlesinin, en azından henüz, 68 kuşağının devrimci özlemleri ve ufkundan uzak olduğunu görmemiz gerekiyor. Geçmişte dünya ölçeğinde genel politik durum ve atmosfer bunu sağlamaya yetmişti, ama bugün tam da eksik olan bu olduğu için devrimci önderliğe bu noktada da önemli rol düşüyor. Gençlere ve işçilere dar çıkarların ötesine bakma ilhamını vermek de bugün büyük ölçüde devrimci örgütlülüğe düşmektedir. O nedenle bu sorunlar etrafında mücadeleler patlak verdiğinde, sosyalist örgütlenmelerin, beklentileri sınırlı tutma tutumunun tam aksine dar ufku kırmaya özel bir ağırlık vermesi gerekiyor.
Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu durum 68 dönemine nazaran daha kötüdür. Düzenin kitlelere verebilecekleri geçmişe göre çok daha sınırlıdır. Tam da bu nedenle CPE gibi bir yasa için bile işler bu noktaya gelebilmektedir. Dolayısıyla kısmi, kendiliğinden mücadelelerin artacağı bir dönem söz konusudur. Kendiliğindenciliğe meftun olanlar bununla yetinirken, Lenin böylesi durumların tam da devrimci önderlik sorununun önemini arttırdığını ve acilleştirdiğini savunmuştur. Enternasyonalist komünistlerin yolu Lenin'in yolu olmalıdır.
link: Levent Toprak, Fransa ve 68 Dersleri, 13 Mayıs 2006, https://marksist.net/node/7200
Korkunun Ecele Faydası Yok
Göçmen İşçiler Gözüyle Malta’da 1 Mayıs