Gün geçmiyor ki burjuva ideologların veya güya sosyalist kimi akademisyenlerin ağzından, işçi ve emekçi sınıfların mücadeleleriyle yahut işçi sınıfının devrimci örgütlenmesiyle ilgili birtakım olumsuz laflar duyulmasın. Bunlar, işçi sınıfını ve onun mücadelesini kimi zaman açıktan hedef almakta, kimi zaman ve daha çok da düşüncelerini sinsice, üstü örtülü biçimde dile getirmektedirler. İşçi sınıfının düşmanı olduğu zaten belli olan çevrelerce dile getirildiğinde dikkate alınmayacağı aşikâr olan kimi söylemler ve yeni “teori”ler, solcu veya sözde Marksist akademisyenlerce, yazarlarca dile getirildiğinde rahatlıkla alıcı bulabilmekte, işçi sınıfının ve sosyalistlerin saflarına sızabilmektedir. İster bilinçlice yapılsın ister bilinçsiz şekilde, tüm bu teorilerin, icatların, anlayışların işlevi bellidir: İşçi sınıfının ve sosyalistlerin saflarında ideolojik kafa karışıklığı yaratmak.
Burjuvazinin ve ona hizmet edenlerin bu çabaları yeni değildir kuşkusuz, ama sosyalist hareketin kitleler içinde etkili olamadığı ve işçi sınıfının da geri bir noktada bulunduğu günümüz benzeri dönemlerde daha bir tehlikeli olabilmektedirler. Sınıf hareketinin yükseldiği ve sosyalistlerin sınıf içinde güç kazandığı dönemlerde pek de kaale alınmayacak kimi söylemler, bugünkü gibi dönemlerde sol içinde alıcı bulup tartışma konusu olabilmektedir.
BBC’nin web sitesinde yer alan bir makale ve bu makalede adı geçen iki solcu akademisyenin yürüttükleri bir çalışma, bu konuya güncel bir örnek olarak verilebilir.[1] Bu makalede, dünya çapında düzenlenen çeşitli protesto gösterileri üzerinden, kitle hareketlerinin, bir anlamda toplumsal mücadelelerin işe yarayıp yaramadığı sorgulanıyor. Makale her ne kadar tarafsız gibi görünmeye çalışsa da ve güya her türlü görüşe yer verse de, sonuç olarak kitlelerin mücadelesinin aslında pek de bir işe yaramadığı düşüncesini inceden inceye işlemiş oluyor. Makalede adı geçen ve bu fikre dayanak noktası oluşturan çalışmada ise kitle eylemleri “toplumu dönüştürme kapasitesi yerine uyuşturucu etkisi yaratan ve zaman geçirmeyi sağlayan politika araçları” olarak konuluyor. Sonuç olarak ortaya şu fikir atılmış oluyor; “mücadele pek de işe yaramıyor”.
Öncelikle makaledeki görüşleri özetle aktaralım. Makale, çeşitli Avrupa kentlerindeki Trump karşıtı protesto gösterilerinden örnekler vererek başlıyor ve şu soruyu ortaya atıyor: Bu gösteriler işe yarıyor mu? Ardından da yakın geçmişte yine Avrupa ve Kuzey Amerika’daki savaş karşıtı gösteriler hatırlatılarak (2000’li yıllarda Bush’un Irak işgaline karşı düzenlenen ve milyonlarca insanın katıldığı gösteriler), bu gösterilerin, katılan insanların ruh hali üzerinde olumlu etkileri olsa da, sonuçta ne Irak işgalini ne de ardından başlayan savaşı durdurabildiği söyleniyor. Yazının devamında da, bu tür kitlesel protestoların bir işe yaramadığını savunanlarla kısmen de olsa işe yaradığını savunanların görüşlerine yer veriliyor. Avrupa gibi görece demokratik ülkelerde yapılan “barışçıl” gösterilerle Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde yapılan ve çoğu zaman göstericilerin hayatına malolan protestoların farkının da vurgulandığı yazı, kitlesel protestoların örgütlenmesinde artık liderlere ve örgütlere gerek olmadığını ve bu konuda sosyal medyanın ve internetin yeterli olduğunu ima eden cümlelerle bitiyor.
Nick Srnicek ve Alex Williams adlı akademisyenlerin çalışmasında ise her şey çok daha açık ifade ediliyor. Bu akademisyenler yayınladıkları manifestolarında düşüncelerini ortaya koyarak, insanlığın bir felâketle karşı karşıya bulunduğunu ifade ediyor ve kendilerince buna çözüm yolları arıyorlar. Ancak pek çok akademik solcunun yaptığı gibi, kapitalizmin kendisinin yerine onun sonuçlarının hedef alınması yanlışına düşmekten kurtulamıyorlar. İklim değişikliklerinden ve bunun olumsuz sonuçlarından, kapitalizmin doğayı tahribinden, savaşlardan, açlık ve yoksulluktan, ekonomik krizlerden ve neo-liberal ekonomi politikalarından bolca bahsedilmekte ve bunların kapitalizmin sonucu olduğu kabul edilmekte ama kapitalizmden nasıl kurtulmak gerektiği ve yerine ne konacağı kısmı muğlâk bırakılmaktadır. Devrim ve sosyalizmden hiç bahsedilmemekte, bunun yerine “post-kapitalizm” denilen ne idüğü belirsiz sürece evrimsel bir geçiş öngörülmektedir.
Bu akademisyenlere göre dünyanın değiştirilmesi yani “post-kapitalist sürece” geçilmesi için kitlelerin doğrudan eylemi yeterli olmayacaktır, geleneksel eylem biçimleri ve taktikleri “konforlu alışkanlıklar haline gelerek” etkili başarılar kazanmanın önünde engel oluşturmaktadırlar. Yine bu akademisyenlere göre, sonuç alınamayan bu eylemler katılanlarda bir vicdan rahatlaması yaratmaktan öteye geçmemektedir. Sonuç olarak sınıfın geleneksel mücadele yöntemlerinin artık işe yaramadığından hareketle mevcut sol ve asıl olarak da sosyalist hareket eleştirilmekte ve yeni biçimler ve taktikler bulamamakla suçlanmaktadır.
Ayrıca tam da bekleneceği gibi, örgüt konusuna da değinilerek başarılı eylemlerin gerçekleşebilmesi için “geleneksel” örgütlere ihtiyaç olmadığı, bunun yerine “bir örgüt ekolojisi, karşılıklı olarak birbirlerinin güçlü taraflarını yankılayıp geri bildiren bir çeşit kuvvetler çoğulluğu”nun işe yarayacağı ifade edilmektedir. “Geleneksel” örgütlerin sahip olduğu merkeziyetçiliğin ve farklı örgütler arasındaki rekabetin zararları da uzunca anlatılmaktadır. Toplumsal değişimin dinamiğini oluşturacak temel gücün hangi sınıf veya kesimler olması gerektiği meselesinin de elden geçirildiği çalışmada, “organik biçimde kendiliğinden oluşmuş küresel bir proletaryanın hâlihazırda var olduğu anlayışının ötesine geçmek” gerektiği söylenmekte, bunun yerine ise “çoğunlukla post-fordist eğreti (precarious) emek biçimleri altında birleşen envai sayıdaki yarı-proletaryan kimlikler” öne çıkarılmaktadır.
Böylece şu sonuçlara varılmaktadır; toplumsal bir devrim gerçekleştirmeden de daha iyi bir düzen kurmak mümkündür ve bunun için de ne işçi sınıfının devrimci örgütlerine ne de onun mücadele biçimlerine ihtiyaç vardır, bu eskimiş biçimler ve örgütler toplumdaki değişim ihtiyacını köreltmekte ve başarıya ulaşılmasına engel olmaktadır, dolayısıyla da sol bunları terk etmeli ve “yeni biçimler” bularak daha federatif tarzda gevşek örgütsel yapılarla hareket etmelidir.
Bu özet aktarımdan da anlaşılacağı gibi ne yazı ne de çalışma aslında ortaya yeni bir şey koymaktadır. Bunlar, neredeyse Marx’ın yaşadığı dönemden beri sol hareket içinde tartışma ve ayrışma konusu olmuş hususlardır. Marx’ın ve Engels’in anarşistlere ve diğer küçük-burjuva sosyalistlere karşı, Lenin’in Menşeviklere, reformistlere ve küçük-burjuva devrimci akımlara karşı mücadelesinde bu tür düşünceler defalarca ele alınmış ve çürütülmüştür. Her şey bir yana, bizzat tarihin kendisi bu sorunlara çözüm getirmiş ve Marx’ın, Lenin’in ne kadar haklı olduğunu sayısız kere ispatlamıştır. Dolayısıyla kimi küçük-burjuva akademisyenlerin bu türden zehirleyici fikirlerine karşı devrimci Marksizmin bu konudaki görüşlerini tekrar hatırlatmak gerekiyor.
Asıl mesele odur ki, kapitalizm çürümekte olan bir toplumsal sistemdir ve bu haliyle insanlığa bir gelecek sunma potansiyeline sahip değildir, dolayısıyla da kapitalizmin tamamen yok edilmesi dışında hiçbir seçenek gerçekçi olmadığı gibi kalıcı sonuçlar vermesi de mümkün değildir. Kapitalizmin kendisini hedef almak yerine onun sonuçlarıyla uğraşmak, örneğin doğanın tahrip edilmesini önlemek için verilecek mücadeleyi yahut savaş karşıtı mücadeleyi, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti durdurma çabalarını veya neo-liberal politikaların sonuçlarına karşı çıkmayı sosyalizm mücadelesinden bağımsız düşünmek, çoğunlukla bu çabaların boşa gitmesine ya da en iyi ihtimalle kısa vadeli ve son derece sınırlı bazı kısmi iyileştirmeler elde edilmesine yol açacaktır. Bugün insanlığın karşı karşıya olduğu tüm sorunlar, ancak ve ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla çözülebilir, onu reforme etme yolundaki havanda su dövücü uğraşlarla değil.
Bu açıdan bakınca, zaman zaman milyonların dâhil olduğu kitlesel protesto gösterilerinin neden kalıcı sonuçlar alamadığını anlamak da mümkün olacaktır. Örneğin 2000’li yıllarda tüm Avrupa’yı saran ve milyonların neredeyse aynı anda sokağa döküldüğü kitlesel savaş karşıtı protestoların neden ABD’nin Irak işgalini veya savaşı durduramadığı çok açıktır. Neticede sonuçsuz kalan bu protesto dalgası, kitlelerin haklı tepkisini ve öfkesini yansıtmakla birlikte, savaş karşıtı mücadelenin tam da sosyalizm mücadelesinin bir parçası olması gerektiğinin bir kanıtıydı. Sonuç olarak, örgütsüz kitlelerin bu kendiliğinden hareketinin yarattığı muazzam enerji boşa gitti ve kitle hareketi nihayetinde sönümlendi.
Marx, yıllar önce yerden yere vurduğu bu gibi küçük-burjuvalara cevabı çoktan vermiştir. Marx’a göre “bu değerlendirme tarzı tam anlamıyla gerçekler dünyasından uzaklaşmaktı. Eylemin belirleyici gücünü göz ardı edip, kurgusal felsefenin sırça köşkünde fikirlere her şeye muktedir bir yaratıcı rolü atfetmekti.”[2] Daha da önemlisi, bu gibi küçük-burjuva aydınlar “aslında halktan, kitleden nefret eden” ve o nedenle de “halkın özlemlerinin tipik bir yansıması olarak gördüğü sosyalizme karşı düşmanca bir tutum” alan kişilerdi. Bunlar, Elif Çağlı’nın da dediği gibi “kendi tutumlarını haklı çıkarmak için”, “tek tek işçilerin ya da işçi sınıfının verili andaki pasif durumunu kendi inançsızlığına gerekçe gösteriyor” ve buna dayanarak “bu insanlardan, bu kitleden, bu sınıftan bir hayır gelmeyeceğini ispata çalışıyordu.”[3]
Oysa yine Elif Çağlı’nın Marx’tan aktararak vurguladığı gibi “sosyalizm hedefinin doğruluğu ve haklılığı işçilerin verili andaki durumuyla açıklanamazdı. Esas olan, şu ya da bu proleterin ya da hatta tüm proletaryanın o an için hangi bilinç düzeyinde olduğunu ve henüz kurtulamadığı yanılsamaları nedeniyle hangi yanlış siyasetleri benimsediğini bilmek değildi. Asıl olarak, proletaryanın kapitalizm altında nasıl bir sınıf olduğunu ve onun kendi nesnel varoluş koşulları nedeniyle neticede tarihsel olarak neyi yapmak zorunda kalacağını bilmek gerekiyordu.”[4] İşçi sınıfının mevcut durumuna bakarak onun toplumsal değişimin yegâne lokomotifi olduğu gerçeğini unutmak hiçbir zaman hayırlı sonuçlar vermez. Marksistlerin iyi bildiği gibi, yarattığı tüm sorunlarla birlikte kapitalizmi yıkacak tek güç örgütlü-devrimci işçi sınıfıdır.
Maalesef bugün için uluslararası işçi sınıfı asıl sorunun kapitalizmde olduğunun ve ancak kendi devrimci mücadelesiyle kapitalizmin yıkılabileceğinin bilincinde olmaktan çok uzaktır. Ne var ki kapitalizmin bağrındaki muazzam ve her geçen gün artan çelişkiler kaçınılmaz olarak işçi ve emekçi kitlelerde tepkiye ve öfkeye sebep olmakta, insanlar bu şekilde yönetilmek istememekte, artık kangrenleşmiş toplumsal sorunların çözülmesini, savaşların ve yoksulluğun sona ermesini istemektedirler. Ancak kitlelerdeki bu ruh hali insanların hemen ve her yerde sokaklara dökülmesi gibi bir sonucu da otomatik olarak doğurmamaktadır.
Onca soruna, yoksulluğa, sefalete ve acıya rağmen neden işçi ve emekçiler ayağa kalkmıyor? Kuşkusuz bu cevaplanması gereken bir sorudur ve Marksizm tarafından da fazlasıyla açıklanmıştır. Her şeyden önce kitleler mevcut durumda hâkim burjuva ideolojisinin ve propagandasının etkisi altındadırlar. Bu da gerçekleri görmelerine engel olmakta, kitleler burjuva iktidarların yalanlarına kolayca kanmaktadırlar. Örgütlü devrimciler için her şeyin olanca çıplaklığıyla ortada olması, kitlelerin de aynı şekilde kendiliğinden her şeyin farkına yani bilincine varacakları anlamına gelmiyor. Bu olgudan hareketle işçi sınıfına kızmak, ondan yüz çevirmek, ona küsmek veya farklı toplumsal dinamikler peşinden koşmak, sözümona “yeni” yollar, biçimler, örgütlenmeler aramak, bulamadığında da icada kalkışmak beyhude bir çabadır. Marx ve Engels, sosyalizm mücadelesinin birtakım aydınların zihin dünyasındaki tasarımların, çok parlak gibi görünen fikirlerin ürünü olmayacağını, aksine kitlelerin doğrudan eyleminin sonucu olacağını söylerken tam da bunu kastetmekteydiler:
“İşçilerin devrimci potansiyeli onların verili andaki bilinç ve örgütlülük düzeyine bağlı değildi, bu potansiyel kapitalist üretim ilişkilerinden türeyen nesnel bir olguydu. İşçiler kapitalizm altında hiç değişmeyen bu nesnel konumlarına rağmen, ancak bir sınıf olarak kendi varlıklarının bilincine vardıklarında ve örgütlendiklerinde devrimci bir rol oynayabilirlerdi. (…) Sermayenin işçiler karşısındaki ortak nesnel varlığı, bu henüz bilinçsiz olan (kendiliğinden) yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratıyordu. Bu yığın bu durumuyla aslında sermaye karşısında bir sınıftı, ama henüz kendisinin bilincine varmış (kendisi için) bir sınıf değildi. Bilinçsiz işçi kitleleri ancak mücadele içinde birleşiyor ve ortak bir sınıf olduklarının idrakine varıyorlardı. Mücadele içindeki işçiler, ekonomik bilinç düzeyinden başlayıp devrimci siyasi bilinç düzeyine yükselmek üzere, değişik derecelerde bilinçli işçiler haline geliyorlardı. Sermayeye karşı kendi sınıf iktidarlarını kurmak amacıyla örgütlü siyasal mücadeleye girişen işçilerin mücadelesi, sınıfın sınıfa karşı yürüttüğü bir savaş demekti.”[5]
Bugünün dünyasında genel olarak devrimci bir sınıf hareketinin yükselmediği aşikârdır, ama hiçbir şey olmuyor da değildir. 90’lardan bu yana sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin içinde bulunduğu yenilgi psikolojisinden çıkamamış olması ve daha pek çok tarihsel ve sosyal faktör sonucu, farklı ülkelerde farklı düzeylerde ve biçimlerde realize olan toplumsal hareketler söz konusudur. Kimi ülkelerde işler devrimci durumların oluşmasına kadar varırken, kimi ülkelerde yaprak kımıldamamaktadır. Yine de genel olarak işçi ve emekçilerin, özellikle de gençliğin, üzerindeki ölü toprağını giderek atmaya başladığını nicedir söylüyoruz.
Ancak burada önemli olan nokta, sınıf hareketinin eninde sonunda yükseleceği gerçeğinin bilinmesi değil, bu kalkışmaların başarıya ulaşması için kitlelerin örgütlü bir mücadeleye kanalize edilmesinin gerekliliğinin kavranmasıdır. Kitlelerin kendiliğinden hareketinin enerjisini burjuva düzenin temellerine yöneltecek ve burjuva iktidarı yıkarak yerine işçi sınıfının iktidarını kuracak bir önderlik yaratılamadığı sürece, yani kitlelerin kendiliğinden hareketi örgütlü ve devrimci bir harekete ilerletilemediği sürece, kuşkusuz kitle hareketi eninde sonunda dinecek ve burjuva düzen varlığını sürdürmenin bir yolunu bulacaktır. İçinden geçtiğimiz dönemde yaşanan pek çok irili ufaklı örnek bu gerçekliği defalarca kanıtlamıştır.
Kendini sosyalist addeden kimi akademisyenler veya burjuva medyanın köşe yazarları, mevcut durumdan mücadelenin işe yaramadığı sonucunu çıkartabilirler, ama bu, gerçekliğin üzerinin örtülmeye çalışılmasından ve kafaları karıştırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Sorunu iyi niyetle kavramak isteyenler açısından kavranması gereken temel nokta, bahsi geçen kitle hareketlerinin veya protesto gösterilerinin “kendiliğinden” niteliğidir. Lenin, yüzyıldan fazla zaman önce, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin sınırlılıklarını net biçimde ortaya koymuştur. Meşhur Ne Yapmalı adlı eserinde, işçi ve emekçi sınıfların “kendiliğinden” yani devrimci-sosyalist siyasi bilince sahip olmadan çeşitli düzeylerde kitle eylemleri, protestolar düzenlediklerini ama bunu yaparken kendi çıkarlarının “modern siyasal ve toplumsal sisteminin tümüyle uzlaşmaz bir biçimde çatıştığının bilincinde” olmadıklarını ve kendiliğinden bu bilince de ulaşamayacaklarını söylüyordu. Lenin, tam da yazımıza konu olan örneklerdeki gibi, işçi sınıfının “kendiliğinden” hareketiyle kapitalizmin yarattığı çeşitli türden olumsuz sonuçlara karşı mücadeleler verebileceğini, ama bu mücadeleyi sorunun asıl kaynağına yani kapitalizmin kendisine yöneltemeyeceklerini, bu yüzden de sınıfın “kendiliğinden” hareketinin düzenin sınırlarını aşamayacağını anlatıyordu. Demek ki bugünün örgütsüz ve bilinçsiz kitlelerinin giriştiği çeşitli türden eylemlerin istenilen sonuçları vermemesi, bu mücadelelerin bir işe yaramayacağını değil, başka bir eksikliğin varlığını göstermektedir. Bu eksiklik hiç kuşkusuz sosyalist-devrimci hareketin zayıflığı ve işçi sınıfı hareketine yol gösterecek devrimci önderliklerin yaratılamamış oluşudur.
Peki, bu durumda, kitlelerin “kendiliğinden” mücadelesinin bir faydası yok mudur diye sorulabilir. Tabii ki vardır. Kendiliğinden hareket işin başlangıcıdır ve başlangıç düzeyinde de olsa sınıf bilinci ifade eder. Sonuçta işçi-emekçi kitlelerin siyasi bilinç kazanması ancak mücadele içinde gerçekleşebilecek bir ilerlemedir. Gerçek değişimi yaratacak olan örgütlü mücadeledir. Bu eksikliği saptamak başka şeydir, mücadele işe yaramaz demek başka şey… Kapitalizmin sonuçlarından şikâyet ederek insanlığın felâkete sürüklendiğini söyleyen birinin, bu eksikliklere işaret etmek ve gereğini yapmak yerine, mücadelenin işe yaramadığını söylemesi ve birtakım kurgusal projeleri hayata geçirmek üzere devrimcileri eleştirerek onlara akıl vermeye çalışması en hafif ifadeyle hadsizliktir.
Kitleleri devrimci mücadeleye çekebilecek siyasi öznelerin eksikliğine rağmen, çeşitli protesto gösterilerine katılan örgütsüz işçi ve emekçilerin ruh hallerinde meydana gelen değişim, mücadeleye katılmanın dönüştürücü etkisini göz önüne sermektedir. Trump karşıtı gösterilerden birine katılan bir gencin sözleri buna örnektir: “Hep beraber bir şeyleri değiştirme gücümüz olduğunu hissettim. Gerçekten de kitlelerin gücünü duyumsadım.”[6] Her şeyden önce kitlesel gösteriler, protestolar ve eylemler; işçi ve emekçi kitlelerin kapitalist sistemden, burjuva iktidarların yönetiminden ve içinde bulundukları genel durumdan duydukları bilinçli olmasa da içgüdüsel rahatsızlıklarını, tepkilerini ve öfkelerini dışa vurdukları toplumsal olaylardır. Tek başına bu bile son derece önemlidir, çünkü sadece şikâyetlenip mızırdanmakla sokağa çıkıp sesini duyurmak arasında muazzam fark vardır. Sonuçta kitleler mücadele içinde öğrenmekte, dönüşmekte ve daha fazlasını ister hale gelmekte, en önemlisi de içinde bulundukları düzenin niteliği hakkında daha bilinçli hale gelmektedirler.
Örneğin fabrikadaki hemen her işçi ücretlerin azlığından ve çalışma koşullarından, içinde bulunduğu yaşam koşullarından şikâyet eder. Bu işçilere tek tek “madem şikâyetçisin, neden bir şeyler yapmıyorsun” diye sorduğunuzda “tek başıma ne yapabilirim ki” cevabını alırsınız. İşte bu işçinin aslında tek başına olmadığını, diğer işçi arkadaşlarıyla birlikte aynı sınıfın parçası olduğunu, sorunlarının ve çözüm yolunun ortak olduğunu anlayacağı yer mücadele alanıdır. Aynı fabrikada çalışan ve aynı dertlerden şikâyetçi olan işçiler ne zamanki bir araya gelip birleşir ve örgütlenirler, o zaman bilinçleri de bir adım ileriye gitmiş olur. Benzer şekilde greve veya direnişe çıkan bir işçi, çok kısa süre içinde işçi arkadaşlarıyla ortak çıkarlara sahip olduğunu, patronun ise düşmanları olduğunu anlamaya başlayacak; hakkını aramak için giriştiği her eylemde polisiyle, savcısıyla devletin kolluk güçlerini karşısında bulacaktır. Söz konusu eylem sadece bir grev veya direnişten, yüz binlerin hatta milyonların katıldığı kitlesel bir eylem ölçeğine yükseldiğinde, işçinin ruh halindeki ve bilincindeki dönüşüm de o derece artacaktır. Ama sorun şudur ki, mücadele içinde dönüşüme açık hale gelen bu işçi, mücadele sona ermeden örgütlenemezse ya da kitleler örgütlü mücadelenin içine çekilemezse, işçiler aynı hızla eski hallerine geri dönecek ve burjuva ideolojisinin hâkimiyeti hızlı biçimde yeniden tesis olacaktır.
Tam da bu yüzden Lenin, kendiliğinden hareketin önemini teslim etmekle birlikte, sınıfın kendiliğinden hareketinin devrimci örgüt/partiyle buluşmadığı yani tamamlanmadığı sürece düzen sınırları içinde kalacağının ve sonuca ulaşamayacağının altını çizmiştir. Bu noktada, küçük-burjuva safsatacıların “örgüt” korkusuyla işi sulandırmaya çalışmalarına ve anlaşılmaz laflarla ortaya koydukları “örgüt ekolojisi” türünden saçmalıklara kesinlikle prim verilmemelidir. Bunlara verilecek en iyi cevap, küçük-burjuvaca safsatalara ve saçmalıklara kulak asmadan sınıf içinde çalışmaya devam etmektir.
[1] Valeria Perasso’nun www.bbc.com/turkce sitesinde de yer alan Protesto Gösterisi Düzenlemek İşe Yarıyor mu? adlı yazısı ve Nick Srnicek ile Alex Williams’ın Geleceği Kurmak: Post-kapitalizm ve Çalışmanın Olmadığı Bir Dünya adlı çalışmaları.
[2] Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi, marksist.com
[3] Elif Çağlı, age
[4] Elif Çağlı, age
[5] Elif Çağlı, age
[6] Valeria Perasso, Protesto Gösterisi Düzenlemek İşe Yarıyor mu?, www.bbc.com/turkce
link: Kerem Dağlı, Devrimci Mücadele Kaçkınlarının Safsataları, 7 Eylül 2018, https://marksist.net/node/6483
“Nâzım’ın Çilesi”
Kinimiz Patronlara