Bir asırdan uzun bir süre önce eşit işe eşit ücret talebiyle başlattıkları grev nedeniyle fabrikaya kilitlendikleri için yanarak can veren kadın işçilerin mücadelesi bugünün işçi sınıfına çok şey anlatıyor. 8 Mart’ın kadınıyla erkeğiyle dünya işçi sınıfının uluslararası mücadele günü ilan edilmesinin nedeni de budur. Kapitalizmin yarattığı her türlü sömürüye, haksız ve emperyalist savaşlara, halkların birbirine düşman edilmesine, emekçi kadınların çifte ezilmişliğine son verilmesi için işçi sınıfının uluslararası bir mücadele yürütmesi gerektiğine işaret eden sosyalistlerin yarattığı bir semboldür 8 Mart. Bu nedenle 1900’lerin başlarından bugüne uzanan ve bugün tüm can yakıcılığı içinde mücadelenin yükselmesinin bir zorunluluk olduğunu haykıran bir semboldür aynı zamanda.
Kapitalizm altında işçi sınıfının yaşam koşulları açısından her yıl bir önceki yılı aratır duruma geldi. Büyüyen çelişkiler sadece yoksulluğun değil insanların acılar içinde kıvrandığı kanlı savaşların da yayılmasına neden oluyor. Her alanda krizlerle ifade edilen sorunlar en çok emekçi kadınları vuruyor. Ekonomik kriz, iklim krizi, gıda krizi, savaşlar ve tüm bunlara bağlı olarak büyüyen göç krizi… Tüm bunların bağlı olduğu kapitalizmin tarihsel krizi aynı zamanda dünyada otoriter rejimlerin ve faşist ideolojilerin güç kazanmasına yol açıyor. Emekçi kadınlar her bir sorunun uğrak noktası haline geliyor, açlığa, sefalete karşı çocuklarıyla birlikte ayakta durmaya çalışırken aynı zamanda çürümüş kapitalizmin körüklediği gericileşmeden de en çok onlar etkileniyor. Yozlaşmayı, taciz, tecavüz ve şiddeti körükleyen faşizan uygulamaların ilk hedeflerinden biri de emekçi kadınlardır.
Eşitsizlik çığ gibi büyüyor
Oxfam’ın 2023’te yayımladığı bir rapora göre yirmi beş yıldır ilk kez aşırı zenginlik ve aşırı yoksulluğun birlikte arttığı belirtiliyor. Dünyada en zengin yüzde 1’lik kesim küresel servetin yüzde 45,6’sını elinde tutarken, dünyanın en yoksul yarısı sadece yüzde 0,75’ine sahip. 81 milyarder dünyanın yüzde 50’sinin toplamından daha fazla servete sahipken, 10 milyarder ise 200 milyon Afrikalı kadının toplamından daha fazla servete sahip. Bu veriler insanlığın yoluna kapitalizm altında devam edemeyeceğini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Öte yandan işçi sınıfının kadınları bu eşitsizlik kuyusunda en dipte yaşamaya devam ediyor. Bu verilere göre önümüzdeki beş yıl içinde hükümetlerin dörtte üçünün harcamalarda kesintiye gitmeyi planladığı ve toplam kesinti tutarının 7,8 trilyon dolar olacağı söyleniyor. Yapılan kamu kesintilerinden en fazla nasibi hem kamu sektöründe çalışan kadınların, hem de sağlık harcamalarından sosyal haklara kadar uygulanacak kesintilerle birlikte büyük oranda emekçi kadınların alacağı ortada. Örneğin sosyal koruma bütçelerinde kesintiye gidecek ülkelerin yarıdan fazlasının yeni kemer sıkma önlemleri arasında annelik ve çocuk desteğine ödenek ayırmamak ya da bunları asgari düzeye indirgemek bulunuyor.
Ekonomik krizin derinleşmesi işsizlikte de kadınların ilk sıralarda etkileneceği anlamına geliyor. Örneğin pandemi döneminde dünya çapında 64 milyon insanın işini kaybettiği ve işini kaybeden kadınların sayısının erkeklerin sayısından iki kat fazla olduğu göze çarpıyor. Bunun önemli bir nedeni kadın işgücünün kayıtdışı çalıştırılmasının daha yaygın olması ve kadınların çok daha kolay işten çıkarılması. Gerek işsizlik gerekse ücretlerinin düşük ve eşitsiz olması kadınların yoksulluğu çok daha derin yaşamasına da yol açıyor.
Hem ekonomik hem de kültürel engeller bugün kadınların genel sağlık ve üreme sağlığı hizmetlerine erişiminde de büyük zorluklar yaratıyor. Dünyanın pek çok yerinde meydana gelen deprem, sel, yangın gibi afetler felâkete dönüşüyor. Büyük yıkımların ardından kadınların duygusal olarak yaşadıkları acıların tarifi mümkün değilken, fiziksel koşullar bu acıları daha da derinleştiriyor. Hijyen malzemelerinden yoksun kadınlar pek çok hastalıkla baş etmek zorunda kalırken, hamile kadınlar için bu durum daha da çekilmez bir hal alıyor. Öte yandan dünyada gıda ve su güvensizliği artarak devam ederken, açlık çeken insanlar arasında kadınların oranının arttığı görülüyor. Örneğin 2020 yılında açlık çeken insanların yaklaşık yüzde 60’ının kadın ve kız çocukları olduğu tahmin edilirken bu oranın bugün daha da arttığı belirtiliyor.
Sınıfı farklı olanın savaşı aynı olamaz
Bugün kadınlarla ilgili açıklanan verilere bakıldığında burjuva kadınların yaşadığı “eşitsizliğe” dikkat çekildiği görülüyor. Mesela dünya üzerinde eşitsizliğin vahim boyutlara ulaştığını gösteren verilerde milyarderler arasındaki cinsiyet eşitsizliğine de dikkat çekiliyor. Buna örnek olarak dünyadaki en zengin insanların çoğunun erkek olması veriliyor. En zengin 1000 milyarderin sadece 124’ünün kadın olması bu açıdan bir veri olabilir elbette. Kapitalizm altında erkek egemenliğinin güçlendiği bir gerçektir. Fakat burjuvazinin iç sorunlarından sıyrılarak, sorulması gereken soru şudur: Açıklanan veriler tam tersi olsaydı işçi sınıfı açısından ne gibi bir etkisi olacaktı? Ya da emekçi kadınların, kadın milyarderlerin, politikacıların sayısının artmasıyla gurur duymaları mı gerekiyor?
Öyle olsaydı kadın kapitalistler tarafından yönetilen fabrikalarda ya da kadın devlet başkanları tarafından yönetilen ülkelerde emekçi kadınlar lehine muazzam değişikliklerin olması beklenirdi ki bunun gerçekliğinin olmadığı zaten pratikte görülüyor. Tarihe adını yazdıran İngiltere’nin ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher’ı hatırlayalım. Kendisi sadece İngiltere’yi değil dünyayı etkileyen bir kadın yönetici olmuştu. Thatcher enflasyonun aileler için ne anlama geldiğini bildiğini, hatta kendisinin de ev kadını olan bir kadın siyasetçi olduğunu vurguluyordu. Peki, ne yaptı bu “ev kadını” siyasetçi? İşçilere, işçilerin mücadele örgütü olan sendikalara savaş açtı. Madencilere ve madencilerin eşlerine, çocuklarına karşı zorbalığa girişti. Emekçi çocuklarının kursağına giren bir yudum süte bile gözünü dikti ve bu hakkı çocukların elinden aldı. Toplumsal muhalefeti geriletmek için azılı bir mücadele yürüttü. Kısacası işçi sınıfının belini bükmekte usta bir kadın yöneticiydi. Ya da daha yakınlara gelelim. Mesela Fransa Meclis üyesi ve faşist partinin lideri Marine Le Pen de bir kadın. Ne yapıyor Le Pen? Faşizan uygulamaları arttırmak için uğraşıyor, ırkçılığı kışkırtıyor. Geçtiğimiz aylarda Le Pen göçmenlere kira desteğini ve aile yardımını kısıtlayan, sağlık ve sosyal yardımları azaltan, oturma izni alma koşullarını zorlaştıran göç yasasının Meclisten geçmesi için Macron hükümetine tam destek sundu. Evlatlarıyla yaşama tutunmaya çalışan, göç yollarına düşmek zorunda olan kadınları vuruyor bu yasa. En çok emekçi kadınları yurtsuz, aç, umutsuz bırakıyor.
Türkiye’den de güncel örnekler verelim. Son dönemde kadınların gücünden, kadın işçileri istihdam etmenin gururundan bahseden fakat işçilerin en temel hakkı olan sendikalaşma hakkına tahammül edemeyen patronlar ön plana çıkıyor. Üstelik bu patronların bazıları da kadın! Mesela Agrobay Seracılık Yönetim Kurulu Üyesi Arzu Şentürk Salık bir televizyon programına verdiği röportajından hatırlanır. Ne diyordu Salık? “İşçi zaten bu ülkede 1-0 önde başlıyor.” Hem de Kod 46 maddesiyle tazminatsız bir şekilde işten çıkartılan işçileri için söylüyordu bunu. Oysa işçiler Tarım-Sen sendikasına üye oldukları ve sendika haklarına sahip çıkmak istedikleri için işten atıldılar. Yetmedi, direniş gösterdikleri için jandarmayı karşılarında buldular, gözaltına alındılar, sindirilmeye çalışıldılar. Oysa Salık kadınları çok “önemsediğini” söylüyor, hatta kadın işçilerine seraların sıcak olması sebebiyle sabah ve öğleden sonra ayran dağıtmasıyla da övünüyordu.
Başka bir örnek de hayattaki en büyük amacının eşitlik olduğunu söyleyen Patiswiss patronu Elif Aslı Yıldız. Yıldız verdiği bir röportajda tüm dünyada eşitliği önemsediğini, sömürüye, modern köleliğe, çocuk işçiliğe ve kadınların farklı şartlarda çalışmasına karşı çıktığını belirtiyor ve ürünlerinin yüzde 70 oranında kadın emeğiyle üretildiğini ekliyor. Hatta Türkiye’yle yetinmediğini Lübnan, Fas ve Ürdün’de de kadınlara ürettirdiğini büyük bir gururla söylüyor. Ama bu şaşalı sözleri aralayınca yine Agrobay’daki gibi bir sahne çıkıyor ortaya: Sendika düşmanlığı! Ankara OSTİM’de Patiswiss fabrikasında Öz Gıda-İş sendikasına üye oldukları için işçiler işten atıldı, içerideki işçiler de yönetimin baskısıyla karşılaştı.
Yani kadınları çalıştırmakla övünen kadın kapitalistler de ne hikmetse onları düşük ücretlerle, güvencesiz bir şekilde çalıştırmakta bir beis görmüyorlar. Modern köleliğe karşı çıktığını söylüyor sonra sendikalaşma işin içine girince işçiye kapının önünü gösteriyorlar. Tüm bu örnekler gösteriyor ki kullandıkları dil, cinsiyetleri farklı olsa da sermayenin tarafı aynıdır. Gerek dünyanın gerekse de Türkiye’nin sermaye sahibi kadınlarıyla işçi sınıfının kadınları arasında cinsiyet dışında zerre kadar bile özdeşlik kurulamaz. Onlar fildişi kulelerinde sefa sürerken, emekçi kadınlar onların elleriyle yarattığı cehennemi yaşıyorlar. Dolayısıyla onların talepleriyle emekçi kadınların talepleri aynı olmadığı gibi yürüyen sınıf savaşında cepheleri de farklıdır.
8 Mart’ın izinden mücadeleye
Bugün dünyanın dört bir yanında kadın emekçilere dönük saldırılar çok yönlü ve derinleşerek devam ediyor. Yoksulluk ve güvencesizlik artarken kadınların kürtaj hakkı en ileri kapitalist ülkelerde bile gasp ediliyor. Afganistan gibi ülkelerde ise kadınların ve kız çocukların eğitim, çalışma haklarına yasak getirilmesine, başörtüsü dayatmasından çocuk yaşta evlilik zorlamasına kadar akıl almaz uygulamalar daha da yaygınlaştırılıyor. Diğer yandan bugün dünyada kanlı bir savaş yürüyor. Farklı ülkelerde çeperi genişleyerek devam eden dünya savaşı insanlığı felâketten felâkete sürüklüyor.
Ukrayna savaşının başlamasının üzerinden 2 yıl geçti. Bu süreçte on binlerce askerin yanı sıra bombalara kurban giden kadınların da olduğu binlerce sivil de yaşamdan koparıldı. İsrail’in yürüttüğü katliam ise 150 günü geride bırakırken 13 binden fazla çocuk ve 9 binden fazla kadın bu katliamda hayatını kaybetti. Halen enkaz altında olan ya da kayıp 7 bin kişinin yüzde 70’inin de kadın ve çocuklardan oluştuğu ifade ediliyor. Ölenlerin ardında kalanlar ise abluka altına alınmış bir ülkede hayvan küspesiyle beslenmeye çalışıyor. Un, pirinç, tahıl gibi yiyeceklerin tükenmesi ve hayvan yemlerinin de tükenme riskiyle karşı kaşıya olmasıyla birlikte büyük bir kıtlıkla yüz yüze gelen Filistinli emekçiler dünyanın gözü önünde ölüme terk ediliyorlar. Bu savaşların ardından göç yoluna düşenlerin yüzde 80’i yine kadınlar ve çocuklardan oluşuyor.
İşçi sınıfının kadınlarının sorunları çok yönlü, dertleri büyük. Fakat unutmamak gerekir ki yukarıda sayılan her türlü olumsuzluğun karşısında aynı zamanda bir direnç gelişiyor. Dünyanın pek çok yerinde yükselen mücadelelerde kadınların sayısının her geçen gün arttığı bir gerçektir. Her geçen gün daha fazla kadın kapitalizmin esaret zincirlerini kırarak bir adım atıyor ve kendisi için, çocuklarının geleceği için meydanlara çıkıyor, sesini yükseltiyor. Dünyanın dört bir yanında işçi sınıfına yönelik saldırılara, emperyalist savaşlara, doğanın katledilmesine, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığa, kürtaj hakkına getirilen kısıtlamalara karşı eylemler düzenleniyor ve bu eylemlerde kadınlar ön saflarda yerini alıyor.
Dün 8 Mart’ı bugünün kuşaklarına armağan edenler savaşa, milliyetçiliğe, halkların birbirine düşman edilmesine karşı çıkıyor, bu uğurda amansız bir mücadele yürütüyorlardı. Rosa Luxemburg, Clara Zetkin gibi sosyalist kadınlar işçi sınıfının kadınlarının mücadelesinin erkek işçilerle birleşmesi ve patronlar sınıfına karşı tek vücut bir mücadeleye dönüşmesi gerekliliğini vurguluyorlardı. Savaş tamtamları çalarken Alman sosyalist kadınları İngiltere’deki kız kardeşlerine şöyle sesleniyorlardı: “Sizlerle aynı zincirleri taşıyoruz, sıkıntılarınız bizim dertlerimizdir, sizinle aynı kaderi paylaşıyoruz. Bu nedenle sizinle birlikte acı çekiyoruz ve sizinle birlikte umut ekiyoruz ve «problemler denizine karşı» sizinle birlikte silah kuşanıyoruz. Kocalarımız, oğullarımız ve kardeşlerimizle birlikte barışı ve tüm ülkelerdeki işçilerin kardeşliğini savunuyoruz.”[*]
İşte bu nedenle 8 Mart’ın dünya emekçi kadınlarına, dünya işçi sınıfına armağan edilmesi boşuna değildir. İşçilerin uluslararası birliğinin acil bir görev olduğu içinden geçtiğimiz dönemde 8 Mart, 1 Mayıs gibi mücadele günlerine sahip çıkmak, işçilerin birliğini örmek için ter akıtmak büyük önem taşıyor. İşçi sınıfına her türlü zulmü meşru gören kapitalist cehennemden kurtuluş, kadın ve erkek işçilerin kol kola mücadelesiyle olacaktır.
[*] Clara Zetkin, Alman Kadınlardan Büyük Britanya’daki Kız Kardeşlerine, Aralık 1913, marksist.net/node/6694
Dünü Bizdik Yarını Biziz
Eyy emekçi kadınlar
Yanmadık gömülesiniz diye sessizliğe
Yandık, taşınsın küllerimizden sesimiz
Savrulsun, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya
Duyulsun dört cihanda: Eşit değiliz!
Onlar ve biz, üzerimize kilitlenen kapılar gibi
Hudut çekilmiş sınıflarımızla, onlar ve biz
Erkek olsa kadın olsa, sermaye soyu
Aç gözleri doymadı, doymayacak bilesiniz.
Eyy emekçi kadınlar!
Kulaklarınızda çınlasın sesimiz
Bizim kavgamız ekmek için
Oğullarımızın gözlerinde parlayan
Kavgamız yaşamı için kızlarımızın
Yarının doruklarından çağlayan
Dokuduğumuz kumaşlar gibi ilmek ilmek
Dünü bizdik, yarını biziz umudun
Aynı hasretle kavrulan yüreklere sesleniriz
Yanacaksanız çaresizliğe değil,
Karanlığı küstürecek mumlara yanın
Yanacaksanız kederinizden değil,
Özgürlüğe tutuşan kavganın harında yanın
Çürümüş düzenin her zerresi silinip gidene dek
Kavgamıza katılın, sevdamıza katılın.
Başak Güler
link: Başak Güler, 8 Mart’ı Karşılarken Emekçi Kadınlar, 8 Mart 2024, https://marksist.net/node/8211
Kadınların Muradı!
Rejimin Emek Yağması ve Sonuçları