Kapitalist üretim biçiminin yarattığı çelişkilerin şimdiye dek görülmedik ölçüde keskinleştiği bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Sömürülenlerin sefaleti derinleşirken, %1’lik bir asalak takımı, insanlığın %99’unun sahip olduğuna denk bir zenginliği elinde tutuyor. Kapitalizmin bu şekilde sürdürülebilmesinin olanaksızlığı burjuva ideologlar tarafından da itiraf edilir hale gelmişken, her gün dünyanın farklı bir bölgesinden isyan çığlıkları yükseliyor: Dizginsiz sömürünün sefalete sürüklediği işçiler; daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa ve Amerika’ya akın eden göçmen emekçiler; kronik işsizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilen gençler; sömürü, eşitsizlik ve şiddetin kıskacındaki emekçi kadınlar; büyük şirketlerin ve bankaların kıskacında yıkıma sürüklenen küçük çiftçiler…
Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi de, bu isyan dalgası üzerinde yükselen eylemlerin son örneklerinden birini oluşturuyor. 17 Kasımda, akaryakıt zamlarını protesto çağrısına yanıt veren on binlerce emekçinin katılımıyla başlayan eylemler kısa sürede tüm Fransa’ya yayıldı. Macron hükümetinin kriminalize etme çabalarına, polis saldırılarına ve gözaltılara rağmen yüz binler, başta Şanzelize (Champs-Elysées) Caddesi gibi merkezi yerlerin yanı sıra, çok sayıda otoyol, sokak ve kavşaktaki yol kesme eylemleriyle ve “Macron istifa” sloganlarıyla mücadeleyi bir üst noktaya sıçrattılar. Egemenler tarafından hor görülen, umursanmayan, çığlıklarına kulak tıkanan işçiler, emekliler, yoksul çiftçiler, öğrenciler, yani her kesimden emekçiler, giydikleri Sarı Yeleklerle “bizi görmezden gelemezsiniz” dediler hükümete ve sermayeye.
Bilindiği gibi, Sarı Yeleklileri sokağa döken kıvılcım motorine gelen son zamla çakılmıştı. Ne var ki bu zam, emekçi kitleler için sadece “bardağı taşıran son damla” idi. İktidara gelir gelmez emekçilerin ümüğünü sıkmaya başlayan Macron’un bir de inanılmaz bir kibirle yoksul emekçileri aşağılayan bir tutum takınması söz konusu “bardağın” kısa sürede dolmasına yetmişti. İşçi ve emekçilere saldırırken zenginleri servet vergisinden azade eden ve dizginsiz sömürünün önünü açmaya girişen Macron’un dört başı mamur bir sermaye projesi olduğu çok geçmeden kitleler tarafından da görüldü. Bir buçuk yıl önce cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %24 oyla ikinci tura kalan bu sermaye projesi, ikinci turda Le Pen karşısında ehveni şer gösterilerek iktidar koltuğuna oturtulmuştu. Finans kapitalin tepelerindeki hizmetleriyle kendini burjuvaziye kanıtlayan bu figür, neoliberal saldırı programlarını kararlılıkla uygulamakla görevlendirilmişti. Ne var ki ayağa kalkan yüz binler, Macron’a bu görevi sandığı kadar kolay başaramayacağını göstermiş bulunuyorlar.
Bu kitlesel hareketin alışılageldiği gibi büyük kentlerden değil taşradan patlak vermesi ve daha muhafazakâr olarak bilinen kırsal unsurları da barındırması, egemenlerin yanı sıra solun önemli bir bölümünü de abandone etmiş görünüyor. Oysa Marksistler için ortada şaşılacak ya da açıklanamayacak bir durum yoktur. Kapitalizmi nihai bir çıkışsızlığa sürükleyen tarihsel sistem krizi, onun tüm yıkıcı dinamiklerine büyük bir itilim vererek emekçi kitleleri derin bir girdabın içine sürüklemektedir. İşçi sınıfının onyıllardır kesintisiz bir şekilde maruz kaldığı neoliberal kapitalist saldırı politikaları, giderek daha ağır bir şekilde diğer emekçi kesimleri de vurmaktadır. 2008 krizinin ardından bir türlü tam toparlanamayan ekonomi bugün bir kez daha derin bir krizin içine yuvarlanırken, emekçi kesimler henüz bellerini doğrultamadan birbiri ardına yeni darbelere maruz kalmaktadırlar. “Aşırılıktan” hoşlanmayan, muhafazakâr, düzen yanlısı olarak nam salan ve bir dönem boyunca halinden memnun görünen küçük mülk sahiplerini (borçlardan, vergilerden, yüksek akaryakıt fiyatlarından vb. iflahı kesilen küçük çiftçileri, nakliyecileri, dükkân sahiplerini vb.) bile hoşnutsuzların safına sürükleyip harekete geçmeye iten işte bu nesnelliktir. İşler yolunda gittiği ve yarına umutla baktığı sürece ataleti son derece yüksek olan bu kesim, borç batağına batıp gelecek umudunu tümüyle yitirdiğinde, kendisini bile şaşırtan “aşırılık”lara başvurabilmektedir. İşin gerçeği şudur ki, kapitalizmin ulaştığı nokta, tekelleşmenin geldiği düzeyle, büyük burjuvazi lehine izlenen saldırı politikalarıyla ve her biri öncekinden daha ağır cereyan eden krizlerle, küçük mülk sahiplerinin yıkım hızını da kat be kat arttırıyor.
Bununla birlikte, Sarı Yelekliler hareketinin ana bileşenini bu küçük-burjuva unsurların değil çeşitli kesimleriyle işçi sınıfının oluşturduğu açıktır. Kırsal bölgelerin de dâhil olduğu küçük kent ve kasabalarda patlak veren bu hareket içinde, bu bölgelerdeki işçilerin yanı sıra, 2008 krizi sonrasında taşraya taşınıp oradan büyük kentlerdeki işlerine gidip gelmek zorunda kalan işçilerin de önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Ne var ki, taşradan kıvılcımı çakılan eylemler, birkaç gün içinde büyük kentlere sıçrayarak, işçi sınıfının çeşitli kesimlerini içine çekmiştir. Sadece işçiler değil, on binlerce lise ve üniversite öğrencisi de, eğitim reformu adı altında yürüyen saldırıları protesto etmek ve Sarı Yeleklilere destek vermek üzere kitlesel boykotlar gerçekleştirmişlerdir. Keza emekli maaşı ile geçinmeleri olanaksız hale gelen emekliler de Sarı Yeleklilerin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir.
40-50 arasındaki yaş ortalamasıyla sıra dışı bir profil sergileyen ve çok büyük bir bölümü ilk kez sokağa çıkanlardan oluşan böylesine geniş bir çeşitlilikteki emekçi kesimleri ortak talepler etrafında bir araya getiren şey, kapitalist saldırıların tüm emekçiler için hayatı yaşanmaz kılmasıdır. Macron’un zenginlerden alınan servet vergisini kaldırırken, asgari ücretten ve emekli maaşlarından bile kesintiye gitmesi işçileri çıldırtmaktadır. Emekçi kitlelerin ezici ağırlığı onu Rothschild Bank’ın, JPMorgan’ın, yani finans kapitalin temsilcisi olarak görmektedir ve bu algı son derece doğrudur. Macron Sarı Yeleklileri yatıştırmak için birkaç küçük taviz verirken bile, asgari ücret artışının patronlara yansıtılmayacağını, servet vergisinin kaldırılması hususunda geri adım atılmayacağını söyleyerek sermayeyi korumaya devam edeceğini açıkça göstermiştir. Bu yüzden halkın yüzde 80’e yakın kesimi Sarı Yeleklilere destek verirken Macron’a öfke kusmaktadır. Üstelik uygulanan ekonomik program önümüzdeki aylarda çok daha ağır saldırılarla devam edecektir. 2019 baharında elektriğe, doğalgaza, iletişime ve üniversite harçlarına gelecek zamlar ve diğer saldırılar Sarı Yeleklileri sokağa döken nesnel zeminin daha da güçleneceğini gösteriyor.
Kapitalizm içine girdiği tarihsel kriz döneminde alabildiğine gericileşirken, reform kırıntılarına dahi tahammülsüz hale gelmiştir. Bu kriz burjuvaziyi neoliberal saldırı silahını kesintisiz ateşlemeye itmektedir. İster sağ olsun ister sol, tüm düzen partilerinin politikaları, yaklaşık 40 yıldır neoliberal saldırı programlarıyla şekillendirilmiş durumdadır. Burjuvazi “zamanın ruhu” diyerek, günü kendi gözlüğünden okumakta ve kitlelere de bu şekilde bir okumayı dayatarak onları buna boyun eğmeye zorlamaktadır. Buna göre neoliberal ideoloji ve politikalarda vücut bulan kapitalizm ebedidir. Aynı şekilde en faşizan biçimlere doğru evrilen otoriterleşme eğilimi de çeşitli gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa Elif Çağlı’nın “Zamanın Ruhu” yazısında dikkat çektiği gibi, kapitalizmin tarihsel krizi diyalektik bir şekilde karşıt kutbu da besleyerek toplumsal iklimi değiştirmektedir:
“Devrimci örgütlülük alanındaki sorunların da etkisiyle bu değişim henüz istenen içerik ve hızda değildir. Ancak yine de, toplumun işçi ve emekçi kesimlerinin genç kuşakları arasında kapitalizm altında daha iyi bir gelecek olmayacağına dair duyguların gelişmesi çok önemli bir belirtidir. Unutulmasın ki büyük toplumsal devrimlerin mayalanma dönemlerine, mevcut düzenden umudu kesme temelinde gelişen bir toplumsal huzursuzluk hali damgasını basar. Nitekim dünyanın dört bir köşesinde art arda patlak veren toplumsal protestolar, işçi eylemleri, sokak gösterileri ve kitlesel ayaklanmalar bu durumun göstergesidir.”
“Değişen ekonomik koşullar toplumsal yaşamda ergeç insan bilincinde yansımasını bulur. O nedenle, kapitalizmin tarihsel çöküş döneminin geniş işçi-emekçi kitlelerin bilincine yansıması kapitalizmin gelişme dönemlerindekinden farklı olacaktır. Kapitalizmin içinden çıkamadığı bu derin ve tarihsel sistem krizi döneminde, burjuvazi ne yaparsa yapsın, genciyle yaşlısıyla işçi-emekçi kitleler bu düzenin geleceğinden umudu keseceklerdir. Bu kitlelerin devrimci örgütlülük ve bilinç düzeyleri henüz gelişmemiş olsa da bu bir nesnelliktir.”
Nitekim milenyum dönemecinden bu yana işçi-emekçi kitleler pek çok ülkede olduğu gibi Fransa’da da birbiri ardına gelen patlamalarla ayağa kalkmışlardır: Neoliberal saldırılara karşı yüz binler halinde sokağa dökülen işçiler, ayrımcılığa ve polis terörüne karşı isyan bayrağını çeken göçmenler, ilk iş sözleşmesi benzeri saldırı yasalarına karşı ayağa kalkan gençler ve nihayetinde Sarı Yelekliler.
Bu son hareketin üç hafta gibi kısa bir sürede, burnundan kıl aldırmayan Macron’a asgari ücret ve emekli maaşları konusunda geri adım attırması, milyonlarca emekçiye güven aşılamıştır. Fakat daha da önemlisi, Sarı Yeleklilerin bu küçük tavizlere fit olup hareketi sona erdirmeyi hemen kabullenmemiş olmalarıdır. Burjuvazi, şimdiye kadar bu taktiği kullanarak pek çok durumda kitle hareketlerini bastırmayı başarmıştır. Bu kezse her zamankinden daha fazla zorlanmaktadır.
İşçiler, emekçiler, bu sistemin kendilerine verebileceği hiçbir şey kalmadığını giderek daha net bir şekilde görmektedirler. Ama onun yerine ne koyacaklarını ve bunu nasıl yapacaklarını bilmemekte, onlara yol gösteren ve yollarını açan devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun oldukları için her türlü savrulmaya açık hale gelmektedirler. Sarı Yelekliler hareketi bu bakımdan da önemli dersler sunmaktadır; bilhassa da solun ve sendikaların tutumları üzerinden.
Sınıfa ihanetin sola bulanmış hali
Fransız solunun ağırlıklı bir bölümü Sarı Yelekliler hareketi karşısında gerçekten de berbat bir tutum sergilemiştir. Gösterilen ilk tepki, harekete katılanları ırkçılıkla, milliyetçilikle, cinsiyetçilikle, aşırı sağın piyonu olmakla suçlayarak eylemleri karalamak olmuştur. Egemenlerin ırkçılığını, cinsiyetçiliğini, göçmen karşıtlığını ve ezilenlere uyguladığı azgın şiddeti teşhir etmek yerine, onların hareketi zayıf düşürmek için kullandıkları argümanlara başvurmanın, gerçekte onun aleti durumuna düşmek olduğu açıktır. Fransız Komünist Partisi ve CGT tepe yönetimi de dâhil olmak üzere solun önde gelen kesimleri tarafından benimsenen bu tutum, harekete desteğin genişlemesiyle birlikte değiştirilmiş görünse de aslında sinik bir şekilde sürdürülmüştür. Sınıfsal niteliği net olan bu hareketi proletaryanın en örgütlü kesimlerini de seferber ederek desteklemek ve doğru bir rotaya oturtmak gerekirken, kitlesel sol partiler de, sendikalar da bundan tümüyle uzak durmuşlardır. Bütün bu tutumlar dikkate alındığında, Sarı Yeleklilerin partilere ve sendikalara mesafeli durmaları son derece anlaşılırdır.
Düzenle tümüyle bütünleşen sendika bürokrasisi eliyle mücadeleden alabildiğine uzaklaştırılan sendikalar, 40 yıldır artarak devam eden neoliberal saldırı programları karşısında, azami iki günlük grevlerle işçi sınıfının gazını almaya çalışmak dışında hiçbir şey yapmamışlardır. Sözde burjuvaziye gözdağı vermek üzere yapılan bu eylemlerin gerçek nedeni de işçi sınıfını pasifize edip düzen sınırına hapsetmek olmuştur. Sosyalist Parti adındaki düzen aygıtıysa, kitlelerin büyük umutlar besleyerek getirdiği iktidar koltuğuna oturduktan sonra, bu saldırı programlarının bizzat yürütücüsü olmuştur. Dahası, Le Pen’in yarattığı faşist tehdide karşı koymak adına sermayenin has temsilcilerinden Macron’u ehveni şer politikasıyla işçi sınıfının başına musallat edenler de sağıyla soluyla bu düzen güçleridir.
Bu son süreçte de sendika bürokratları, eylemlerin radikalleşmesini engellemek ve etkisini zayıflatmak için ellerinden geleni yapmışlardır. CGT’nin de dâhil olduğu altı sendika konfederasyonu, Sarı Yeleklilerle yapacağı görüşme öncesinde Macron’un politik örgütlere ve sendikalara yaptığı “şiddet yerine bir araya gelme ve konuşma” çağrısına vakit kaybetmeden icabet etmişlerdir. Üstelik bununla yetinmeyip, görüşmenin hemen ardından, “taleplerin ifade edilmesinde şiddetin her türünü reddettiklerini” belirten ortak bir deklerasyona imza atmışlardır. Bu ihanet şebekesi, her zaman olduğu gibi, hareketi soğutmak, pasifize etmek ve kitle desteğini azaltmak için burjuva iktidarla işbirliği yapmıştır.
Bilindiği gibi, kitle hareketlerini şiddeti bahane ederek kriminalize etmeye ve böylelikle zayıflatmaya çalışmak burjuvazinin klasik taktiklerinden biridir ve düzen solu da her zaman bu tuzağa düşmektedir. Oysa Macron ve hükümetinin yanı sıra burjuva medyanın döne dolaşa kırılan camlardan, tahrip edilen otomobillerden söz edip bu sınırlı görüntüleri halkın gözüne sokması hiç de bekledikleri sonucu vermemiş, zorbalıkla, vandallıkla suçlanan Sarı Yeleklilere verilen halk desteği kesintisiz bir şekilde yüzde 70’in üzerinde kalmıştır. Zira Macron emekçi kitlelerin büyük çoğunluğunun gözünde zenginlerin başkanıdır ve ondan alınacak intikam aslında zenginlerden alınmış intikamla özdeşleştirilmektedir.
Diğer bir sevindirici husus, bu ihanete ortak olan CGT merkezinin, bazı şubeleri ve federasyonları tarafından sert bir şekilde eleştirilmiş olmasıdır. Marsilya’daki bir CGT şubesi, ortak açıklamayı “mücadeleye katılanlara gönderilmiş yıkıcı bir mesaj” olarak değerlendirirken, bunun sendika aktivistlerini tehlikeye attığını ifade etmiş ve buna imza atanların hesap verecekleri acil bir toplantı çağrısında bulunmuştur. Acil toplantı çağrıları başka şubelerden de gelmiştir. Bunun yanı sıra Toulouse şubesi, “egemen sınıfın emekçilere karşı gerçekleştirdikleri gerçek şiddeti ifşa etmeye ve buna karşı mücadele etmeye devam edeceğiz” diyerek sendika merkezine ağır eleştiriler yöneltmiştir. Keza kimya işkolundaki CGT federasyonu da, “eğer bir şiddet varsa bunun nedeni ezilenler değil ezenlerdir… CGT’nin görevi işçilerle yan yana durmak olmalıdır, patronların ve hükümetin destekçisi olmak değil” diyerek CGT’yi bu ortak açıklamaya dâhil olduğu için sert bir şekilde eleştirmiştir. Kuşkusuz bu çıkışlarda tabanın bindirdiği basıncın ve Mayıs ayında yapılacak olan CGT kongresinin de büyük bir rolü bulunmaktadır.
Bir kadın garson: “1789’da kraliyet ve hizmetkârlığı durdurmak için savaştık, bugün ücretli köleliğe karşı savaşmanın zamanı.”
Şanzelize Caddesindeki lüks mağazalardan sokaklara saçılan cam kırıklarını temizleyen bir belediye işçisi: “Buradaki mağazalar, lüks; burası lüksü temsil eden bir yer. Sarı Yelekliler kaos yaşattı deniyor. Bu lüksle bizim aramızdaki uçurumun verdiği hasar daha fazla değil mi? Bu hareket meşrudur… Sarı Yelekliler hareketini destekliyorum. Çünkü verdiğimiz tüm vergiler, çevreyi aşırı kirleten o büyük tankerlerden, gemilerden çok daha fazla!”
Bir kadın emekli: “Bir şeyleri kırıp dökenler var evet, ama devrim olmadan gerçekleşen bir değişimi hiç görmedim. Ben 68 Mayısına da katıldım. Bugün artık savaşçı olmak için sağlığım yok, bu yüzden yumuşak bir şekilde anlatıyorum. Benim için sarı yelek şu anlama geliyor: Bizi çıldırtmayı bırak. Biz buradayız, hiçbir şeyin elimizden alınmasına izin vermeyeceğiz.”
Bir öğretmen: “Çevreyi kirleten ama hiçbir vergi ödemeyen havayolu ve nakliye şirketleri yerine biz hedefe konuyoruz. Macron bizim 14. Lui’miz ve onun başına gelenleri hepimiz biliyoruz.”
Genç Fransız yazar Edouard Louis: “Bir araba ateşe verildiğinde, bir vitrinin camları kırıldığında, bir heykele zarar verildiğinde «hareketin zorbalığı»ndan bahsediliyor. Şiddete dair, o çok tanıdık algıda seçicilik hadisesi: Siyaset ve medya dünyasının büyük bir kesimi binlerce canın perişan olması ve sefalete mahkûm edilmesinin şiddet olmadığına, birkaç arabanın yanmasınınsa şiddet olduğuna bizi inandırmak istiyordu. Bir tarihi anıtın üstüne yazılan yazının tedavi olabilme, yaşayabilme, yemek yiyebilme ya da ailesinin karnını doyurabilme imkânından yoksun olmaktan daha vahim olduğunu düşünebilmek için, hakikaten asla sefalet nedir bilmemiş olmak lâzım. Sarı Yelekler açlıktan, güvencesizlikten, ölüm kalımdan bahsediyor. «Siyasetçiler» ve kimi gazeteciler karşılık veriyor: «Cumhuriyetimizin sembolleri zarar gördü.» Neden bahsediyor yahu bunlar? Nasıl cüret ediyorlar buna? Nerede yaşıyor bunlar?” “Sarı Yelekler’in içinde homofobik ve ırkçı söz ve davranışlar yok değil, elbette var, peki ama medya ve «siyasetçiler» ne zamandan beri ırkçılığı ve homofobiyi bu kadar dert eder oldu? Ne zamandan beri? Irkçılığa karşı ne yaptılar? … Her gün Fransa’nın Siyahi ve Arap nüfusunun üzerine çullanan polis şiddetine karşı tek kelime ediyorlar mı? … Egemen sınıflar ve kimi medyalar Sarı Yelekler hareketinin homofobikliği ve ırkçılığından söz ederken aslında ne homofobi ne de ırkçılık kastettikleri şey. Söyledikleri şu: «Fakirler, kapayın çenenizi!» Öte yandan, Sarı Yelekler henüz oluşum halinde bir hareket, kendi dilini bulmuş değil. Şayet Sarı Yelekler arasında homofobi ve ırkçılık varsa, bu dili dönüştürmek de bizim sorumluluğumuz.”[4]
Sarı Yelekliler sokağa dökülmeye başladıklarında, CGT genel merkezi, bu hareketin Le Pen’in Ulusal Cephesi tarafından yönlendirildiği ve onunla yan yana durulamayacağı argümanıyla hareketten uzak durulması gerektiğini söylemiş ve işçilere yol kesme eylemlerine katılmamaları çağrısında bulunmuştur! Zira düzenle tamamen bütünleşen bu bürokrat takımına göre, işçi sınıfının tek eylem biçimi, bürokratların ilan ettikleri günübirlik grevlerdir! Bunun dışında gürültüye, patırtıya, üretimi engellemeye mahal verilmemelidir! Yol kesme, hele de rafinerilere giden anayolları kesme gibi “marjinal” eylemler tukakadır ve alimallah ülke ekonomisine de zarar verir!
Ne var ki CGT tabanı bu “uyarılara” pek kulak asmamıştır. Bu yüzdendir ki, merkez de bir süre sonra, hareketi desteklediğini açıklamak zorunda kalmış, ama bununla birlikte işçileri eylemlerden uzak tutmak için türlü numaralar çevirmekten geri durmamıştır. Örneğin Sarı Yelekliler Cumartesi günleri başkanlık sarayına yürümek üzere Şanzelize’de bir araya gelirken, CGT eylem günü olarak Cumayı seçip, kitlenin birleşmesinin önüne geçmek için elinden geleni yapmıştır. Bu utanmazlık, koca konfederasyonun eylemine sadece iki bin işçinin katılım göstermesiyle sonuçlanmıştır.
Oysa Sarı Yeleklilerin mücadelesini verdiği taleplerin[1] çok büyük bir bölümü işçi sınıfının en yakıcı sorunlarına ilişkin temel taleplerdir ve sendikaların yapmaları gereken şey, işçi sınıfının en bilinçli ve örgütlü kesimlerini Sarı Yeleklilerle birleştirmek ve burjuvaziye büyük bir basınç bindirmek kitlesel grevler dâhil etkili eylemlere geçmek olmalıdır. Bu aynı zamanda hareketin faşizmin tuzağına düşmemesinin ve bilinç bulanıklığının giderilmesinin de yegâne yolu ve garantisidir. Ne var ki karşımızdaki sendikal tablo bunun çok uzağındadır. Fransa’da çalışanların %90’ı örgütsüz durumdadır. Bunun yanı sıra, kapitalist saldırı politikalarına, göçmen işçilerin sorunlarına, milliyetçiliğe, İslamofobiye tümüyle duyarsızlaşan sendika bürokrasisi sendikal hareketi tarihsel bir hezimete uğratmıştır. 1970’lerin ortalarında sendikalaşma oranı %24 olan Fransa, bugün %8’le AB ülkeleri arasında en düşük sendikalılaşma oranına sahiptir. Üstelik özel sektörde bu oran %5’e düşmektedir. Benzer bir kan kaybı CGT için de geçerlidir. 1980’lerin başında 1,5 milyona yaklaşan üye sayısı bugün 680 binlere düşmüştür ve nüfustaki artış dikkate alındığında vahametin görünenden çok daha büyük olduğu anlaşılacaktır.
Onyıllardır burjuva iktidarlarla “al gülüm ver gülüm” bir ilişki içindeki sendika bürokratlarının bu sınıf aygıtlarını sermayeye yedeklemelerinin bedelini işçi sınıfı ödemektedir. Sendikaların düzene bütünüyle entegre olmaları sayesinde burjuvazi onyıllardır dilediği gibi at koşturmanın keyfini sürmüştür. Yaşanan her bir örnek çok daha aşikâr kılmaktadır ki, işçi sınıfı için bu ihanet şebekesini başından def ederek sendikalarına sahip çıkmak en yakıcı görevlerden biridir.
Sınıfın bölünüp parçalanarak güçsüz düşürülmesinde de sendika bürokrasisinin ve reformist solun büyük bir rolü bulunmaktadır. Örneğin aşağılanmaya, ayrımcılığa, ırkçılığa maruz bırakılan, işsizliği, yoksulluğu en derinden yaşamaya mahkûm edilen göçmen işçiler, geçtiğimiz yıllarda günler süren isyanlarla ayağa kalkarken, işçi sınıfının sendikal eylemlerine ya da son örnekte görüldüğü üzere Sarı Yelekliler hareketinden uzak durmaktadırlar. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerinin, dar çıkarlarına odaklı bir mücadele perspektifinin ötesine geçememeleri ve birbirlerine güvenmeyip ortak mücadeleden uzak durmaları çok açıktır ki burjuvazinin işine gelmektedir. Üstelik milliyetçilikle, İslamofobiyle ve burjuvazinin türlü ideolojik yönlendirmeleriyle düşmanlık boyutuna kadar varabilen bu bölünmüşlük, faşist hareketin ekmeğine de yağ sürmektedir. Fransa’da Sarı Yelekliler hareketinin işçi sınıfı ağırlıklı bir kitle hareketi olduğu açıktır. Ne var ki bu durum, son derece örgütsüz ve kendiliğinden bir tepki olarak gelişen bu harekete katılanların azımsanmayacak bir bölümünü faşizmin sularına kapılma tehlikesinden korumaya yetmemektedir.
Faşizm tehlikesi
Faşizm tüm dünyada ciddi bir tehdit olarak güç kazanıyor. Bu tehdidin büyümesinin nesnel zeminini döşeyen temel faktör kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz ve emekçi kitleleri sürüklediği yıkımsa, en az onun kadar önemli bir diğer faktör de sosyalist hareketin durumudur. Emekçi kitlelerin “sosyalist” diye bildikleri partilerin büyük çoğunluğu, onyıllardır düzenle bütünleşmiş olan ve onu reforme etmek dışında hiçbir hedefleri bulunmayan burjuva partilere dönüşmüşlerdir. İşçi sınıfının geniş kesimlerinin sosyalist diye geçinen bu partilere son derece mesafeli durur hale gelmeleri, ama bunun da ötesinde kendisini düzen karşıtıymış gibi gösteren faşist hareketlerin hızla güç kazanması doğrudan bu olgunun sonucudur. Bu durum Fransa için de aynen geçerlidir.
Bilindiği gibi, Fransa’da Sosyalist Partili bir cumhurbaşkanı 1995’ten bu yana ilk kez 2012’de iktidara gelmişti. Hollande’ı uzun bir aranın ardından o koltuğa oturtanlar, ekonomik krizin yükünü daha fazla sırtlanmak istemeyen, işsizliğe ve kötüleşen yaşam ve çalışma koşullarına dur demek isteyen işçiler, güvenceli bir gelecek isteyen gençler, ayrımcılığa, ırkçılığa maruz kalmayı reddeden göçmenler gibi tüm ezilen toplum kesimleriydi. Ancak Hollande, tazelenmesi uzun yıllar alan umutları kısa sürede tüketmeyi başardı! Sağ hükümetleri aratmayan azgınlıkta bir emperyalist savaş politikası, burjuvazinin talepleri doğrultusunda hazırlanan iş yasaları, milliyetçiliğin azdırılması, “terör tehdidi” uydurmacasıyla ilan edilen OHAL’in bir iç savaş silahı olarak kullanılması, bu sözde sol hükümetin işçi düşmanı icraatlarının sadece bir bölümüydü. Tam da bu yüzdendir ki işçi sınıfının tepkisi günden güne büyüdü ve nihayetinde patlayıverdi. Fransa, 2016 baharında, Hollande başkanlığındaki Sosyalist Parti hükümetinin çıkardığı İş Yasasına karşı grev ve boykotlarla sokağa dökülen 1,2 milyon işçi ve öğrencinin eylemleriyle sarsıldı. Kırılan umutlar Hollande’ın tepetaklak gitmesine yol açarken, bir sonuç daha doğurdu: faşist Le Pen’in Ulusal Cephesinin desteğini %25’lere tırmandırarak güç kazanması. O sırada yaptığımız bir değerlendirmede şöyle demiştik:
“… umutları boşa çıkarması nedeniyle Sosyalist Parti iktidarına duyulan tepkinin çıkışsızlık hissiyle de birleşmesi, emekçi kitlelerin ölümcül faşizm tuzağına düşme riskini her geçen gün daha da arttırıyor. İzlediği savaş politikaları, anti-demokratik uygulamalar ve işçi sınıfına yönelik saldırı yasaları nedeniyle halk desteğini büyük ölçüde yitiren Hollande yönetimi, iç ve dış tehditlere karşı «ulusal birlik»ten dem vurarak ve şovenizmi körükleyerek iktidarını korumaya çalışırken, aslında faşizmin ekmeğine yağ sürüyor. Cumhurbaşkanı Hollande ve başbakan Valls’e yönelik hoşnutsuzluğun %80’lere fırladığı Fransa’da, kendilerini kapitalizme karşı kararlı bir mücadele aracılığıyla toplumsal kurtuluşa kanalize edecek devrimci bir önderlikten yoksun olan işçi sınıfı ne yazık ki ciddi bir faşizm tehlikesiyle yüz yüzedir. Le Pen’in faşist partisinin oylarını katlayarak arttırması da, bu tehdidin ne derece yakıcı ve yakın olduğunu göstermektedir.”[2]
İktidarı boyunca işçi ve emekçilere verdiği hiçbir vaadi yerine getirmeyen Sosyalist Parti, bu eylemlerden bir yıl sonra gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alaşağı edilirken, devrimci bir alternatiften yoksun bırakılan işçi sınıfının karşısına bu kez de Le Pen’e karşı ehveni şer denerek Macron çıkarılmıştır. Sonuçta emekçilerin başına Macron’un musallat edilmesinin de, bu nedenle artan hayal kırıklığının dönüp yine Le Pen’i beslemesinin de en büyük müsebbibi düzen soludur. Sarı Yelekliler hareketinde de görüldüğü üzere, işçi ve emekçi kitlelerin sendikalara ve partilere duydukları tepki, gerçekte düzene duyulan tepkinin bilinçsiz ifadesidir. Fakat örgütsüzlük durumunda bundan en çok yararlananın faşist hareketler olduğu da tarihsel örneklerden son derece net bilinmektedir. Faşist hareketler geçmişte olduğu gibi bugün de, kapitalizmin yıkıma uğrattığı küçük-burjuvazinin yanı sıra işsizlik ve yoksulluğun pençesindeki işçilerin hoşnutsuzluğunu ve çaresizliğini suiistimal ederek güç kazanmaktadırlar.
Bugün işçi sınıfı dünyanın dört bir yanında sokağa dökülmektedir. Motorin zammına ilk tepkiyi ateşleyen ve hükümete ateş püsküren Bulgar emekçiler, Fransa’dan etkilenerek öfkelerini Sarı Yeleklerle sembolize eden Belçikalı, Macar, Tunuslu işçiler, Hollanda’da aşırı sağın sahip çıktığı sarı yeleklere karşı kızıl yeleklerle eylemler yapma kararı alan Hollandalı işçiler, Sudan’da ekmek zammına karşı hükümetin karşısına dikilen onbinlerce yoksul emekçi, Ürdün’de IMF programına karşı öfke kusan işçiler…
Tüm bunlar, krizi içinde boğulurken emekçi kitleleri de yıkıma sürükleyen kapitalizmin, toplumsal değişim ihtiyacını dört bir koldan dayattığını fakat politik bilincin ne yazık ki son derece geriden geldiğini göstermektedir. Üstelik gerek Sarı Yelekliler türü kendiliğinden kitle eylemlerinin gerekse işçi sınıfının ekonomik/sendikal mücadelesindeki yükselişin, işçi sınıfına devrimci sınıf bilinci kazandıramadığı gibi devrimci bir önderlik olmaksızın düzen sınırlarının dışına çıkmayacağı da defalarca kanıtlanmıştır. Kimilerinin bu ve benzeri hareketler karşısında “yeni toplumsal hareketler”, “orta sınıflar” gibi küflenmiş tezleri ısıtıp ısıtıp dillendirmeleri bu gerçeği değiştirmemektedir.[3] Kapitalizmle gerçekten derdi olanlar, eninde sonunda, tek devrimci alternatifin proletarya ve onun devrimci örgütlü gücü tarafından yaratılabileceğini göreceklerdir. Gün, boş beklentilerin peşinde koşma değil, devrimci olanı yaratma, bunun için işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü güçlendirme günüdür. Kazanan eninde sonunda kızıl bayraklarıyla proletarya olacaktır.
[1] Otuz bin kişinin katıldığı internet anketlerine dayanarak belirlenen ve 42 maddede ortaklaştırılan bu taleplere şu linkten ulaşılabilir: https://www.birartibir.org/siyaset/194-42-talep
[2] İlkay Meriç, Fransa’da Yükselen Mücadelenin İşaret Ettikleri (Mayıs 2016), marksist.com
[3] Bu tezlerin eleştirisi için bkz. Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı; İlkay Meriç, “Yeni Toplumsal Hareketler” mi?
link: İlkay Meriç, Bu Kez Sarı Yelekleriyle Geldiler!, 25 Aralık 2018, https://marksist.net/node/6557
Ben Bu Korkuyu Nerede Olsa Tanırım!