Hapishaneler dolup taşıyor. AKP hükümetinin inşa ettiği yeni zindanlar da, sayıları katlanarak artan mahpusları almaya yetmiyor. Daha geçen yıl Türkiye’de cezaevlerine kapatılmış insan sayısı üç şehrin nüfusunun toplamına ulaşmıştı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında hükümlü ve tutuklu sayısı 55 bin 609 iken, bu sayı 2015 yılı Kasım ayı itibarıyla 176 bin 116’ya çıktı. Siyasi tutuklu ve hükümlü sayısı 7 bin 469 kişi olarak görünse de, son aylarda artan polis saldırıları ve operasyonlar bu sayıyı her geçen gün arttırmaktadır. Kürt illerinde yürütülen kirli savaşın bir parçası olarak her gün onlarca insan gözaltına alınıp tutuklanmaktadır. Bunun yanı sıra, Erdoğan başta olmak üzere AKP’li zevata hakaret etmek, devlete karşı suç işlemek vb. gerekçelerle haklarında dava açılan ve tutuklanan insanların sayısı da katlanarak artmaktadır. Bunlar arasında çok sayıda gazeteci de bulunmaktadır.
Uzun bir süredir cezaevlerinde kapasitenin çok çok üstüne çıkılmış durumdadır ve bu insanlık dışı koşulları da beraberinde getirmektedir. Örneğin, Konya E Tipi kapalı cezaevi 510 kişilik bir kapasiteye sahip olmasına rağmen, şu anda bu cezaevinde 1400’e yakın mahpus bulunuyor. Aynı yatakta birden fazla insanı yatırmak, yerlere şilte atarak neredeyse balık istifi yaşamaya mecbur bırakmak gibi uygulamalar artık sıradanlaşmış durumda. Bir süre önce bizzat Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu cezaevlerindeki koşulların insani olmadığını tespit etmişti. Komisyonun raporunda şu ifadeler yer alıyordu: “… en üst kattaki ranzanın neredeyse tavana değdiği ve buna karşılık hâlâ yerlerde de yatanların olduğu görülmüştür. Banyo ve mutfak alanlarının bir arada olması hijyen sorunları doğurmaktadır. Yemeklerini kalabalık nedeniyle yataklarında yediklerini iletmişlerdir. Bir odada 7 ranza ve diğerinde 7 yer yatağının duvar boyunca yerleştirildiği görülmüştür. Bazı koğuşlarda 18 kişi kalması gerekirken 25 kişi kalmaktadır...”
AKP’nin iktidarda olduğu yıllar boyunca cezaevlerindeki doluluk katlanarak artmış, hükümlü sayısındaki artış oranıysa yüzde 200’ün üzerine çıkmıştır. Türkiye bu alanda OECD ülkeleri arasında üçüncü sıraya yerleşirken, Avrupa’da ikinci sırada, dünyada ise ilk on içinde yer almaktadır.
Hapishanelerin doluluk oranı ve insanlık dışı koşullar, zaman zaman isyanlara da yol açmaktadır. Söz konusu koşullar, 2014 Mayısında, Şanlıurfa E Tipi Cezaevinde bir isyana yol açmıştı. Aşırı doluluğu protesto eden mahkûmlar, idarenin taleplerini karşılaması için yatakları ateşe vermiş ve bu isyanda 13 tutuklu ve hükümlü yaşamını yitirmişti.
Mahpus sayısındaki artışın kuşkusuz ekonomik, sosyal ve siyasal nedenleri bulunmaktadır. Kapitalizmin krizinin faturasının işçi sınıfına kesildiği, bedelinin işçi, emekçi ve yoksul kitlelere ödetildiği dönemlerde, hırsızlık, kapkaç, soygun gibi suçlarda artış yaşanmaktadır. Bunu bankalara kredi borcu olan milyonlarca insanın tüm birikimini kaybettiği icra takipleri izlemekte ve bu da cinayet, şiddet, cinnet vb. vakalarının sayısını arttırmaktadır. Elbette sadece adli suçlardaki artışla sınırlı değil bu durum. Sömürü koşullarına ve ortaya çıkan çürümüşlüğe karşı öfke duyan, mücadeleye atılan insan sayısında da artış yaşanmakta, bu da siyasi tutsakların sayısını arttırmaktadır.
Dışarıda milyonlarca emekçiyi kendi kâr düzenine mahkûm eden, dört bir yanımızı gözetleme araçlarıyla çevirerek ezilen ve sömürülen yığınlar için hayatı adeta bir açık hava hapishanesine çeviren egemenler, dört duvar arasına sıkıştırdıkları on binlerce insanın hayatını da cehenneme çeviriyorlar. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, Üçüncü Dünya Savaşının alevleri daha geniş coğrafyalara doğru yayılıyor. Hem içeride hem de dışarıda, otoriterleşmeye paralel olarak polis devleti uygulamalarının, baskının ve şiddetin dozu da artıyor. Böyle bir ortamda işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve devrimci mücadelenin zayıflığı, başta siyasi tutsaklar olmak üzere tüm mahpusların içerdeki koşullarının daha da ağırlaşmasına sebep olmaktadır.
Marmara bölgesindeki hapishanelerde son dört ayda yaşanan hak ihlallerine ilişkin İHD (İnsan Hakları Derneği) raporunda da hapishanelerdeki baskı ve tecridin ciddi boyutlara ulaştığı tespit edilmektedir: “Dışarıda yaşanan savaş ve çatışma hali, kendisini hapishaneler alanında da ağır bir şekilde hissettirmektedir... Disiplin cezaları, iletişimin engellenmesi, hukuksuz aramalar, darp veya kötü muamele, sosyal faaliyetlerden men etme, kitap yasakları en görünür hak ihlalleri olarak karşımıza çıksa da, yaşanacak olası durumların daha da fazlasının ortaya çıkaracağı olasılıklar arasındadır. Özellikle hasta tutsak ve mahpusların tedavilerinin aksatılması, tek veya çift kelepçe uygulamasının dayatılması, ring araçlarında veya hastane gidiş-dönüşlerinde kötü muamelenin gerçekleşmesi, yetersiz revir uygulamaları ve geciktirilen hastane sevkleri en kaygı verici ihlaller arasındadır.”[1]
Burjuva devlet dışarıda da içerde de “adalet”i sınıfsal pozisyona göre dağıtıyor. Genel olarak evrensel hukuk, insan hakları gibi kavramlar onun bu durumunun üstünü örtmeye yetmiyor. Hapishaneleri hem bedensel hem ruhsal cezalandırma aracı olarak kullanıyor. O nedenle de hapishanelerin doluluk oranlarının yanı sıra dikkat çekilmesi gereken bir durum da verilen cezaların ağırlığıdır. Cezaların ağırlığının bir boyutunu da cezaevinde kalma süresinin uzunluğu oluşturmaktadır. Burada da çok belirgin bir şekilde en uzun cezalar “mülkiyete karşı işlenen suçlar” ile “devlete karşı işlenen suçlar”a veriliyor. “Şiddet, taciz, tecavüz” vb. suçlarda “saygın duruş” gibi trajikomik gerekçelerle cezalar azaltılırken, düşündüğü, yazdığı ve söylediği şeyler için yargılanan insanlara verilen cezalar giderek daha da ağırlaşıyor. Meselâ üç küçük çocuğa cinsel saldırı nedeniyle 150 yılla yargılanan bir kişinin cezası “saygın duruşu” gerekçesiyle 10 yıla kadar indirilebiliyor. Ya da Alaattin Çakıcı gibi devletin kirli işlerini yapan adamlar “hapishanede” krallar gibi ağırlanıp, hastalandığında hastanelere rahatça gidebiliyor, hatta adamları cezaevi müdürünün aracını kurşunlayabiliyorlar. Devrimci tutsaklar ise işkencelerden geçirilip, yüksek güvenlikli özel tip hapishanelerde tecrit edilerek teslim alınmaya çalışılıyorlar.
Hapishaneler, başta devrimciler, sosyalistler olmak üzere, hakkını isteyen işçilere, emekçilere ve iktidara muhalefet eden tüm toplumsal kesimlere yönelik bir susturma aracı olarak kullanılmaktadır. Şiddetin her türlüsünün uygulandığı hapishanelerde, işkenceden ve kötü koşullardan kaynaklı sağlığını yitirmiş 1000’e yakın insan tedavi olanaklarından yoksun ve tecrit altındadır. İHD’nin bu yılın Kasım ayına kadar elde ettiği verilerden oluşturduğu hasta mahpus listesinde, 298’si ağır olmak üzere 740 mahpus bulunuyor. Her birinin hastalık durumunun ve tedavi ihtiyaçlarının da eklendiği bu liste, özellikle siyasi tutsakların nasıl ölüme mahkûm edildiğini de gösteriyor. Üstelik bu liste, durumlarını hapishane duvarlarını aşıp İHD’ye ulaştırmayı başarabilenlerden oluştuğu için, durumun gerçek boyutları bilinmiyor.
Hapishane koşullarındaki genel kötülüğün yanı sıra özellikle siyasi tutsaklar üzerindeki baskı ve şiddet de devam etmektedir: Her türlü fiziksel ve psikolojik işkence, çıplak arama işkencesi, tecrit, kitap ve dergilerden mahrum bırakma, mektupların iletilmemesi ve daha nicesi.
Hapishaneler, sınıflı toplumlar çağı başladığından bu yana toplumun azınlığı olmasına rağmen çoğunluğunu yönetmiş olan egemenlerin zor aygıtları içerisindeki önemli keşiflerinden biridir: Bireyi toplumsal ilişkilerinden soyutlama ve onu zorla tecrit etme. Egemen sınıf, tüm toplumu ideolojik araçlarla kontrol altında tutmaya çalışır. Büyük çoğunluğun algısını yönetebilmek açısından olağan dönemlerde genel olarak başarılıdır. Hele bugünkü gibi araçlarının çok ve çeşitli olduğu dönemlerde etkisi de katlanır. Ancak herkes üzerinde ve her dönemde bu kadar başarılı olamaz. İşte o zaman fiziksel baskı aygıtları şiddet düzeyi artarak devreye girer. Egemen sınıf, ordusuyla, polisiyle, zindanlarıyla, muhalefeti ezmeye, yıldırmaya çalışır.[2]
Bu konuda Türkiye burjuvazisi de hem en korkak hem de en saldırgan egemen sınıflardan biridir. TC’nin kuruluşundan bu yana her türlü muhalefeti şiddetle bastırma yoluna giden Türk egemen sınıfı, sosyalistlere, öncü işçilere ve Kürtlere karşı her zaman acımasız davranmış, kanlı ve karanlık yüzünü göstermiştir. 12 Mart 1971’deki askeri darbeyle üç genç devrimci fidan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ı darağacında katletti. 12 Eylül faşist darbesinin ardından, 17 yaşında, içi insanlık için umutla dolu pırıl pırıl bir devrimci olan Erdal Eren’i yaşını büyüterek idam sehpasına çıkardı. Faşist rejimin zindanlarında işkencenin binbir türlüsü uygulandı. Ne var ki tüm bu zulümler devrimci iradeyi teslim alamadığı gibi, devrimci mücadelenin de önüne geçemedi ve geçemeyecektir:
“Burjuvazi, 12 Eylül faşizmi altında en insanlık dışı muamelelere maruz bıraktığı, tek tip kıyafetle kişiliksizleştirmeye çalıştığı, F tipi uygulamasına ve tecrite direndikleri için 19 Aralık 2000’de TC tarihinin en vahşi saldırılarından birini gerçekleştirerek onlarcasını katledip yüzlercesini sakat bıraktığı, türlü işkencelerden geçirdiği devrimci tutsakları tarihin hiçbir döneminde onursuzlaştıramamış, iradelerini teslim alamamıştır. Bu direnme gücü, devrimci davanın tarihsel haklılığından kaynaklanmaktadır ve tam da bu yüzdendir ki burjuvazinin bundan sonraki çabaları da boşa çıkmaya mahkûmdur.”[3]
[1] Marmara Bölgesi Hapishanelerinde Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık Aylarında Yaşanan Hak İhlallerine Dair İHD Raporu-2015
[2] bkz. Levent Toprak, Cezaevleri ve Sınıf Mücadelesi, MT, Şubat 2007
[3] İlkay Meriç, 157 Bin Mahpus: Burjuvaziye Zindan Yetişmiyor, 22 Aralık 2014
link: Derya Çınar, Hapishaneler Dolup Taşıyor!, 19 Aralık 2015, https://marksist.net/node/4750
Henüz 17 Yaşındaydı
Egemenler Neden Savaş İster?