Ya sosyalizm ya barbarlık! Kapitalizmin çürümüşlüğünü ve insanlığı bir çöküşe doğru sürüklediğini vurgulayan bu sosyalist sloganın ortaya atılmasının üzerinden yüz yıldan fazla bir süre geçti. Geçen zaman bu sloganın işaret ettiği gerçeği her geçen gün daha da görünür kıldı. Kapitalizme dur denilmezse çöküşe doğru gittiğimiz tespitini, kapitalist sistemin has kurumlarından ve ideologlarından da duymaya başlamamızın bir anlamı olsa gerek. Bunlardan son zamanlarda üzerinde durulan ikisini, NASA sponsorluğundaki araştırmayı ve Fransız iktisatçı Piketty’nin kitabını kısaca ele almakta fayda var.
Çöküşe gidiyoruz!
ABD’nin uzay araştırmalarıyla ilgili meşhur kurumu NASA’nın sponsorluğunu yaptığı “İnsan ve Doğa Dinamiği: Toplumların Çöküşünde veya Sürdürülebilirliğinde Eşitsizliğin ve Kaynak Kullanımının Modelleştirilmesi” başlığını taşıyan 27 sayfalık araştırmada ulaşılan sonuç tastamam bu: Çöküşe gidiyoruz! ABD Ulusal Bilim Vakfından matematikçi Safa Moteseri başkanlığında, doğa ve toplum bilimcilerden oluşan bir heyet, tarihteki büyük uygarlıkların yükseliş ve çöküş dönemlerini göz önüne alarak, içinde bulunduğumuz toplumun geleceğine dair öngörülerde bulunmaya çalışmışlar. Araştırmacılar, toplumsal bir çöküş mümkün mü sorusuna cevap arıyorlar. Biyolojideki popülasyon teorilerinin av-avcı yaklaşımını, en başta toplumdaki “katmanlaşma” olgusu olmak üzere çeşitli ek faktörleri de ekleyerek daha da geliştirmişler ve İnsan ve Doğa Dinamikleri Modeli (HANDY) denilen bir analiz yöntemi ortaya koymuşlar.
Bu araştırmada kullanılan matematiksel modelleme, hiç kuşku yok ki, çok genel bir yaklaşıma dayanmaktadır. Oysa son derece karmaşık sosyo-ekonomik sistemlerin dört denklemden ve bir düzine parametreden oluşan bir denklem setiyle birebir örtüşmesinin mümkün olmadığı ortadadır. Bunu göz önünde tutarak modeldeki en göze çarpan birkaç eksikliği belirtmekte fayda var. Modelde, nüfus artışına fazladan büyük bir önem atfedilmiş, burjuva iktisadın sınırlı kaynaklar hipotezi kabul edilmiştir. Kapitalist mal üretiminin çeşitli boyutları (lüks malların üretimi ile üretilen ihtiyaç mallarının çabuk tüketilmesini hedefleyen dayanıksız ve kalitesiz üretim gibi devasa israf faktörü) dikkate alınmamıştır. Yine teknolojik gelişimin toplumsal boyutları, teknolojinin kapitalistlerin boyunduruğu altında olduğu gerçeği göz ardı edilmiş ve bu boyunduruktan kurtulduğunda barındıracağı pozitif potansiyel haddinden fazla küçümsenmiştir. Yine de bu çalışma oldukça gerçekçi ve anlamlı sonuçlar üretmeyi başarmıştır.
Araştırmacılar geçmişteki büyük uygarlıkları incelediklerinde, “ekonomik katmanlaşma” (yani sınıflaşma) ve “ekolojik gerinim”in birbirinden bağımsız olarak da çöküşe yol açabilecek faktörler olduğunu vurguluyorlar. Doğal kaynakların “ekolojik taşıma kapasitesini” zorlayacak şekilde aşırı kullanımı ile toplumun zengin ile yoksullar şeklinde aşırı bölünme eğiliminin üst üste gelmesinin uygarlıkların çöküşlerinde merkezi bir rol oynadığı sonucuna ulaşıyorlar. Çöküşlerin ardından, ekonomide, üstyapıda ve nüfusta yüzyıllarca süren gerilemelerin yaşandığını söylüyorlar.
Araştırmada, toplumun zengin elitler ile yoksul yığınlar olarak bölünmüşlüğünün, kaynakların aşırı tüketimiyle doğrudan bağlantılı olduğu da vurgulanıyor. “Biriktirilen iktisadi fazlalığın” toplumda eşit şekilde paylaşılmadığı, zengin elitlerin elinde yoğunlaştığı ve onlar tarafından kontrol edildiği, bu zenginlerin geniş yoksul yığınları ancak yaşayabilecekleri kadar kıt bir miktara mahkûm ederken kendilerinin aşırı tüketime kaçtığı söyleniyor. Teknolojik gelişmelerin bu durumu düzeltmediği, tersine körüklediği belirtiliyor. İnceledikleri örnek toplumlarda zengin seçkinler ve yoksul halk şeklindeki bölünmenin ortak unsur olduğu belirtiliyor, günümüz dünyasında bu ayrım işçiler ile işçi olmayanlar olarak konuluyor. “İşçiler, işçi olmayanların tüketimini de üstlenmek için, kendilerine gerekenden fazlasını üretmek zorundadırlar” denilerek Marx’ın artı-ürün olarak adlandırdığı olguyu bir kez daha keşfetmiş oluyorlar.
Raporda zengin elitlerin bu durumu değiştirecek politikaları engellediği ve eğer böyle giderse “birkaç on yıl içerisinde” uygarlığın çökeceği vurgulanıyor. Üç gelecek senaryosu inceleniyor ve ancak tek durumda çöküşten kurtulabileceğimiz vurgulanıyor. Eğer deniliyor, “nüfus artışı belli bir dengeye kavuşur, insan başına kaynak tüketimi azaltılır ve kaynaklar daha eşitlikçi biçimde dağıtılabilirse toplumsal çöküş engellenebilir”. Ama bunun için, “eşitlikçi toplum modeli”nin benimsenmesi gerektiği söyleniyor. Bu toplumda sadece işçiler vardır (Marx daha güzel ifade etmiş, “özgür üreticiler” vardır), zengin elitler (kendi terminolojimizi kullanalım, üretim araçlarını tekeline alan sömürücü sınıf) ortadan kalkmıştır. Seçkinlerle birlikte onların doğal kaynakları aşırı tüketimi de ortadan kalktığı için çöküş olasılığı azalmıştır; “eşitlikçi toplum”la birlikte “doğanın tüketilmesini sürdürülebilir bir orana indirerek çöküntü önlenebilecektir”.
Bir başka deyişle, rapor, Marksizmin kavramlarıyla ifade edecek olursak, toplumun küçük bir sömürücü azınlık ile geniş üretici emekçi kitleler olarak sınıflara bölündüğünü, üreticilerin ancak kendi yaşamlarını zar zor sürdürebilecek kadar bir gelir elde ederken çalışmayan zengin seçkinleri yani burjuvaziyi beslemek zorunda kaldığını, bu burjuvaların insan emeğini sömürdüğü gibi doğal kaynakları da kendi çıkarları için hayâsızca tükettiğini ortaya koyarak, tek çözümün mülk sahibi burjuvazinin ortadan kaldırılması, tüm toplumun özgür üreticilerden oluşan bir toplum olarak gerçek eşitlik temelinde örgütlenmesi yani komünist bir toplumun inşa edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bunu yalnız bir ülke için değil, tüm uygarlık ve dünya için ortaya koyması da bir başka anlamlı vurgudur. Aksi takdirde, uygarlığın tümü çöküşe doğru sürüklendiği gibi, insan nüfusunun büyük bir bölümünün hayatları da yitip gitme tehdidi altında olacaktır.
Marx’ın büyük dehasıyla çözümlediği kapitalist topluma dair öngörülerinin sosyalistlerin hezeyanları olmayıp bilimsel temellere dayandığı, Marksizmle hiçbir ilişkisi olmayan aklıselim ve kuşkusuz duyarlı bilim adamlarının çalışmalarıyla bir kez daha teyit edilmiş oluyor. Rapor, tahmin edilebileceği gibi ABD’de büyük yankı uyandırdı. Sağcı politikacılar ve basın, her ne kadar araştırmacılar bu kavramlardan uzak dursalar bile, ortaya konulan sonuçlardaki komünizm ruhunu derhal yakalayıverdiler. Öyle ki, NASA, gelen komünistlik suçlamaları karşısında, araştırmaya yalnızca sponsor olduğunu, raporun sonuçlarının yalnızca hazırlayanları bağladığını açıklamak zorunda kaldı.
Piketty ve malûmun ilanı
Sözkonusu araştırmayı takip eden haftalarda, geçen yılın sonbaharında Fransızca yayınlanan bir kitabın İngilizceye çevrilmesi aynı minvalde hararetli bir tartışmanın başlamasına vesile oldu. Fransız iktisatçısı Thomas Piketty’nin “21. yüzyılda Kapital” isimli 685 sayfalık kitabı Batı dünyasında epey ses getirerek, en çok satan kitaplar listesine girmiş durumda. Kimilerinin övmek, kimilerinin ise öcüleştirmek için “modern çağın Karl Marx’ı” şeklinde adlandırdığı Piketty, IMF, Dünya Bankası, ABD Hazinesi tarafından konferanslara davet edildi, Beyaz Saray’da onur konuğu olarak ağırlandı. Avrupa’nın sosyal-demokrat partileri kitabı öve öve bitiremiyor, yeni bir yönelim için kitap hakkında raporlar hazırlıyorlar. Bu kervana CHP de katılmış durumda! Aslında yalnızca bunlar bile, Piketty’nin Marksizmle hiçbir ilişkisi olmadığının bir kanıtıdır. Zaten kendisi de Marksist olmadığını, hatta Marx’ı okumadığını döne döne belirtiyor.
Piketty’nin kitabı toplumsal eşitsizlik üzerine bir çalışma. Kitap, eşitsizlik olgusunun Batılı burjuva aydınlar cenahında daha da yaygın olarak tartışılmasına katkıda bulunmuş gözüküyor. Burjuva ideologlar, 80’li yıllardan itibaren amansız bir propagandayla zihinlere kazıdıkları, “bölüşmek için önce üretmek gerektiği” şeklindeki neo-liberal paradigmayı bugün sorgulamak zorunda kalıyorlar. “Daha iyi bir bölüşüm sağlanmadıkça üretimin giderek imkânsızlaştığı” düşüncesi giderek yaygınlık kazanıyor. Bölüşüm meselesi burjuva sol iktisatçılar tarafından tekrar öne çıkarılıyor. Bu açıdan baktığımızda, azgın neo-liberal ideolojik-politik ve iktisadi saldırılar karşısında, düzen cephesinin içerisinden sosyal-demokrat çizgide güçlü bir eleştirinin yükselmesinin anlamlı bir tarafı var kuşkusuz. Ancak bu eleştirinin neo-liberal ideolojik saldırıyı geriletmek bakımından bir anlamı olsa da, “merhametsiz büyüme”, “vahşi kapitalizm”, “finansal kapitalizm” vb. nitelemelerle yürütülen muhalefet, dönüp dolaşıp kapitalizmi aklamaya yarıyor. Bu kavramlar, kapitalistleri kötü, kapitalizmi ise iyi bir şey olarak görenler tarafından tercih ediliyor. Piketty de esas kaygısının kapitalizmin bekasını savunmak olduğunu, “kapitalizmi kapitalistlerden kurtarmaya çalıştığını” söyleyerek göstermektedir.
Dağ fare doğuruyor!
Piketty’nin temel argümanı, kendi geliştirdiği bir kavram olan “sermayenin getiri oranının”, ekonomik büyüme oranından fazla olması ve bunun kalıcılaşması durumunda, servet ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin giderek büyümesinin kaçınılmaz olduğudur. Bunun aslında kapitalist işleyişin zorunlu bir sonucu olduğu, kapitalizmin bu haliyle gelir eşitsizliğini yeniden üreterek, zenginliği giderek daha büyük ölçülerde daha küçük bir azınlığın tekeli altına soktuğunu söylüyor Piketty. Bunca hacme sahip kitabın anlattığı özetle bundan ibaret!
Piketty, 20. yüzyılın bir bölümünde, ileri ülkelerde gelir eşitsizliğinin bir önceki döneme göre azaldığını ama 21. yüzyılda tekrar büyük oranda arttığını söylüyor. Gelir eşitsizliğindeki bu dönemsel düşüşü, 1929 büyük krizi, dünya savaşları ve yüksek enflasyonun birikmiş servetlerin yıkımına yol açmasına bağlıyor. Yine 1950’lerden 1970’lere kadar devam eden patlamalı iktisadi büyümenin “sermayenin getiri oranından” fazla olması nedeniyle “sosyal-devlet” uygulamaları eşliğinde eşitsizliği gerilettiğini ama 1970’li yıllardan itibaren başta ABD ve İngiltere olmak üzere tüm ileri kapitalist ülkelerde gelir dağılımındaki eşitsizliğin tekrar ciddi biçimde artmaya başladığını söylüyor.
Tüm eşitsizlik göstergelerini sıralamasına rağmen, Piketty’nin sunabildiği tek çözüm önerisi, çok yüksek gelirlerin daha yüksek vergi oranlarına tâbi tutulmasıdır. Bir başka deyişle artan oranlı vergilendirmeden bir adım bile ileri gidemediği gibi, SSCB’deki Stalinist uygulamaları sosyalizm olarak bellediğinden, kapitalist sistemin temellerine dönük devrimci hamleleri daha baştan dışlamaktadır. Ona göre, bu vergilendirme sistemi “Sovyet tarzında merkezi planlamadan çok daha şiddetsiz ve çok daha verimli” olacaktır. Piketty, bu tarz bir vergilendirmeye, bıraktık muhafazakâr partileri, sosyal-demokrat partilerin bile yanaşmayacağını kabul ediyor. O da biliyor ki, dünyadaki toplam varlıkların yüzde 41’ini elinde tutan dünya nüfusunun binde 7’lik kesimi, sadece bu muazzam zenginliğe değil, aynı zamanda siyasal iktidarlar üzerinde de muazzam bir belirleyici güce sahiptir. O halde? Bu soruya Piketty gibilerin bir cevabı bulunmuyor! Kapitalist düzenin solcu geçinen eleştirmenlerinin ufku daha ötesini hayal edebilecek bir birikime de, cürete de sahip değildir.
Yukarıda değindiğimiz 27 sayfalık bir matematiksel çalışma bile toplumdaki sınıfsal bölünmenin sınıflarla birlikte ortadan kaldırılmasını, kaynakların eşitlikçi bir paylaşımını vb. dile getirirken, bir iktisat profesörünün, eşitsizliğin azaltılması ve “sürdürülebilir bir kalkınma” için 700 sayfaya yakın bir hacimde topu topu daha yüksek vergilerden başka hiçbir şey önerememesi, aslında kapitalizmi kurtarma çabalarının ne denli boş olduğunu kanıtlıyor. Marksistler 150 yıldır, “artan oranlı vergilendirme”yi zaten temel bir kısmi talep olarak savunuyorlar. Piketty’nin bunca çabayla ulaştığı nihai öneri, Marksistler için olsa olsa mütevazı bir başlangıç tedbiridir.
Piketty’nin analizleri tümüyle servet ve gelir kategorilerine odaklanmakta, bunların tarihsel gelişimini incelemekte ve çözüm önerisi de yine bu noktada düğümlenmektedir. “Bölüşüm sorununu analizin kalbine yerleştirmeye çalışıyorum. Bu anlamda David Ricardo ve Karl Marx’ı da içeren 19. yüzyıl iktisatçılarının öncülüğünü yaptığı geleneğin takipçisiyim” derken aslında hem bildik sosyal-demokrat tezlerden farklı bir şey ortaya koymadığını söylemiş oluyor, hem de Marx’ı çarpıtıyor. Kapitalizmin tüm ıslahçılarının gözünde sorun bir bölüşüm sorununa indirgenirken, Marx tamamen farklı düşünür. Marx için temel sorun, kapitalist üretim alanındaki sömürüdür. Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalist sistem işçinin emeğinin büyük bir kısmına karşılıksız olarak el koyar. Sermayenin büyümesinin gizi, emeğin sömürülmesidir ve bu sömürü ortadan kaldırılmadıkça, hiçbir önlem toplumsal eşitsizliği ortadan kaldıramaz. Bu nedenle, Marx ve takipçileri, ücretleri yükselterek ya da kârları daha yüksek oranda vergilendirerek sorunun çözülemeyeceğini, esas meselenin ücretli emek sistemini ortadan kaldırmak olduğunu, bunun da ancak üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilerek sağlanabileceğini savundular.
Piketty, popülerlik ve iyi satış rakamları için olsa gerek kitabının adını Marx’ın dev eserini kopyalayarak Kapital olarak koysa bile, şişirilmiş eserinde “sermaye” kavramını tam bir bulamaç haline getirir. Onun gözünde sermaye kavramı, her türlü gelir getirici varlıktır. Onun kullanımında olumsuz anlamıyla sermaye, “miras yoluyla edinilen serveti”, finansal sermayeyi, rantiyeyi, tefeciliği vb. anlatıyor. Zaten bunun karşısında, girişimci, yatırımcı sermayenin teşvik edilmesi öneriliyor. Sanki tüm kapitalist ihtişam tam da yatırımcı sermayenin işçi sınıfını üretim süreci içerisinde sömürmesi temelinde yükselmiyormuş gibi! Ve yine, paradan para kazanmanın her çeşidi sanki işçi sınıfının ürettiği toplam artı-değerin paylaşılması değilmiş gibi! Piketty gibi düzen savunucuları, rantiyeyi eleştirip büyük burjuvaların daha küçük burjuvaları ve küçük birikim sahiplerini soyması anlamına gelen borsa spekülasyonlarına, finans oyunlarına, rant gelirlerine vb. karşı çıkarken, bir bütün olarak burjuvazinin kapitalist girişimler aracılığıyla işçi sınıfını sömürmesine karşı çıkmazlar. Onların hedefinde, bir bütün olarak sermaye değil, onun ancak bir bölümü ve hatta bir görüntüsü vardır. Görüntüsü diyoruz, çünkü Piketty gibiler, sermayeyi bir toplumsal ilişki olarak değil, bir nesneler yığını olarak (servet) ele alırlar ve esas olarak da sermayeyi onun görüntülerinden biri olan paranın dolaşımına indirgerler. Durum bu olunca, bir röportajında Marx’ı okumadığını itiraf eden Piketty, Marx’ın kâr oranlarının düşme eğilimi yasasının geçersiz olduğunu ileri sürebiliyor! “Antik dönemden bu yana” (!) “sermayenin getiri oranları” düşmemekte, ya sabit kalmakta ya da artmaktadır teziyle sunduğu kanıt, olsa olsa “sermaye”yi antik döneme kadar uzatan bir ahmaklığın kanıtıdır.
Piketty ilgisinin ve düzen içi arayışların arka planı
İki yıl önce de, Nobel iktisat ödüllü Joseph Stiglitz “Eşitsizliğin Bedeli” adlı bir kitap yazmış ama bu kitap Piketty’ninki kadar moda olmamıştı. Neden? Bunun yanıtını, Piketty’nin dil, üslup ve kitabına seçtiği ismin yaptığı çağrışımda bulmak mümkün. Marx’ın devasa şaheseri olan Kapital’le aynı ismi taşıyor Piketty’nin kitabı. İyi bir pazarlama stratejisi! Piketty, eşitsizlik sorununu bir sistem sorunu, yapısal bir sorun olarak ortaya koyar gözükmesine rağmen, getirdiği çözüm önerisinin, sistemi aşmaya dönük hiçbir boyutu bulunmuyor. Bu ise, sistemi soldan sert eleştirir gözükerek krize sistem içi bir çözüm arayan zihniyet açısından biçilmiş kaftan. Üstelik “Biz %99’uz” gibi hareketlerin, tam da meseleyi gelir dağılım tablolarıyla sınırlı bir bakış açısıyla ele aldıkları ve eşitsizliğe olan tepkinin giderek arttığı bir dünyada, kitaba böylesi bir ilginin olmasında şaşılacak pek bir şey bulunmuyor.
Tüm dünya 2008’de açığa çıkan derin kapitalist krizin etkileriyle sarsıldı, sarsılıyor. Burjuva iktisatçıların kriz geçti geçiyor yollu iyimserlik aşılayan söylemleri hayatın gerçekleriyle uyuşmuyor. Ama burjuvalar ve onların akıl hocaları da, yüz milyonlarca işçinin gözünde ipliği giderek artan biçimde pazara çıkmış kapitalizmi nasıl ayakta tutabileceklerine kafa patlatıyorlar. Bir taraftan, kapitalizmin ıslah edilmesini savunan sosyal-demokrat ya da Keynesçi görüşler yeniden prim toplarken, daha doğrusu, burjuva ideologlar tarafından pompalanırken, diğer taraftan keskinleşen sınıf mücadelesinin önünü kesmek için burjuva demokrasisi otoriterleşme cenderesine alınıyor, faşist hareketler geleceğe hazırlanıyor.
Sosyal-demokrasi, 20. yüzyılda kapitalizmin ıslah edilmesinin ana aktörlerinden biri idi. Sistemi soldan eleştiriyor, sosyalizm tehdidi karşısında kapitalistlere bir çıkış yolu gösteriyordu ve nihayetinde kapitalizmin ayrılmaz bir parçasına dönüştü. Ardından neo-liberal saldırı dalgası karşısında daha da sağa kayarak, kapitalist düzenin sol tarafındaki yerini de kaybedip onun tam göbeğine oturdu. Uzun bir süredir, Avrupa’nın ileri ülkelerinde, muhafazakâr iktidarlarla sözümona sosyalist hükümetler arasında, uyguladıkları ekonomik politikalar bakımından hiçbir farklılık kalmamıştır. Ama bu durumun ilânihaye sürmeyeceği, burjuvazinin kitlelere sol görünümlü alternatifler sunmak zorunda olduğu açıktır.
İktisadi ve toplumsal eşitsizlik gibi konularla hiç ilgilenmeyen, tersine bu olguları doğa yasası gibi sunup meşru göstermeye çalışan sağcı iktisatçılar bile gelir dağılımının bozukluğundan dem vurup bunun azaltılması gerektiğinden bahsediyorlar. Ocak ayındaki Dünya Ekonomik Forumu’nun ana konularından biri eşitsizlik idi. IMF’nin raporlarında gelir adaletsizliğine yer verilmekle kalınmıyor, bu sorun “makroekonomik istikrarın önündeki en büyük engel” olarak tanımlanıyor; gelirin “aşırıya kaçmayan” bir yeniden dağılımının ekonomik büyümeyi destekleyeceği söyleniyor. Dünyanın en zengin milyarderlerinin bir kısmı “hayırseverlik” turlarına çıkıp, servetlerinin belli bir kısmını yoksullara bağışlama kampanyaları başlatıyorlar. Hepsi de, “gelir ve servet dağılımındaki” eşitsizlik ve adaletsizliğin kapitalizmin devamı açısından nasıl büyük bir tehdit olduğundan bahsediyor. Aslına bakacak olursak, kitleler isyan etmediği sürece, bu eşitsizlikler kapitalizmin kendiliğinden çöküşü anlamına gelmeyecektir. Bu nedenle, kapitalizmin bekası derdine düşen kapitalistlerin gerçek korkusu, kendiliğinden bir çöküş değil, insanlığın çoğunluğunu oluşturan emekçi yığınlarının ayaklanmasından duydukları korkudur. Korkuları proleter kitlelerin bir devrim gerçekleştirmesi ve yaşadıkları acıların hesabını burjuvaziden acımasızca sormasıdır.
link: Oktay Baran, NASA Raporu, Piketty’nin “Kapital”i ve Kapitalizmin Çıkmazı, Haziran 2014, https://marksist.net/node/3471
Tayland’da 12. Askeri Darbe
Ukrayna’da Seçimler ve Siyasi Krizin Boyutları