Hayatın güzelliklerini tüm yönleriyle yaşamak insanlar için tarifsiz bir mutluluk olabilirdi. Oysa dünyadaki pek çok insan için hayat hiç de olması gerektiği gibi mutluluk içerisinde sürmüyor. Milyarlarca insan için hayat, katlanılması, zorluklarıyla boğuşulması gereken ve ıstırap içinde geçen bir zaman diliminden başka bir şey ifade etmiyor. Milyarlarca insan sınıfsal konumu, etnik kimliği ve cinsiyeti nedeniyle eziliyor, acı çekiyor.
Kapitalizm insanlığı ve doğayı yıkıma sürükledikçe, işçi sınıfını ücretli köleliğin cenderesi altında ezdikçe, bundan en çok etkilenenler işçi sınıfının kadınları oluyor. Kapitalizmin derinleştirdiği çelişkiler, kadınların çifte ezilmişliğini kat be kat arttırıyor. Yaşamın tüm yükünü sırtlayan emekçi kadınlar, sıra yaşamın güzelliklerinin tadına varmaya gelince, bu güzelliklerden bihaber olarak ömür tüketiyorlar. Yaşam, işçi sınıfı kadınları için mutlulukla değil, bin türlü kahırla geçiyor. Hem işçi sınıfının hem de ezilen cinsin mensubu olan emekçi kadınlar, erkek egemen toplumun çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkan baskı ve şiddeti altında yaşamaya mahkûm oluyor.
Ancak bu gerçekliğe rağmen, bu yıl da 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü, başta burjuvazi olmak üzere pek çok kesim tarafından, sanki kadınlar arasında sınıfsal ayrımlar yokmuş gibi “Kadınlar Günü” olarak kutlanacak. Elleri nasırlı, yürekleri kahırlı emekçi kadınlarla kan emici patronlar sınıfının kadınlarının dertleri aynıymış gibi genel bir “kadın sorunundan” bahsedilecek. Emekçi kadınlar erkek sınıf kardeşleriyle beraber mücadeleye atılmadıkça, burjuvazi işçi sınıfının tarihsel bir mirası olan bu günün içini boşaltmaya devam edecek. Yaşam milyarlarca kadını kapitalizmin, insanın insanı ezmesinin acı sonuçları ile karşı karşıya getirmeye devam edecek.
Kadına yönelik baskı ve şiddetin çeşitli biçimleri
Kadına yönelik baskının en göze batan biçimi, fiziksel şiddettir. Kadınlar dövülüyor, cinsel saldırıya ve tecavüze uğruyor, bedenlerine zarar veriliyor, hatta öldürülüyorlar. Üstelik bu şiddet giderek büyüyen bir sorun olmaya, kadınların yaşamını çekilmez kılmaya ve yok etmeye devam ediyor. 2013 yılının son altı ayında Türkiye’de işlenen kadın cinayetlerinin, kadına yönelik şiddet olaylarının sayısı durumun nasıl vahim boyutlara ulaştığını gözler önüne seriyor: Bu süre içinde 130 kadın katledildi, 26 bin kadın şiddete uğradığı için polise başvurdu. Bundan çok daha fazla sayıda kadın, korktuğu için, sorununun çözüleceğine inanmadığı için, kendisini güçsüz hissettiği için ya da böyle bir imkânı olmadığı için polise başvurmuyor. Kadına şiddet, resmi kayıtlara geçmiş rakamların çok daha ötesinde bir yozlaşmaya ve çürümeye işaret ediyor.
İnsanın insanı sömürdüğü, insanın insana her türlü yol ve yöntemle şiddet uyguladığı bir toplumda kadına şiddet “normal” bir şey olarak algılanıyor. Kadın kendi iradesi ve aklı olan, bu irade ve akılla kendini yönetebilecek olan bir birey olarak görülmüyor. “Dayakla” terbiye edilmesi ve hizaya sokulması gereken ikinci sınıf insan yerine konuluyor.
Kadına uygulanan baskının en belirgin biçimi fiziksel şiddet olsa da elbette bu tek biçim değildir. Daha küçük yaşlardan itibaren kız çocukları erkeklerden farklı büyütülür. Erkek çocuklarının özgürlük alanları daha geniştir. Oyunları daha çok evin dışında, sokaktadır. Oysa kız çocukları evde tutulur. Bu nedenle erkek çocuklara göre çevreden daha yalıtık büyürler. Erkek çocuklarının arkadaş çevreleri, saat kaçta eve döndükleri daha az kurcalanır. “Yaramaz” olmaları hoş karşılanır, cinsel kimliklerine dair her şey gurur vesilesi olur. Oysa kız çocukları hep uslu olmak, bedenlerini örtmek ve cinselliklerine dair her şeyi saklamak zorundadırlar. Böylece ağaç yaşken eğilmiş, gerekli terbiye verilmiş olur! Sıra bu terbiyeye uygun biçimde, kadının önce babası sonra kocası tarafından “korunmasına” gelir.
Çok küçük yaşlardan itibaren sıkı bir biçimde denetlenen kız çocukları için büyümek de kolay değildir. Kadın toplumun kendisine ördüğü zincirleri kırmayı tehlike, bu zincirlere daha sıkı sarılmayı ise güvende olmak şeklinde algılar. Zincirlerine daha sıkı sarılırken, diğer kadınların da aynı şeyi yapmasını bekler ve öğütler. Zincirlerini kırmak ve özgürlük alanını genişletmek kadın için türlü zorlukları göğüslemek demektir ve bu ürkütücüdür. Kapitalist toplumda bunu yapmak erkek için bile yeterince zorken kadınlar bu özgürlük alanını büyük bedeller ödemeden elde edemezler. Bedel ödemekten korkan ya da kabuğunu kırdığında yaşayacağı hayata dair fikri olmadığı için bu kabuğu kırmayı hiç denemeyen milyonlarca kadın, toplumun kendilerine biçtiği toplumsal kimliğe ve cinsiyet rolüne bürünür. Edilgen, aklını ve iradesini güçlendirmekten uzak, kendisine dayatılan kaderi sorgulamaktan uzak bir yaşam sürer. Ne giyeceği, sokağa hangi saatler arasında çıkabileceği, çalışıp çalışmayacağı, kaç çocuk doğuracağı kadının kararı olarak görülmez. Kadın, hayat karşısında “öğrenilmiş çaresizlik” içinde yaşamını sürdürür.
Hayat karşısında edilgenleştirilmek, kadını içinde yaşadığı toplumun her türden baskısına ve basıncına karşı savunmasız bırakır. Kendi yaratmadığı, onaylamadığı ve aleyhine olan değer yargılarına uymak zorunda bırakılmak başlı başına baskıdır. Meselâ ev işlerinin ve çocuk bakımının kadının doğal görevi sayılması ve bu nedenle çalışmasının engellenmesi, ev işlerinde ortaya koyduğu emeğin yok sayılması kadını mutsuz etmektedir. Evin dört duvarı içinde tüm ailenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere sürekli olarak aynı işlerle uğraşmanın bıktırıcı ve yıpratıcı etkisi kadınların yaşamını çekilmez kılmaktadır. Kadın içine itildiği durum nedeniyle pasifleşmekte ve güvensizleşmektedir. Yani aslında kadın toplumun sistematik baskısına maruz kalmaktadır.
Taciz, tecavüz, cinsel istismar, çocuk gelinler…
Kanlı savaşların sürdüğü coğrafyalardan en gelişmiş metropollere kadar dünyanın her yerinde yüz milyonlarca kadın taciz, tecavüz ve istismarın kurbanı oluyor. Milyonlarca kadın hayatının geri kalanını şiddetin bu biçiminin yarattığı travmalar ve korkularla geçiriyor. Üstelik bu saldırılara maruz kalan kadınların büyük çoğunluğu bunu çocukluk veya gençlik yıllarında yaşıyor.
Cinsel taciz o kadar yaygın görülüyor ki, dünyada her üç kadından biri bu saldırının kurbanı oluyor. Kadınların çok ciddi bir bölümünün (bazı araştırmalara göre %47’sinin) ilk cinsel ilişkileri zorla oluyor. ABD’de kadınların %20’si hayatlarında en az bir kere tecavüze veya tecavüz girişimine maruz kalıyor. Suriye’de yaklaşık üç yıldır süren iç savaşta 6 binden fazla kadın tecavüze uğradı. Ülkelerindeki kanlı iç savaştan kaçan yoksul Suriyeli kadınlar Türk ve Arap erkeklerine satılıyor. Ölümden kaçan ve sığındıkları ülkelerde açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşan binlerce kadın, kendilerini ve ailelerini “kurtarmak” için daha önce hiç tanımadıkları erkelerle evlenmek zorunda kalıyorlar. Yeni gittikleri evlerde hem evin tüm işini yapıyor hem de erkeğin zorbalığına maruz kalıyorlar.
Dünyada her yıl yaklaşık 12 milyon kız çocuğu 18 yaşına gelmeden evlendiriliyor ve bunun ezici bir çoğunluğunu 15 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyor. 2013 yılında Yemen’de ailesi tarafından 40 yaşında biriyle evlendirilen Rawan adlı 8 yaşındaki kız çocuğu, evlendirildiği gece iç organlarında meydana gelen yırtılmalar nedeniyle hayatını kaybetti. Olayın tüm dünyada yankı uyandırmasına ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü kampanyalara rağmen Yemen devleti çocuk evliliklerini yasaklayacak bir düzenleme yapmıyor. Rawanlar ölmeye devam ediyor.
Türkiye’de de durum son derece vahimdir: Araştırmalara göre Türkiye’de her üç kadından biri çocuk yaşta evlendirilmiş durumda. Bu durum hem kadınların yaşadığı psikolojik sorunları hem de toplumsal sorunları derinleştiriyor. Kendisi çocuk yaşta olmasına rağmen çocuk doğurmak ve bir ailenin sorumluluğunu taşımak zorunda bırakılan kız çocukları, hamilelik veya doğum sırasında ölüyorlar, erkeğin uyguladığı şiddet ile başa çıkamıyorlar.
14 yaşındayken kendisinden 9 yaş büyük biriyle evlendirilen genç bir kadın yaşadıklarını şu sözlerle dile getiriyor: “Çocuk yaşta evlenmeye zorlandım. Evliliğim süresince eşimden ve boşandıktan sonra ailemden şiddet gördüm ve toplumdan dışlandım. Başkalarının da aynı acıları yaşamasını istemiyorum. Kadına şiddete hayır!” Genç kadın bir seferinde eşinin onu bıçakladığını, ancak her iki aile tarafından ne hastaneye ne de polise götürüldüğünü anlatıyor.
AKP hükümetinin kadın politikaları
Yoksul işçi ve emekçi sınıfın kadınları bu acıları yaşarken, kadına yönelik şiddeti ve ayrımcılığı körükleyen politikalara ne demeli? 2011 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nı kuran AKP hükümeti, o günden bu yana ayrımcı politikalarını iyice geliştirmiştir. Kadına yönelik ayrımcılık öyle ileri boyutlara varmıştır ki, geçtiğimiz haftalarda Malatya Kent Konseyi tarafından bastırılan ve kentin dört bir yanına asılan afişlerde erkeğe rahatça şöyle seslenilebilmektedir: “Kadına köle olma, ailene reis ol!”
AKP’nin işçi düşmanı politikalarının en büyük kurbanları emekçi kadınlardır. Önce muhafazakâr ve itaatkâr bir toplum yaratmak üzere kadın ve aile ile ilgilenecek bir bakanlık kuruldu. Sonra kadınlara üç çocuk doğurmaları telkin edildi. Başbakan Erdoğan, Türkiye’de yaşlı insan sayısının 2025 yılında 9 milyona, 2050 yılında ise 18 milyona çıkacağı gerekçesiyle kadınlara “en az üç çocuk yapın” diye buyurdu. “Güçlü bir Türkiye” için bu rakam da yetmedi, “5 çocuk” gündeme geldi. Yaşlı nüfus artışının sağlık ve yaşlıların bakımına yapılan harcamaları arttıracağını, dolayısıyla eğitime vb. ayrılan payın azalmak zorunda kalacağını iddia etti. Sanki şu anda emekçi ailelerin çocuklarının eğitimine, yaşlılarının sağlığına yeterli bütçe ayrılıyormuş gibi! Emekçi kadınlar ucuz işgücü olsunlar ve olası savaşlarda cephelere sürülsünler diye çocuk doğurmaya zorlanıyorlar.
Bu politikanın bir devamı olarak hükümet, ücretsiz doğum kontrol ve aile planlaması hizmetinin verildiği anne-çocuk sağlığı merkezlerinin çoğunu kapattı. Kürtajı yasaklamaya çalıştı, ancak tepkiler üzerine bunu başaramadı ve sınırlandırmakla yetindi. Ama fiili engellemelerle kürtajı adeta yasak düzeyine getirdi. Kürtaj için kocanın iznine başvurulması yetmezmiş gibi kürtaj yaptırmak isteyen kadınlar, hastanelerde engellerle karşılaşıyorlar. Doktorlar sözde “etik bulmadıkları” gerekçesiyle kürtaj yapmayı reddediyor ya da kadınları eşlerine ya da babalarına ihbar ediyorlar. Aynı şey sağlık kuruluşlarına gebelik testi yaptırmaya gelen kadınlara da yapılıyor.
Eğitim sistemindeki uygulamalar da AKP’nin kadın düşmanı politikalarının bir uzantısı haline getirildi. 4+4+4 formülü olarak bilinen kesintili 12 yıllık zorunlu eğitim düzenlemesi ile örgün yani bir okul çatısı altında eğitim zorunluluğu 4 yıla indirilmek istendi. Yasaya ilişkin itirazlar karşısında AKP, bu sürenin 8 yıl olacağını söylemek zorunda kaldı. AKP, bu yasanın bir sonucu olarak, okula gitmesi gereken çocukların eve kapatılmasında, çırak olarak fabrikalara yollanmasında ya da evlendirilmesinde bir sakınca görmedi. Emekçi kadınlar daha 60 aylık çocuklarını okula göndermek ve bunun bütün zorluklarını sırtlanmak zorunda bırakıldı.
Sözde, kadınların işgücüne katılımını arttırmak için kadın istihdam paketi çıkaran AKP, kadına evden çalışma “imkânı” sağlama adı altında esnek ve part-time çalışmayı dayatıyor. Böylelikle kadın hem çok sayıda çocuk doğurup bakabilecek hem de diğer işçilerle birlikte örgütlenme ve mücadele etme “riski” olmadan kölelik koşullarında çalıştırılabilecek. Özel istihdam büroları eliyle iş bulmak zorunda kalacak olan kadınlar, sendikal örgütlülükten ve iş güvencesinden yoksun olacaklar. Erkeğe göre zaten daha az ücret alan kadın, daha da düşük ücretlere mahkûm edilecek, erkeğe daha da bağımlı hale getirilecek.
AKP kadını da toplumu da cendere altına almaya çalışıyor. Ancak AKP’nin bu çabaları toplumda biriken hoşnutsuzluğu büyütüyor, öfkeyi derinleştiriyor. İşçi sınıfının kadınları yaşadıklarının kader olmadığını giderek daha açık biçimde kavramaya başlıyor.
İşçi sınıfının kadınları anlatıyor…
Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği Kadın Komitesi’nin 8 Mart kapsamında yürüttüğü çalışmalar sırasında mikrofon uzattığı emekçi kadınların anlattıkları bu gerçeği gözler önüne seriyor.
İşçi sınıfının içine itildiği sefalet koşullarının kadınlar için nasıl bir yıkım oluşturduğunu ve ne yapmak gerektiğini şöyle ifade ediyor genç bir kadın: “Doluya koysam olmuyor, boşa koysam dolmuyor. Eşim işten dönünce bana ‘bıktım senin asık suratından’ diyor. Ben ne yapayım? Yokluk, yokluk, yokluk! Çocuk geliyor bacaklarıma dolanıyor. Ona ‘yok’ demekten bıktım. Anne-baba yokluğun hırsını çocuktan alıyor, çocuk anne-babadan. İşte şiddet böyle ortaya çıkıyor. Bilinçlenmek gerek.”
Bir başka örnekse elektrik malzemeleri üreten bir fabrikadan: “Aynı bantta, aynı tezgâhın etrafında onlarca kadın çalışıyorduk. Hamile kalan kadınların iş yükleri hafifletilmediği için düşük yaptılar. Sorunlarını ustabaşlarına anlattıkları zaman ya da biz onlara yardım etmeye kalkıştığımızda azar işitiyorlardı. Ama artık canımıza yetmişti. Birlik olduk, bize böyle davranamayacaklarını gösterdik.”
Şu sözler de bir emekçi kadına ait: “Bütün gün evin içinde çalışıyorum. Eşim ‘bütün gün ne yaptın ki?’ diyor, çocuklarım ‘anne sen ne yaptın ki?’ diyor. Geriye dönüp baktığımda hiçbir şey yapmamışım. Bir kadın olarak elimde hiçbir şey yok. Bazen gururumu bile harcadığımı düşünüyorum. Eşim bana ‘sen çalışma, ezilirsin, bari birimizin başı dik kalsın’ derdi. Anlamazdım. Bir gün işe gittim. Bir eve temizliğe. Eşimin ne demek istediğini yaşayarak öğrendim. Öyle ezik, öyle aşağılık bir insanmışım gibi davrandılar ki bana. Oraya gittiğime pişman oldum. Kadın olduğuma pişman oldum. Kesinlikle birlik olmalıyız. Bunun başka yolu yok.”
Bir deri fabrikasında çalışırken sendikada örgütlendikleri için arkadaşlarıyla beraber işten atılan ve aylardır direnişte olan bir kadın işçi kadınların nasıl edilgenleştirildiğini şu sözlerle anlatıyor: “Sendikaya üye olmaları için kadın arkadaşlarımla konuşmaya gittiğimde bana ‘kocama bir sorayım’ diyorlardı. Gecenin 10’una kadar çalışan sensin. Haksızlığa uğrayan sensin. Kocana ne soruyorsun? Sonra, biz direnişe geçtiğimizde patronun kardeşi geldi ve bana ‘ne işin var onca erkeğin arasında?’ diye sordu. Ben çalışırken o erkeklerin arasında çalışıyordum. Onlarla aynı kaptan, aynı kaşık-çatalla yemek yiyordum. O da gelip benimle konuşuyor, sohbet ediyordu. O zaman erkeklerin arasında değil miydim? Onlarla aynı işi yapmıyor muydum? Üstelik bu lafları sadece ondan duymadım. Tanıdığım kadınlar da bana aynı şeyleri sorup durdular. Sorunlarımızın çözümü için yapacağımız şey örgütlenmek. Örgütlenmeden hiçbir şey elde edemeyiz. Ben bunu direnişte anladım.”
Bir hastanede çalışırken işten atılan ve direnişe geçen bir kadın işçiyse şöyle diyor: “Sendikalara gitmeliyiz, derneklere gitmeliyiz. Oralarda örgütlenmeliyiz. Bilmiyorsak da öğrenmeliyiz. Öğrenmenin yaşı yok.”
Emekçi kadınlar mücadelede öne!
İşçi sınıfının kadınları yaşamın yeniden ve yeniden üretilmesinde büyük sorumluluk alıyorlar, hayatın tüm yükünü omuzluyorlar. Kapitalizmin derinleşen küresel krizi, savaşlar, neo-liberal politikalar, toplumdaki manevi yozlaşma kadınların yükünü kat be kat arttırıyor. Bunun doğal bir sonucu olarak toplumda biriken hoşnutsuzluk ve öfke de en çok emekçi kadınlarda yansımasını buluyor. Ancak ne yazık ki emekçi kadınlar işçi sınıfının en örgütsüz ve bilinçsiz kesimlerini oluşturuyorlar. Oysa emekçi kadınların örgütlenmesinin araçları yaratılmadıkça, emekçi kadınlar mücadelede ön saflara çekilmedikçe patronlar sınıfının sömürü düzeni yıkılamaz. Yaşamı cefa içinde geçen emekçi kadınlar öfkelerini büyütmeden ve örgütlü bir güce dönüştürmeden tarihin akışı değişmeyecek. İşçi sınıfının mücadele tarihi bu gerçeğin altını şu ifadeyle çiziyor: Kadınlar mücadeleye katılmadan işçi sınıfı kurtulamaz, işçi sınıfı kurtulmadan insanlık kurtulamaz!
Açıktır ki kadınları mücadeleye katmakta en büyük görev yine kadınlara düşmektedir. İşçi sınıfı devrimcisi kadınlar, hemcinsleri ile beraber tüm insanlığı kurtaracak olan sınıf mücadelesinin ustalaşmış neferleri olmak zorundadır. Kapitalist toplumda kadına biçilen rolü reddetme ve mücadeleye atılma cesaretini gösteren kadınlar, kapitalist toplumun bulaştırdığı pisliklerden arınma mücadelesine de cesaretle atılmalıdır. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfının emekçi kadınlarını sınıf mücadelesine katmak için güç toplamak anlamına da gelecektir. İnsanlığın evlatlarını doğurma yeteneği olan kadın bu gücü kendi içinde biriktirme ve yoldaşlarıyla paylaşma yeteneğine de sahiptir. Yeter ki bu yeteneği ortaya çıkarma tutkusu sınıf devrimcisi kadınların yüreğinde diri bir alev gibi yanmaya devam etsin.
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü tüm emekçi kadınlara kutlu olsun!
link: Ezgi Şanlı, Emekçi Kadınlar Mücadelede Öne!, Mart 2014, https://marksist.net/node/3417
16 Mart Katliamları Lanetlendi
2014 Yerel Seçimlerine Giderken