Tarihin akışının hızlandığı olağanüstü zamanlardan geçiyoruz. Kapitalizm ve emperyalizm kavramlarının giderek daha fazla insan tarafından telaffuz edilmeye başlaması da bunun sonuçlarından birisi. Aslında emperyalizm kavramı bunun da ötesinde sıradan insanların diline girmiş oldukça yaygın bir kavramdır. Marksistler kadar terminolojik ifadeler kullanmasalar da bugün çoğu insan dünyada “büyük güçler” arasında bir rekabet, bir kapışma olduğunun farkında. Bunların birçoğu da bu büyük güçler için emperyalist kavramını kullanıyor. Dolayısıyla günümüz dünyasının emperyalistler arası bir kapışmaya sahne olduğu konusu fazlaca itiraz görmeyecek denli açık bir olgu.
Ancak bu popüler kavrayışın öteden beri beraberinde getirdiği bazı önemli sorunlar var. Örneğin kötülüklerin sorumlusu olarak görülen “büyük güçler” arasında keyfi ayrımlar yapılır. Sıradan bilince işlemiş ulusal, dinsel, ırksal vb. temelli ideolojik önyargılar ve bu önyargılarla şekillendirilmiş kimlik aidiyetleri nedeniyle, emperyalist ülkelerdeki insanlar kendi ülkelerinin emperyalist konumunu kabul etmeye pek istekli olmazken, diğer ülkelerdeki insanlar da “dost”, “müttefik” vb. olarak algılanan ya da çoğunlukla tarihsel nedenlerle yakınlık hissedilen büyük güçlerin emperyalistliğini görmeme eğiliminde olurlar. Sıradan bir Alman ya da İtalyan kendi ülkelerinin emperyalistliğini görmezken, yine sıradan bir İsrailli ya da Tayvanlı kendi ülkelerinin dostu ve koruyucusu olarak gördükleri ABD’nin emperyalistliğini kabul etmek istemez. Ya da Türkiye gibi Müslüman çoğunluklu ülkelerde, emperyalistlik genellikle Batı ve Hıristiyanlıkla bağlantılı bir olgu olarak görülür vs.
Ne yazık ki sıradan insanın bilincindeki bu tür sorunlar, bir başka düzeyde, kavramı bilimsel ve terminolojik anlamda kullanma iddiasında olan, hatta kavramın asıl sahibi konumundaki solda da kendini göstermektedir. Düşünsel olarak farklı biçimlerde temellendirilse de solda da emperyalizmin Batı’ya ve özellikle ABD’ye indirgenmesi eğilimi vardır. ABD’nin ve Avrupalı büyük güçlerin emperyalist olduğuna, dahası emperyalist hiyerarşinin en üstünde yer alan, sistemin en merkezi konumlarını işgal eden güçler olduğuna şüphe yoktur. Ancak hem emperyalizmi bunlardan ibaret hem de anti-emperyalistliği bu ülkelere karşıtlık olarak görme hatası solda yaygın bir hatadır.
Bu konudaki temel bir zaaf noktası olarak emperyalizmin kapitalizmden koparılarak ele alınması anlamına gelen yaklaşımlar ön plana çıkmaktadır.[*] Kapitalizmle derdi olmayan hareketler, çeşitli kapitalist devletler ve rejimler, şu ya da bu emperyalist güce karşı çıktıklarında, onlara anti-emperyalist payesi verilebildi. Bu tutumun işçi sınıfının mücadelesi açısından geçmişte çok önemli ve vahim sonuçları oldu. Günümüzde de Venezuela’daki Chavezci hareket örneğinde olduğu gibi kapitalizmle bir derdi olmayan, ama sırf milliyetçi bir temelde ABD’ye karşı pozisyon aldığı için anti-emperyalist payesi verilen yeni hareketler ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra dünya üzerinde yürümekte olan paylaşım kavgasında ABD ile çekişmekte olan Rusya ve Çin gibi “büyük güçler” de emperyalist olarak görülmemekte, onlara bir tür müsamaha, bir sempati gösterilebilmektedir. Onların emperyalist hamle ve girişimleri emperyalizm kaleminden pek sayılmamaktadır.
Oysa günümüz dünyasının artık sıradan hayatları da daha doğrudan etkileyen gelişmelerini doğru anlayabilmek için emperyalist güçler arasındaki kapışmayı doğru temellerde anlamaya ihtiyaç var. Aksi takdirde, niyet ne olursa olsun, sosyalist mücadelenin şu ya da bu emperyalist gücün varlığının ve yaptıklarının meşrulaştırılmasına hizmet etmesi gibi sonuçlar ortaya çıkacağı gibi, emekçi kitlelerin mücadelesi de yeniden çıkmaz sokaklara sürüklenir. 20. yüzyıl işçi sınıfının ve onunla birlikte diğer emekçi katmanların devasa mücadelelerine tanık oldu ve ne yazık ki son tahlilde önderliklerin ihaneti nedeniyle büyük bir tarihsel yenilgiyle sonuçlandı. İşçi sınıfının bu büyük yenilginin ardından yeniden ayağa kalkmaya başlaması çok ağır ve sancılı bir süreç olarak yaşanmaktadır. Hal böyleyken bir tarihsel dönemin daha kaybedilme lüksü yoktur. Hele de kapitalizmin önceki krizlerinden farklı olarak tarihsel bir kriz yaşadığı ve tüm gezegeni tahrip edecek ölçüde yıkıcı güç biriktirdiği göz önünde bulundurulursa.
Günümüz dünyası
Günümüz dünyasının çehresini belirleyen ana çizgilerden birisi hiç kuşkusuz küresel hegemonya mücadelesi ve bunun bir parçası olarak yürümekte olan savaşlardır. Biz bu savaşları tek bir büyük savaşın parçaları olarak görüyor ve buna Üçüncü Dünya Savaşı diyoruz. SSCB’nin çöküşünden sonra dünyada yeni bir hegemonya mücadelesi döneminin açılmış olduğunu bugün artık kabul etmeyen yoktur. Zira yeni bir barış ve refah döneminin geleceğine dair tantanalı burjuva propagandanın da fazla uzatılamamasına yol açacak şekilde, dünya yeni bir savaşlar ve kargaşa dönemine girdi. “Yeni dünya düzeni” ya da “medeniyetler savaşı” gibi gerçek maksadın örtülenmesi ve olan bitenin çarpıtılmış biçimde resmedilmesi anlamına gelen söylemlerin yaldızları, kapışmanın ve savaşın acı gerçekleri karşısında çabuk döküldü. Milenyum dönemecinin ardından gelen İkiz Kuleler saldırıları, Afganistan ve Irak savaşları gibi gelişmeler sürecin gerçek doğasını fazla tereddüde yer bırakmayacak biçimde ortaya koydu. Göreli ekonomik üstünlüğü zaten onyıllardır Japonya ve Almanya karşısında aşınmakta olan ABD emperyalizmi, yeni dönemde bu aşınmayı bertaraf etmek için yeni Amerikan yüzyılı diye anılan program çerçevesinde ön almış ve yükselmekte olan yeni güçlerin önünü erkenden kesmek üzere saldırgan bir pozisyona geçmişti. Mahallenin yaşlanmakta olan kabadayısı, genç rakipler daha tam palazlanamadan maraza çıkarma yoluyla nüfuz alanlarında kendi borusunu öttürmeye uğraşıyordu. Rusya dağılma ve kargaşanın kıskacındayken, Çin de henüz ufukta görünmezken bu erken bastırma stratejisi kısmen başarılı oldu.
Ancak tarihin akışı ortaya yeni olgular çıkardı. Putin’le birlikte çöküş ve kargaşa dönemini geride bırakmaya başlayan Rusya yeniden güç toplamaya ve eski SSCB’nin kaybettiği nüfuz alanlarında yeniden etki kazanmaya başladı. Ama bundan daha önemli bir gelişme olarak sahneye çok özgün bir yoldan Çin’in yükselişi girdi. 2000’lerden itibaren dünya bir yandan Rusya’nın tarih sahnesine yeniden bir büyük güç olarak dönmesine tanık olurken, Çin de dünyanın atölyesi ve en büyük ikinci ekonomisi konumuna roket hızıyla yükseldi. Gelinen noktada ABD için Çin en büyük tehdit olarak görülmeye başlandı.
Kavramlar şayet kelime oyunu değil de hayatın akışını anlamamızı ve eylemimize yön veren düşünsel çerçevemizi bize sağlayan araçlar ise gerçeklerin tam gözünün içine bakmayı başarmak gerekiyor. Hayatın acımasız gerçekleriyle ilgili temel bir soruyu soralım. Şu anda dünyada milyonlarca insanın hayatını şimdiden karartmış ve bundan sonra daha da fazla karartacağa benzeyen savaş sürecinin temel dinamiği nedir? Eğer bu soruya ve onunla bağlantılı bir dizi diğer önemli soruya doğru bir cevabınız olmazsa baltayı taşa vurmanız işten değildir. Emperyalizm konusunda doğru bir kavrayışınız yoksa gelişmeleri doğru değerlendiremez, doğru öngörülerde bulunamaz, pusulası şaşmış olarak savrulur durursunuz.
Emperyalist güç kavramının hayatın içinde gerçekten bir anlamı varsa, o halde bu dünyanın gidişatı üzerinde belirleyiciliği diğer ülkelere ve güçlere nazaran belirgin ölçüde daha büyük olan güçleri anlatmalıdır. Sözgelimi Rusya sizin gözünüzde emperyalist bir güç değilse, Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Akdeniz’den Kuzey Kutbuna, nükleer silah anlaşmalarına dek birçok büyük sorunun ana kutuplarından birisinin Rusya olması gerçeğini yerli yerine oturtamazsınız. Onun Suriye’de devreye girip ağırlığını koyarak savaş sürecinin tüm seyrini değiştirmesi olgusunu tutarlı ve inandırıcı biçimde açıklayamazsınız. Keza bugün ABD ve İngiltere’de iç siyasal sorunların ele alınışında bile özellikle Rusya’nın hedef tahtasına konmasını yeterince anlamlandırmak mümkün olmaz. Seçimler dâhil olmak üzere ABD’nin iç işlerine Rusya’nın müdahalede bulunduğuna dair son zamanlarda Trump’a kadar uzanan soruşturmaları ve yürüyen genel kampanyayı nereye oturtacağız? Örneğin İran bir tehdit olarak ABD’de çok yaygın olarak sahneye sürüldüğü halde ona böylesi bir etki düzeyi atfedilmemektedir. Aradaki fark nedir? Keza İngiltere’deki Rusya karşıtı hezeyanı ve girişimleri de, ABD ile işbirliği içinde devletin derinlerinden örgütlenen, Corbyn gibi siyasetçileri Rusya’nın ajanıymış gibi sunma kampanyalarını anlamlandırmak zordur vb.
Bugün Venezuela’da olanları tam kapsamıyla anlamak için de Rusya’nın ve Çin’in etkisini hesaba katmak zorundasınız. ABD’nin yeni bir saldırgan süreç başlatmasının bir nedeni de burada giderek artan Rusya ve Çin etkisidir. Bu iki ülke son yıllarda Venezuela’ya 120 milyar dolardan fazla sermaye akıtmışlardır. Rus petrol tekeli Rosneft’in Venezuela’nın dev petrol şirketi PDSVA ile ortaklıkları vardır. Öte yandan Çin’in son 10 yılda Venezuela’ya akıttığı sermaye miktarı 65 milyar doları bulmuştur. Otomotiv, telefon üretimi yapan fabrikaların yanı sıra bu yatırımlar altyapı alanına da uzanmıştır. Bunun yanı sıra ciddi boyutlarda askeri ekipman satışı da söz konusudur. Bu ilişkilerin bir parçası olarak hem Rusya’nın hem de Çin’in bazı Venezuela askeri üslerinde uydu takip sistemleri ile siber savaş donanımları bulundurduğu biliniyor. Çin ve Rusya’nın görece uzak Latin Amerika’da artmaya başlayan bu nüfuzunun ABD için bir sorun teşkil etmediğini ve Venezuela’daki son ABD saldırganlığı sürecinde bunun da rol oynamadığını kim söyleyebilir? Nitekim ABD ve diğer Batılı emperyalist güçlerin BM’de Venezuela aleyhine getirdiği önerge Rusya ve Çin’den veto yerken, Rusya’nın önergesi de ABD cenahından veto yemiştir.
Bunun gibi verilebilecek daha nice örnek olmakla beraber dünyada sol hareket içinde ne yazık ki çeşitli önyargılar ve şablonlar nedeniyle Rusya ve Çin’in emperyalist güçler olduklarını görmek istemeyenler var. Onlar bunu yaparken örneğin devlet mülkiyetinin yüksek oranı nedeniyle Çin’e kapitalist denemeyeceğini dolayısıyla emperyalist de denemeyeceğini söyleyebiliyorlar ya da örneğin Lenin’in ortaya koyduğu emperyalizm ölçülerini kaba bir şablona dönüştürüp bunların tutmadığını ileri sürebiliyorlar. Çin örneğini ele alarak bu tür savların bir kısmını daha ayrıntılı göreceğiz. Adı komünist olan bir parti tarafından yönetilen ve resmiyette sosyalist olarak kendini tanımlayan bir ülke olarak Çin’in özgün durumu özellikle kafa karıştırıcı olabildiği için Çin örneği üzerinde durmak ayrıca önem taşımaktadır.
Çin emperyalist değil mi?
Lenin’in ünlü Emperyalizm kitabı başta olmak üzere, emperyalizmin tanımlanması bağlamında ortaya konulan ölçüler son tahlilde böylesi güçlerin hangi temeller üzerinde yükseldiğine ışık tutarlar. Örneğin dünyanın emperyalizm çağına adım attığı dönemde, geniş ve zengin topraklara sahip, büyük nüfusları barındıran, zengin bir tarihsel-kültürel mirası olan Osmanlı, İran ve Çin gibi büyük imparatorluklar vardı. Ancak görünüşteki tüm ihtişama rağmen bu imparatorlukların dünyanın gidişatını belirlemede büyük bir rolleri yoktu artık. Yeni bir çağ açılmaktaydı ve Lenin tekelleri, mali sermayeyi ve sermaye ihracını vurgulayarak bu dünyanın büyük güçlerinin sırrını ortaya koymaya çalışıyordu. Ancak siz bu ölçüleri hayatın canlı gerçekliğinin içinde gerekli diyalektik esneklikle uygulamıyorsanız, kavramlar size hayatı anlamada ve eyleminizde yardımcı olmayıp aksine sizi hayatın dışına düşüren şablonlara dönüşür, eyleminizi de sakatlar.
Öncelikle şunu belirtelim ki bugün Çin’in emperyalist olup olmadığının tartışılmasından önce onun kapitalist olup olmadığı tartışılıyor ve solun önemli bir bölümünde buna olumsuz yanıt veriliyordu. Yani önceleri Çin’in kapitalist olduğu yadsındı, sonra bu onun emperyalistliğinin yadsınmasına uzandı. Çin’in kapitalistliği yadsınırken yıllar geçti ve Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi boyutlarına ulaşarak ABD’nin korkulu rüyası haline geldi.
Bugün hâlâ Çin ekonomisinin kapitalist bir ekonomi olmadığını savunanlar elbette var. Bunlar hâlâ kılı kırk yaran simyacılar misali ekonomide devlet mülkiyetinin oranı yüzde bilmem kaç sorusunun cevabını arıyorlar. Sanki devlet mülkiyetinin varlığı bir ülkeyi kapitalist ilişkilerden azade kılarmış gibi! Çin’de üretilen ve bugün dünyanın her yanını sel gibi basmış olan sonsuz çeşit ve miktarda ürünün değer yasasının belirleyiciliği altında üretilmediğini, bunların kullanım değerleri olarak üretildiğini gerçekten inanarak söyleyebilecek aklı başında kimse olabilir mi? Burada belirli kalemlerle sınırlı olan, yani üretimin sınırlı bir bölümünü teşkil eden ürünlerden değil, akla gelebilecek neredeyse her şeyin dâhil olduğu dev bir üretim faaliyetinden söz ediyoruz (dünya toplam sanayi imalatının beşte biri). Söz konusu olan ülke bugün dünyanın en büyük ihracatçısı konumundadır. Bu metaların değeri neye göre belirlenmektedir? Herhalde planlamaya göre değil!
10-15 yıl kadar önce Çin’in emperyalist olup olmadığını tartışmak belki gidişatı, akış yönünü görme/görememe sorunu olabilirdi. O zamanlar biçimsel/tanımsal birtakım ölçüleri kitabi biçimde uygulayarak “emperyalist değil işte” demek daha yutturulabilir bir tutum olabilirdi belki. Ama şimdilerde bu tür tutumları devam ettirmenin hiçbir yutturulabilir bahanesi yoktur. Geçmişte gidişatın doğrultusunu görmemek olan sorun artık gözünün önündeki olgunlaşmış olguya sırtını dönmek, “görmek istemiyorum” demektir. Marksizm adına hareket edenlerin böylesi durumlara düşmesi üzücüdür. Uzun boylu irdelemenin yeri burası olmamakla beraber kısaca vurgulamalıyız ki, işçi devleti konusunun temelden yanlış anlaşılmasının getirdiği hazin bir durumdur bu. Devlet mülkiyeti ve dış ticaret tekeline indirgenmiş bir işçi devleti anlayışı kaçınılmaz olarak dünya gerçeklerinin ve gidişatının anlaşılmasına engel olan körleştirici bir etki yaratmaktadır.
Çin’in emperyalist olmadığını savunan görüşler sözümona Lenin’e dayanarak Çin’in asıl olarak meta ihracatçısı olduğunu, emperyalistliğin ölçüsünün ise sermaye ihracı olduğunu ileri sürdüler. Ancak emsalsiz ölçüde dev adımlarla büyüyen bir meta ihracatının ne anlama geldiğini, genel olarak dünyanın en büyük ihracatçı ülkelerinin hiç de tesadüf olmayan biçimde aynı zamanda emperyalist ülkeler olduğunu görmezden geldiler. Sonunda diğer emperyalist ülkelerin hepsini geride bırakarak dünyanın en büyük ihracatçısı konumuna gelecek bir ülkenin emperyalist olmaması mümkün müdür? Biçimsel olarak meta ihracatına takılıp bunun dev niceliğinin diyalektik olarak nasıl bir niteliğe işaret ettiğini görmek istememektir bu. Olgulara diyalektik bir dinamizm içinde bakılmayınca, çok geçmeden Çin’in aynı zamanda dünyanın en büyük sermaye ihracatçısı ülkeler sıralamalarında üst noktalarda yer alması gerçeği karşısında apışılması kaçınılmazdır. Son yılların listelerinde Çin dışa en çok doğrudan yatırım yapan ülkeler arasında sistematik olarak ilk üç sırada yer almaktadır. Lenin’in sermaye ihracının önemli bir kalemi olarak saydığı devletlere verilen borçlara da baktığımızda Çin’in dünyanın en büyük kreditör ülkeler arasında yer aldığını görüyoruz. Bu sermaye akımlarında ülkelerin durumunu gösteren bir gösterge olarak bakılan net dış varlık sıralamalarında Çin, Japonya ve Almanya ile birlikte ilk üç sıranın değişmez oyuncusu konumundadır. İkincilikten üçüncülüğe düştüğü 2015 yılında Çin’in net dış varlığı (bono, tahvil vs.) 1,6 trilyon dolar düzeyindeydi. Bugün Çin ve Japonya’nın sahip olduğu ABD hazine bonolarının büyüklüğü trilyon dolarlar düzeyindedir.
Çin’in dış yatırımları hem gelişmiş kapitalist ülkelere hem de az ve orta gelişmiş kapitalist ülkelere yönelmekte. Çin şu anda az ve orta gelişmiş ülkelere Dünya Bankasından bile daha fazla borç vermekte. Afrika’ya doğrudan yatırımlar 2003’te 2 milyar dolar düzeyindeyken, 2016’da 40 milyar düzeyine çıkmış. Bu durum kıtayı kendi kontrollerinde tutan eskinin sömürge güçleri İngiltere ve Fransa ile ABD’nin baskın konumlarına meydan okuma anlamına geliyor. Çin 10-15 yıl gibi çok kısa bir süre içinde, kıtayı asırlardır ellerinde tutan söz konusu Batılı emperyalist güçlerin yatırım düzeylerine şimdiden yaklaşmış durumda. O nedenle Batı medyasında Çin Afrika’da yeni sömürgecilik yapıyor demeye getiren, Çin’in bu ülkeleri borç tuzağına düşürdüğünü söyleyen haber ve değerlendirmeler sıkça yer alıyor. Benzer bir durum yine Çin’in Doğu Avrupa’ya hızla artan yatırımları nedeniyle Avrupa medyasında yaşandı.
Güneydoğu Asya, Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika Çin’in inşaat yatırımlarının ana bölgeleri konumunda. Bu kapsamda Çin’in Asya’nın bütününü ekonomik olarak yeniden yapılandırma gayretini ifade eden Kuşak ve Yol projesi tarihte eşi az görülen türde büyük bir girişimdir. Önemli altyapı eksiklikleri olan bu coğrafyalarda bu kapsamdaki yüksek maliyetli yatırımlar 2005-2018 dönemi için 300 milyar doları aşmış durumda. Bu ülkeler genel olarak Çin’e ciddi ölçüde borçlanmaktalar. Kimi durumlarda bu borçların altından kalkamayan ülkelerde ortaya çıkan sonuçlardan birisi ilgili projelerin mülkiyetinin Çinli firmalara geçmesi oluyor. Böylece söz konusu ülkelerin limanları, demiryolları vb. Çinli firmaların eline geçiyor. Çin’deki yapı gereği bu firmalar devletle çoğu durumda içli dışlı oldukları için bunu Çin’in eline geçme olarak yorumlamak yanlış olmaz.
Çin’in gidişatının niteliğini görmek istemeyenler, Çin’in eninde sonunda Lenin’in koyduğu ölçülerin içini doldurmasının kaçınılmaz olduğunu da elbette göremediler. Yukarıda sermaye ihracı konusunda ortaya çıkan tablo tekeller ve mali sermaye konusunda da aşağı yukarı aynıdır. Bu alanlarda pek kitaba uymuyor diye gördükleri verileri içten içe bir sevinçle kullanmaya kalkanlar diyalektikten uzak şabloncu yaklaşımlarının iflasıyla bir kez daha yüzleşmek durumundadırlar. “Altı üstü meta ihracı” denilerek, “bunlar devlet tekeli” denilerek başlayan küçümsemelerin yersizliği şimdi çok daha nettir. Kapitalist dünya sisteminin içinde yer alan böylesi büyük bir ekonomik birimde tekelciliğin, mali sermayenin olmaması ya da bu olguların hızla ilerlemeyeceği düşünülemezdi. Nitekim Çin’in en büyük şirketleri artık küresel oyuncular haline gelmiştir. Huawei, ZTE, Xiaomi, Lenovo, Ali Baba gibi ismi iyi bilinen firmaların sayısı bile hayli uzun bir liste oluşturmaktadır. Ancak bir taşla iki kuş niyetine, bu büyük tekeller arasında, Lenin’in de emperyalizmde özel bir öneme sahip olduğunu belirttiği bankalara dair birkaç veri vermek yerinde olacaktır. Bugün toplam varlıklarına göre dünyanın en büyük 4 bankası Çin bankalarıdır ve en büyük 100 bankanın içinde Çin 20 banka ile en çok sayıda bankaya sahip ülkedir. Sıralama ölçütü bankaların “piyasa değeri” olarak yapıldığında da sonuç pek değişmemekte. Hatta bu kez ilk 10’un içindeki Çin bankalarının sayısı 5’e çıkmakta.
Bütün bu veriler tekelleşmenin ve mali sermayenin geldiği düzey hakkında tartışma gerektirmeyecek ölçüde açık bir kanaat veriyor olsa gerek. Çin’in kaydettiği bu büyük gelişimin ABD ile arasındaki rekabeti büyüttüğü açıktır. Nitekim Çin bilimsel-teknolojik Ar-Ge çalışmalarına dayanan yüksek nitelikli ürünler geliştirme konusunda büyük ilerlemeler kaydederek bu kritik ve hassas alanlarda adeta erişilmez konumda olan ABD’yi zorlamaya başlamıştır. Kısaca yeni endüstri devrimi denilen gelişmelerin üzerine oturacağı omurga niteliğindeki 5G teknolojisi konusunda Çin başta Huawei tekeli olmak üzere, rakiplerinden açık ara önde yer almaktadır. 5G ağlarını kurma işini, küresel telekom-donanım pazarının tek başına yüzde 30’una hâkim olan Huawei’den daha iyi ve daha ucuza yapabilecek bir rakip şu anda bulunmuyor. ABD bu konuda açıkça geri kalmış durumda ve teknoloji uzmanları ABD’nin böylesi bir şebekeyi tüm bileşenleriyle kendi başına oluşturma kapasitesine sahip olmadığını belirtiyorlar. Tüm ülkeler 5G ağlarını oluşturma konusunda Çin’e doğru meyletmektedir. Hatta bu süreç Kanada, İngiltere, Avustralya gibi ABD’nin doğrudan etkisi altındaki ülkeler için bile böyleydi. Ancak ABD alarm zillerini çalarak sürece baltayla müdahale etti. Bu ülkelerde 5G şebekelerini kuracak olan Huawei hedef tahtasına kondu ve engellendi. Avrupa ülkeleri de ABD’nin bu baskısı altında caydırılmaya çalışılıyor. Benzer biçimde ABD Çin’in hassas çip teknolojisinde ilerlemesini önlemek üzere bu alandaki şirket satın almalara doğrudan müdahale ederek engellemelerde bulundu. Bu alanda sayısız irili ufaklı vakadan oluşan görünmez ama büyük bir savaş yürümekte.
Çin teknolojik olarak adeta son dönemeci dönmek üzere Çin Yapımı 2025 (Made in China 2025) adını verdiği bir program oluşturdu. Bu program ABD için alarm zillerini çok daha yüksek düzeyde çaldırdı. Bu program, 2025 yılına gelindiğinde Çin’in robotik, yapay zekâ, iletişim, biyoteknoloji gibi teknolojinin en ileri ve belirleyici hassas kollarında bağımsız bir güç haline gelmesi hedefini içeriyor. ABD’nin Çin’le yaptığı ticaret pazarlıklarında bu programı özellikle hedef tahtasına koyması çok şey anlatıyor. Bu pazarlıklarda ABD söz konusu program kapsamındaki çalışmaları yürüten şirketlere devlet desteğinin kesilmesini açıkça talep ediyor.
Çin’de araştırma geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarına yapılan harcama şimdiden ABD’nin üçte ikisi düzeyine ulaşmış durumda. Çin’in bu noktada birkaç yıl sonra ABD’yi geçeceği hesaplanıyor. Şu anda yüksek atıflı üst seviye bilimsel yayın yapma konusunda Çinli bilim insanları bu alanın gedikli birincisi olan ABD’lileri geçmiş durumdadır. Benzer bir trend patent sayılarında da kendisini göstermektedir. Bu gelişmeler karşısında, anlı şanlı ABD, ancak kendine güvensizliğin bir yansıması olabilecek adımlar atmaya başlamış ve örneğin Çin’den ABD’ye yüksek düzeyde bilimsel-teknik eğitim almak üzere gelen öğrenci sayısını büyük oranda kısıtlamaya dönük yasaklar getirmiştir.
Nüfuz alanları konusunda da emperyalist niteliğine uygun bir yürüyüş içinde olan Çin, dünyanın çeşitli bölgelerinde, özellikle azgelişmiş ülkelerde, siyasal nüfuz alanları kurmaktadır. Aynı ABD ve diğer geleneksel emperyalist güçlerin geçmişten bugüne yapageldikleri gibi, hükümetlere ve diğer siyasi güçlere etki etmekte, kendisine bağlı işbirlikçi bir burjuvazi palazlandırmakta, siyasi süreçleri kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışmaktadır. En son Sri Lanka’daki hükümet devirme girişiminde görüldüğü gibi bu nüfuz oluşturma süreçleri ciddi siyasi çatışmalar üretmeye başlamıştır. Bu faaliyetler Afrika’da, Hint okyanusu hinterlandındaki ada ülkelerinde, orta Asya ülkelerinde ve Pakistan’da, Güneydoğu Asya ülkelerinde ve daha önce bahsettiğimiz gibi Venezuela’da kendisini göstermektedir.
Sonuç olarak Çin’in emperyalist bir güç olduğunu görmemek kimi şablonlardan kurtulamamanın bir eseridir. Çin’in geçirdiği aşamaların ve geldiği noktanın öngörülememesi ve anlaşılamaması, Çin’de geçmişte sözümona sosyalist bir devrim olduğunu ve bu devrimin kazanımlarının bir biçimde yaşadığını sanmakla, gerçek sınıfsal içeriğine bakılmaksızın devlet mülkiyetinde keramet bulmakla mümkün olmuştur. Zira bu bakış açısı devlet mülkiyeti başta olmak üzere, kazanım olduğunu düşündüğü hususları kapitalizmi aşan, ondan daha ileri, daha yüksek, daha üstün formlar olarak görmekte ve bu nedenle kapitalizm karşısında büyük bir direnç gücüne sahip, kolay alt edilemeyecek şeyler olduğunu varsaymaktadır. SSCB’nin çöküş sürecinde yaşanan hayallerin tekrarından başka bir şey değildir bu. Dahası bu bakış açısına sahip olanlar, tüm bu sözde olumluluk ve üstünlüklerin halkta bir dayanağının olduğunu, bunların gerçekte emekçi kitlelerin çıkarlarının ifadesi olduğunu düşünmektedirler. Böyle olunca Çin’de kapitalizm almış başını gitmişken hâlâ onun varlığını görmeme aymazlığı doğmaktadır. Bu yaklaşımlar Çin burjuvazisine ve onun ilerleyen süreçte yükselen emperyalizmine karşı işçi sınıfının bilincinin gelişmesine ket vurucu yaklaşımlardır. Dünya genelinde yeni kuşakların sosyalizme ilgisinin kıpırdanmaya başladığı yeni tarihsel dönemde en büyük tehlikelerden biri, geçmişin hatalarından ders çıkarmamak ve şablonculuğa teslim olmaktır.
[*] Bu konuda ayrıntılı bilgi ve çözümleme için bkz. Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay.
link: Levent Toprak, Emperyalizm Batılı Güçlerden mi İbaret?, 10 Mart 2019, https://marksist.net/node/6626
Enternasyonal Sorunu
Azar Azar