Erdoğan ve AKP’nin yürüttüğü Kürt düşmanı savaş politikası 8 Eylül günü ülke çapında bir ırkçı cinnet gecesine dönüştü. 6-7 Eylül 1955’teki devlet güdümlü gayrimüslim düşmanı ırkçı linç ve talan çılgınlığının 60. yıldönümünde, özü itibariyle aynı saldırganlık bu kez Kürtler hedef tahtasına konarak icra edildi. 60 yıl sonra aradaki fark, 1955’te linç sürülerinin saldırıları esas olarak İstanbul ile sınırlı iken bu kez ülkenin batısını neredeyse tümüyle kaplamasıydı.
Kürt illerinde devlet ablukası Cizre örneği üzerinden ağırlaştırılıp katliamlara hız verilirken, Fırat’ın batısındaki sayısız il ve ilçede ırkçı linç sürüleri devlet güdümünde sokaklara dökülüp, Kürt avına giriştiler. Ülkenin dört bir yanında mevsimlik tarım işçiliği ve inşaat işçiliği yapan sayısız Kürt emekçi, azgın ırkçı güruhun saldırılarına maruz kaldı. Cesaretini ancak sırtını sıvazlayan devletten alabilen korkak kıyıcı sürüsü, sadece Kürtçe konuştuğu için bir Kürt gencini sokak ortasında bıçakla öldürdü, sokakta Kürde benzediğini düşündüğü savunmasız insanları dövdü, 200’e yakın HDP il ve ilçe binası ve ofisini faşist cinnet ayini düzenlercesine Madımak misali kundakladı, kullanılamaz hale getirdi. Çeşitli illerde Kürt mahallelerine kalabalık saldırılar düzenlendi, Kürtlere ait çeşitli ev ve işyerleri yakılıp yıkıldı, talan edildi. Bazı bölgelerde yollar kesilip araçlar ve özellikle şehirlerarası otobüsler kontrolden geçirildi, içinde hamile kadın ve çocukların da olduğu birçok insan Kürt oldukları ya da öyle oldukları düşünüldüğü için darp edildi. Kimi yerlerde hızını alamayan linç sürüleri CHP bürosuna dahi saldırdılar, bizzat MHP’li olan insanları bile sırf Kürde benzediğini düşündükleri için linç etmek istediler.
Herhangi bir muhalif gösteri girişimini engellemek istediğinde kalabalık ne kadar olursa olsun saldırıp nefes aldırmayan devlet güçleri, tüm bu kanlı linç ayinleri sırasında bazı yerlerdeki sınırlayıcı ufak tefek müdahaleler dışında parmağını kıpırdatmamıştır. HDP’nin Ankara’daki genel merkezi bile gece ırkçı güruhun saldırısına uğramış ve kundaklanmıştır. Ve bu, HDP yetkilileri gün boyunca bu tür saldırıların olması ihtimaline karşı devlet görevlileriyle görüşmelerine ve önlem alınması için uyarı yapmalarına rağmen gerçekleşmiştir. Gerçek şu ki, saldırıların genelinde polis, bu tür durumlarda hep yaptığı gibi, yüzünü öteki tarafa çevirip faşist saldırganları pışpışlamış, onlarla gönül birliği içinde olduğunu belli etmiştir. Güruhun silahlı olarak Kürtlerin yaşadığı mahalleye baskına gidip ortalığı yakıp yıktığı Beypazarı’nda kaymakam, ilçedeki linç saldırıları için “halk duygusal tepkisini ortaya koydu” dedi.
Fırat’ın batısında bunlar yaşanırken, doğusunda, Cizre gibi yerlerde aleni bir kuşatma ve keskin nişancı ateşi gibi iç savaş yöntemlerinin devreye sokulduğu katliam girişimleri yürütülüyor. Türkiye Kürdistanı’nın her geçen gün yeni bir bölgesi “özel güvenlik bölgesi” adı altında sıkıyönetim düzeni altına sokuluyor. Kürt halkı tam bir abluka altına alınarak kan ağlatılıyor. Bu baskı ve abluka altında her gün kadın, çocuk, yaşlı demeden Kürtler sokak ortasında, evlerinde öldürülüyor, sakat bırakılıyor, yaralanıyor. Bir model haline getirilerek yaygınlaştırılması planlandığı anlaşılan Cizre’de sağlık ve cenaze hizmetleri durmuş vaziyette, yaralılar ölüme, cenazeler kokuşmaya terk ediliyor. Kente giriş-çıkışlar engelleniyor, milletvekilleri ve HDP’li bakanlar bile içeri alınmıyor. Kentte gıda, su, elektrik gibi temel ihtiyaçlar karşılanamıyor. Böylece ağır silahlarla, keskin nişancılarla ateş altında tutulan kent halkı aynı zamanda temel ihtiyaçlardan da mahrum bırakılarak açlığa mahkûm edilmek isteniyor. Bu arada bölgedeki çeşitli belediyelerde halkın oyuyla seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor. Özetle İsrail’e atıp tutan sözde mazlum dostu Erdoğan ve AKP, İsrail’in Filistin’de uyguladığı yöntemleri aynen uygulamakta beis görmüyor.
Bu tür uygulamalarla özellikle HDP’ye yüksek oy çıkan ve dahası fiilen özyönetim ilan eden yerler hem cezalandırılıyor hem de bu bölgeler korkutulup yıldırılarak insansızlaştırılmaya çalışılıyor. Bunun somut amacının ne olduğu çok açık: 1 Kasımda yapılacak seçimlerin bölgede tümüyle göstermelik bir seçim haline getirilerek, HDP’nin baraj altında kalmış olarak görüneceği bir sonucun elde edilmesi.
Fırat’ın batısında yaşanan 8 Eylül linç saldırıları hükümet ve devlet yetkilileri ile düzen medyasının aşağı yukarı tamamı tarafından “halkın teröre tepkisi” olarak sunuldu. Halbuki bu saldırılar Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları ve Osmanlı Ocakları olmak üzere üç paramiliter örgütlenme üzerinden son derece bilinçli ve merkezi olarak yürütüldü. Böylece AKP’nin kendi doğrudan kontrolü altındaki Osmanlı Ocakları MHP’nin kontrolündeki Ülkü Ocakları ile birlikte aynı merkezden yönetilen bir iç savaş operasyonunu yürütmüş oldular. Bu durum AKP ve MHP’nin Kürtlere karşı savaş sürecinin çok çeşitli boyutlarında birlikte hareket etmesinin yeni bir örneğini teşkil etti. Nitekim devlet ve hükümet yetkilileri Ülkü Ocaklarının eylemlerinin barışçıl ve başarılı geçtiğini ifade edip teşekkür etmeyi de ihmal etmediler.
Tüm bu kanlı tablo karşısında düzen medyasının ise, çok kısmi birkaç örnek dışında tümüyle devlet yanlısı bir çizgi izlediğini görüyoruz. Bu süreçten kendisinin de zararlı çıkacağını bilen Doğan medyası ise gerçeğin sadece bazı kırıntılarını göstermeye kalktığı halde Saray’ın ve hükümetin baskısına maruz kalıyor. Erdoğan’ın “400 milletvekili verilseydi bugün durum farklı olurdu” sözlerini yansıtan Hürriyet gazetesi çeşitli yönlerden maruz kaldığı baskının yanı sıra ilk kez AKP’nin sivil vurucu gücünü de tattı. Gazete binası bu ırkçı cinnet günlerinde iki kez bu güruhun saldırısına uğradı. İlk saldırıya liderlik eden AKP milletvekili ve gençlik kolları başkanı Abdurrahim Boynukalın’ın “Erdoğan’ı engellemekten söz ediyorlar. Kasımdaki seçimden sonra ne çıkarsa çıksın seni başkan yaptıracağız. Seni başkan yaptıracağız. Seni başkan yaptıracağız” sözleri, otoriter yönelişin de açık bir ipucunu veriyordu.
8 Eylül saldırıları AKP’nin ve özellikle Erdoğan’ın kendine bağlı paramiliter bir güç oluşturma konusunda attığı adımları da bir kez daha gözler önüne serdi. Louis Bonapart’ın kendi Bonapartist rejimini kurarken bir manivela olarak kullandığı meşhur “10 Aralık Derneği”nin anlamını bugün bir kez daha hatırlamak gerekiyor. Popülist yöntemlere dayanan her Bonapart’ın kendi otoriter rejimini kurma yolunda bir 10 Aralık Derneğine ihtiyacı vardır.
Aslında daha geniş anlamıyla son yılların bütününe yayılan ve seçim öncesinden bu yana ise iyice ilerleyen otoriterleşme sürecine bakıldığında, tarihteki örneklerin çarpıcı biçimde tekrarlanmakta olduğunu görüyoruz. Hatta denebilir ki, otoriterleşme süreçlerinin bir el kitabı varsa şayet, şu anda Türkiye’de bu el kitabının çeşitli sayfalarından seçilmiş yöntem ve uygulamalar adeta evrensel bir şema gibi standart biçimde hayata geçirilmektedir. Savaş ve militarizmi azdırma, şovenizmi körükleme, kolay hedef olarak görülen bir toplumsal grubu suçlu sandalyesine oturtma ve bunlara dönük fiziki linç kampanyaları düzenleme, medyayı ablukaya alma, paramiliter örgütlenmeler ve devletin resmi güçlerinin yanı sıra sivil görünüm taşıyan bu tür örgütlenmeler üzerinden sözümona “halk tepkisi” oluşturmalar, can sıkan her muhalifi şeytanlaştırma ve akıldışı suçlamalara maruz bırakma, herkesi “ya devletten yanasın ya terörden” gibi ikilemlere sıkıştırma, geçmişte Tan Matbaası baskınında olduğu gibi gazete ve matbaalara paramiliter saldırılar…
Tüm bu sürecin ana damarını hiç kuşkusuz savaşın kendisi oluşturmaktadır. Gelişmelerin ana dinamiği savaşın bizatihi kendisidir. Nitekim ülkeyi boydan boya kasıp kavuran 8 Eylül linç gecesi de Dağlıca (Oremar) ve Iğdır’daki saldırılarda çok sayıda asker ve polisin ölmesi sonucu tetiklenmiştir. Ülkenin batısındaki halkın haleti ruhiyesi ve tepkileri de esasen savaş sürecindeki gelişmeler temelinde hızlı değişimler geçirmektedir. Bu haleti ruhiyenin adeta günler mertebesinde değiştiğini görebiliyoruz. İlk başlarda şoven bir histeri dalgası hâkim iken, ilerleyen günlerde asker cenazelerinden yansıyan tepkilerin de birikmesi sonucu savaşın pek haklı bir gerekçeye dayanmadığı duygusu belli bir itilim kazanmaya ve hükümet de zorlanmaya başlamıştı. Ancak son birkaç gündeki büyük ölçekli kayıplar ve linç kampanyası sonucu hava yeniden şovenizm yönüne doğru dönmektedir.
Ancak daha önemlisi, Kürt halkının maruz kaldığı saldırıların ve düşmanlaştırmanın geldiği düzeyin her geçen gün manevi kopuş duygusunu derinleştirmesidir. Irkçı nefretin şaha kalktığı faşist cinnet kampanyalarıyla büyük bir kamplaşmanın tohumları ekilmektedir. Bu durum gitgide telafisi imkânsız hasarların oluşması noktasına doğru ilerlemektedir.
Bu otoriter, militarist, savaş-sevici gidiş tehlikeli bir gidiştir. Marksist Tutum olarak daha önce dikkat çektiğimiz gibi, bu sefer süreç hiç de önceki seferlerde işletilen sarkaç mekanizması gibi işlemeyebilir. Yani Erdoğan ve şürekası “somut hedefimize ulaşana kadar savaşı, militarizmi, şovenizmi gazlayalım, sonra yeniden çözüm sürecini buzluktan çıkarırız” hesabını yapıyor olsalar bile, bu kez işler öyle yürümeyebilir. Gerek sürecin birikim etkisinin ulaştığı nokta gerekse de Ortadoğu ve dünyada yaşanan süreçlerin şekillendirdiği yeni dengeler ve Kürt hareketinin birçok cephede elde ettiği büyük kazanımlar, bu kez farklı bir zemin oluşturmaya namzettir. Erdoğan ve şürekası bunu arzu etmemiş olsalar bile cini şişeden çıkarmış olabilir. Bunu ilerleyen günlerde göreceğiz.
Bugünkü ağır süreç sosyalistler için de büyük bir sınavdır. Havanın kurşun gibi ağır olduğu günlerde, tereddütsüz biçimde ezilen Kürt halkının yanında durmayı bilmek sonsuz ölçüde önem taşıyor. Şoven saldırılara karşı Kürt halkını yalnız bırakmamak, onunla devrimci dayanışma içinde olmak ve faşist saldırıları omuz omuza püskürtmek sosyalistlerin boynuna borçtur. Aslında bu görev sosyalistler bir yana kendine demokratım diyen ve tutarlı olmak gibi bir derdi olan herkesin görevidir.
link: Marksist Tutum, AKP’nin İç Savaş Kışkırtması, 9 Eylül 2015, https://marksist.net/node/4434
AKP “Muhbir Vatandaş”tan Medet Umuyor
Bir Dersim Sürgünü: Yeni OHAL’ler Yaşanırken!