Kapitalizmin içine düştüğü tarihsel kriz, bunun doğrudan bir dışavurumu olan emperyalist savaş, çürüme ve gericileşme, dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri belirliyor. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi demokrasi can çekişirken burjuva düzen tam bir plütokrasi egemenliğine dönüşmüş bulunuyor. Çürüyen kapitalizm çürüyen burjuva rejimler yaratıyor. Tüm dünyada otoriterleşme yükselişte. Bu rejimler militarizmi, ırkçılığı, milliyetçiliği, göçmen düşmanlığını körükleyerek savaş düzenine geçiyor. Antidemokratik uygulamalar, baskılar alabildiğine artıyor. Topluma boğucu bir hava egemen oluyor. Milyarlarca insanın gündelik yaşamının akışı bu olguların etkisiyle şekilleniyor. Ağır saldırılar altında bunalan, burjuva ideolojik aygıtlar tarafından esir alınan, örgütsüz, yoksul işçi ve emekçiler sıkışmışlık ve çıkışsızlık içinde bulunuyor. Elbette kapitalizm altında çifte ezilmişlik cenderesine sıkıştırılmış emekçi kadının yaşamı da aynı ölçüde zorlaşıyor. Otoriterleşme ve savaş koşullarına paralel olarak cinsiyetçi politikalar, erkek egemen dayatmalar ve şiddet de artıyor. Dünyanın emekçi kadınları 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününü böyle bir ortamda karşılıyor.
8 Mart, dünya işçi sınıfının kapitalist sömürüye, haksız savaşlara, militarizme, cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadelesinin tarihsel sembollerinden biridir. İşçi sınıfının böylesi sembolleri yaratan mücadele deneyimlerine sahip çıkmak, içinden geçtiğimiz dönemde her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Böyle zorlu zamanlarda kapitalist sömürüye karşı öfkeyi diri tutmak; kapitalizmi yıkma mücadelesinde kararlılığı, geleceği değiştirecek mücadeleleri bugünden mayalamanın mümkün ve elzem olduğuna inancı korumak bir görevdir. Kuşkusuz 8 Mart’ı yaratan emekçi kadınlar tıpkı geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük dönüşümlerin, devrimlerin katalizörü olacaktır.
Çürüyen kapitalizm ve emekçi kadın
Çürüyen kapitalizmin yarattığı çelişkiler, eşitsizlikler büyürken, tüm dünyada zengin ile yoksul arasındaki uçurum derinleşirken ezilen emekçi kadın da bundan payını misliyle alıyor. Ülkelere göre değişim göstermekle birlikte kadınların işgücüne katılım oranı tüm dünyada erkeklerden daha düşük. Bu durum kadınların yoksulluğunu, erkeğe bağımlılığını arttırıyor. Ancak çalışmak da emekçi kadınları yoksulluktan kurtarmıyor. Kadınlar erkeklere göre daha düşük ücret alıyorlar, güvencesiz, yarı zamanlı, fason, mevsimlik, sigortasız işlere, evde yapılan işlere mecbur bırakılıyorlar. Dünya üzerindeki en yoksul 1,5 milyar insanın %75’inin kadın olması tesadüf değildir. Bu gruptaki kadınlar eğitim, sağlık hizmetlerine, yeterli gıdaya ve hatta temiz içme suyuna bile ulaşamıyor. Tüm dünyada okuma-yazma bilmeyen 758 milyon insan var ve bunların üçte ikisi kadın. Her yıl en az 350 bin kadın doğum sırasında yaşamını kaybediyor. Ölümlerin çok büyük bir kısmı kadınların ulaşabilecekleri bir sağlık kuruluşu ve personelinin olmaması nedeniyle, önlenebilir basit hastalıklar yüzünden gerçekleşiyor. Haiti gibi yoksul ülkelerde kadınlar bir öğün bile olsa karınlarını doyurabilmek için bedenlerini satmak zorunda kalıyor. Batı Afrika ülkelerinde kadınlar günlerinin ortalama 4 saatini temiz suya ulaşmak için harcıyorlar.
Uluslararası Af Örgütünün Dünyada İnsan Haklarında Durum 2014/15 Raporu, dünyanın dört bir yanında kadınlara yönelik ayrımcılığın, şiddetin boyutlarını gözler önüne seriyor. Tüm ülkelere ilişkin ayrıntılı bilgiler veren rapor, dünya yüzünde kadınların haklarının çiğnenmediği, dezavantajlı konumlarının derinleştirilmediği, şiddetin, tacizin, tecavüzün hedefi haline getirilmediği tek bir ülke olmadığını gösteriyor. Afganistan’da her yıl binlerce kadın baskılardan kurtulmak için intihara kalkışıyor. Cezayir’de 18 yaşın altındaki kız çocuklarına tecavüz edenler kurbanlarıyla evlenmeleri halinde ceza almıyor. Arjantin’de tecavüze uğrayanlar da dâhil olmak üzere kadınlara kürtaj hakkı tanınmıyor. Ermenistan’da kadın hakları savunucuları saldırıya uğruyor, ölümle tehdit ediliyor. Bangladeş’te kadınlara yönelik asitle yakma saldırıları yaygınlaşmaya devam ediyor. Hindistan’da aile meclisi kadınların cezalandırılması için kararlar alıyor ve uyguluyor, bunu yapanlar cezasız kalıyor. Pakistan’da kadınlar el ele veren kocaları ve babaları tarafından dövülerek öldürülüyor. İran’da kadınlara dönük ayrımcılık hayatın her alanında sistematik biçimde uygulanmaya devam ediyor. Jamaika’da kadın cinayetleri artıyor, hükümet buna karşılık hiçbir önlem almıyor. Yeni Zelanda’da aile içi şiddet oranı son derece yüksek ve bu oran daha da yükseliyor. Güney Afrika’da hükümet doğum sırasında ve doğumdan hemen sonra gerçekleşen anne ölümlerinin %60’ının önlenebileceğini açıklıyor, ama anneler ölmeye devam ediyor. Danimarka ve İsveç gibi demokratik sayılan Avrupa ülkelerinde kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet oranları şaşırtıcı derecede yüksek. Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri, taciz, tecavüz oranları en yüksek ülke olan ABD’de günde 1900 kadın tecavüze uğruyor…
Savaş ve çatışmaların yoğunlaştığı Suriye, Yemen, Filistin, Myanmar, Güney Sudan, Irak, Nijerya, Somali, Pakistan, Afganistan, Burundi, Orta Afrika Cumhuriyeti, Libya gibi ülkelerde ise emekçi kadınlar, ölümün, sevdiklerini, evlatlarını yitirmenin, evlerinin başlarına yıkılmasının, göçmenliğin acısını yaşıyorlar. İnsan ticaretinin malzemesi haline getiriliyorlar. Suriye ve Yemen’de kadınlar ve çocuklar bombaların altında kalıyor, açlık ve susuzluk çekiyor, salgın hastalıklar yüzünden ölüyor. Nijerya’da Boko Haram küçücük kız çocuklarını kaçırıyor. Libya’da savaştan kaçan kadınlar köle olarak satılıyor…
Kısacası çürüyen kapitalizmin dişlileri dönmeye, insanı insan olmaktan çıkarmaya, emekçi kadının yaşamını öğütmeye devam ediyor.
Türkiye’de emekçi kadın
Türkiye’de kadın istihdam oranı %31 ile erkeklerin istihdam oranının yarısından daha az. Aynı şekilde ücretlerde de tablo kadınların aleyhine. Kadın işçilerin %86’sı işyerinde kreş ve kreş yardımı olmadan çalışıyor. Çocuk bakımı ve ev işleri nedeniyle kadının çalışarak geçirdiği saatler uzadıkça uzuyor. TÜİK’in raporuna göre, ev işleri cinsiyete göre ayrılıyor. Kadınlar, yemek pişirme, bulaşık, temizlik gibi sürekliliği olan ve görünmeyen işleri yapıyor. Yapılan araştırmalara göre her 5 erkekten biri kadınların çalışmasını uygun bulmuyor; kendi eşinin çalışmasını uygun bulmayan erkek sayısı ise daha da fazla. Okuma-yazma bilmeyen erkeklerin oranı %2’nin altındayken bu oran kadınlarda %9. Kadınların yaklaşık %35’i 20-24 yaş arasında evleniyor ve çocuk sahibi oluyor. %5,2’si ise 16-17 yaşında evleniyor. OHAL rejiminin hüküm sürdüğü 2017 yılında kadın cinayetleri %25 oranında arttı, 409 kadın erkekler tarafından katledildi. Koruma altındaki kadınlar öldürüldü. Öldürülen kadınların yaş aralığı düştü, çocuklar öldürüldü… Yani Türkiye’de de emekçi kadınlar açısından tablo iç açıcı değildir! Üstelik iktidarın politikaları nedeniyle bu tablo her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır.
Türkiye’nin Asyatik despotik arka planı, İslam etkisiyle şekillenmiş muhafazakâr geleneksel yapısı ve cinsiyetçi politikalar toplumda erkek egemen zihniyeti besleyen bir işlev görmektedir. AKP, iktidara geldiği günden bu yana cinsiyetçi politikaları, uygulamaları körüklemiş, toplumda kadını erkeğe tâbi, ikincil konumda tutan bir yol izlemiştir. Bugünse bu zeminin üzerinde yeni bir yapı şekillendirilmek istenmektedir. Yapılmak istenen kadını itaatkâr ve kanaatkâr bir cins haline getirmek, itaatkâr ve kanaatkâr nesiller yetiştirmek üzere donatmak, bu yolla sağlamlaştırılmak istenen totaliter rejimin dayanaklarını güçlendirmektir. İktidarın kadına yönelik planları sağlık sisteminden yargıya, eğitimden kolluğa, medyadan ulaşıma kadar her alana yansımaktadır. Bu planların yıkıcı etkileri ise toplumda en sert biçimde açığa çıkmaktadır, çıkacaktır.
İktidarın zihniyetine göre kadının en büyük vazifesi, hatta en büyük kariyeri anne olmaktır. Elbette çok sayıda çocuk yapabilmek, “yerini yurdunu, sahibini bilmek” için erken yaşta evlenmek gerekir! Evlenen ve çocuk sahibi olan, ailesini her şeyin önüne koyan kadın makbul kadındır. Bugün kadın politikaları, çıkarılan kanunlar “makbul kadınlar”ın sayısını çoğaltmak ve önünü açmak amacı taşıyor. Boşanma ve kadının nafaka alması zorlaştırılırken, erken yaşta evlenenlere “çeyiz yardımı” adı altında adeta ulufe dağıtılıyor. Doğum yapan kadınlara yarım gün çalışma hakkı tanınacağı propagandası yapılıyor. Diğer yanda ise, kürtaj da, sezaryenle doğum da zorlaştırılıyor.
Evlilik, aile, çok çocuk o kadar merkeze alınıyor ki, erken evliliğin kız çocukları ve genç kadınlar açısından ne gibi sonuçlar doğurabileceği zerre kadar önemsenmiyor. Geçtiğimiz günlerde sosyal hizmet uzmanı İclal Nergiz çalıştığı hastanede, küçük yaşta hamile takibi yapılmış, doğum yapmış kız çocukları ile ilgili ulaştığı bilgileri basına açıkladı. Ancak yüzlerce çocuğun neden bu halde olduğu ve neden olayın üstünün örtüldüğü değil, olayı açığa çıkaran Nergiz sorgulandı. Bu yolla adölesan gebeliği (15-19 yaş arası gebelik) engelleyemeyeceği şeklinde “uyarılar” aldı. Hastanenin imajını zedelemiş olmakla, memlekete ihanet etmiş olmakla suçlandı, sürgün edildi. Ne hastane yönetimi ne de Sağlık Bakanlığı konuya dair bir açıklama yaptı. Durum buyken Diyanet İşleri Başkanlığı erken yaşta evliliği özendirmek üzere fetva üstüne fetva vermeye devam ediyor.
İktidarın destekleyip kışkırttığı cemaatlerin liderleri de kadını aşağılayan ve kadına yönelik her türlü şiddeti meşru gösteren açıklamalar yapıyor. Kız ve erkek çocuklarının ayrı sınıflarda, okullarda eğitim görmesi, kız öğrencilerin kısa etek, dar pantolon giymemesi, kadının çalışarak fuhuşa hazırlık yapmaması, asansörde kadın ve erkeğin yalnız kalmaması, 6-7 yaşında kızların başının kapatılması, üç yaşında çocuğun külotuyla amcasının yanında durmaması gerektiği üzerine açıklamalar arka arkaya geliyor. Bir başkası “Kuran kadını dövün diyorsa, vardır bunda bir hikmet demeliyiz” diyor. Erkeğin bu yolla “rahatlaması” gerektiğini, böylelikle kolun kırılıp yen içinde kalacağını anlatıyor. Aile içi şiddeti son derece normal ve “rahatlatıcı” gören bu zihniyete göre kadın, Kuran’daki bu hüküm için yatıp kalkıp Allah’a dua etmeli. Maazallah, ya erkek başka türlü rahatlamayı denerse!
Elbette kadınların ne yapması ve ne yapmaması gerektiği konusunda konuşanlar sadece politikacılar ve her türden cemaatin temsilcisi hocaefendiler, hocaefendi kılığındaki sapkınlar değil! Bir gazete yazarı kadınların şort giyip voleybol ve güreş sporuyla ilgilenmesinin utanç verici olduğunu yazıyor. Adeta bir kampanya yürüterek hükümete, ilgili Bakanlığa, kulüplere, kulüplerin sahibi olan bankalara, sporcuların eşlerine “bu rezilliğe bir son verin” çağrısında bulunuyor. Bizzat Erdoğan tarafından devlet televizyonunda program yapmakla görevlendirildiğini gururla anlatan bir kadın sunucu ise, kadının para kazanıyorum diye erkeğe kafa tutmasının ne kadar yanlış olduğundan dem vuruyor. “Sonuçta evin reisi erkektir” diyor.
Bu zihniyet “toplumun değerlerine saygı ve uyum”, “dindarlık” gibi kılıflarla perdelenmeye çalışılsa da aslında gerçek ortadadır. Toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş erkek egemen zihniyet, kendine uygun bir ortam bulduğu için her yandan fırlayıveren dinsel taassup ve totaliter rejimlerin doğasına uygun kadın düşmanlığı bir aradadır. Bu zihniyete göre kadın erkeğin mahremidir ve mahrem evde “korunmalıdır”. Kadın evde erkeğinin dizi dibinde oturan mazbut bir hizmetkâr, erkeğin isteklerini karşılamaya hazır bir arzu nesnesi, iyi bir çocuk bakıcısı, yuvasının dişi kuşu olabilmelidir. Zayıf yaradılışının tehlikelerinden kendini sakınmak için evine ve erkeğine ait olduğunu unutmamalıdır. “Fıtratının” dışına çıkmaya, birey olmaya, özgürleşmeye çalışmamalıdır. Dini bütün, namuslu görünmeli, erkeğine laf getirmemelidir. Toplumsal yaşama, sosyal hayata karışmaya, farklı yaşamlara tanık olmaya kalkışmamalıdır. Çünkü gözü açılan kadın ahlâksızlığa savrulabilir! Bu anlayışa göre kadın kendisinden beklenenleri yerine getiremezse şiddeti hak ediyor demektir!
Nitekim toplumun dokusunun iktidar eliyle bu şekilde bozulması, toplumda yaratılan atmosfer, şiddeti körükleyen bir işlev görmektedir. Şiddet, şiddetin bahaneleri, biçimleri daha önce görülmedik biçimde artmakta, çeşitlenmektedir. Öyle ki son dönemlerde basına yansıyan bazı vakalarda erkeklerin kadınları cezalandırmak için kendi çocuklarını katletmekten çekinmedikleri, tecavüz ettikleri, öldürdükleri kadınların vatana ve bayrağa saygısızlık ettiğini ileri sürdükleri bile görülmektedir. Durum buyken şiddet gören kadın yalnız bırakılıyor, şiddetten kaçınmak için örtünmek, pembe otobüse binmek, evine kapanmak gibi ikiyüzlü dayatmalara mahkûm ediliyor. Şiddet uygulayanlar değil şiddetin mağdurları suçlu ilan ediliyor ve bir kez daha mağdur ediliyor.
Kadına şiddetin cezasız kalmaması, erkek egemenliğinin somutlandığı bu adaletsizliklere karşı mücadele edilmesi, bu mücadelenin şiddeti doğuran kapitalizme karşı mücadeleyle birleşmesi önemlidir. Çünkü şiddeti yaratan kapitalizm ve erkek egemen zihniyet ortada durdukça, kapitalizm totaliter rejimleri, savaşları emekçilerin yaşamına musallat etmeye devam ettikçe şiddet de hayatın bir gerçeği olmaya devam edecek. Tıpkı bugün olduğu gibi yoksul işçi ve emekçi kadınların yoksulluğa, şiddete, savaşlara göz yumması, evlatlarını feda etmesi istenecek. İşte bu nedenle kadının özgürlük mücadelesi sömürüye, zulme, savaşlara, faşizme, baskıya karşı mücadele ile birlikte yürümek zorundadır.
Emekçi kadınlar 8 Mart ruhuyla mücadeleye!
İşçi sınıfının daha örgütlü olduğu, daha güçlü bir dayanışma içinde bulunduğu dönemlerde emekçi kadınlar da örgütlenerek seslerini ve taleplerini duyurabiliyorlar. Kadını erkek karşısında ikincil planda gören, gerici yaklaşımlar yüzeye çıkma imkânı bulamazken, mücadele içinde el ele veren kadın ve erkek işçiler dayanışmanın ve eşitlik ilişkisinin anlamını kavramaya başlıyorlar. Böyle dönemlerde hem erkek hem de kadın, erkek egemen kapitalist toplumun dayatmalarından, kalıplarından sıyrılmaya başlıyor. Türkiye’de de sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde işçi sınıfının kadınları, bu mücadele içinde kalıpları kırmaya, daha önce görülmedik biçimde örgütlenmeye, meydanlara çıkmaya, toplumsal yaşamın ve siyasetin her alanında yerini almaya başlamıştı.
İşte 8 Mart, hem kadının özgürleşmesi mücadelesinin hem de işçi kadının erkeğiyle birlikte yürüttüğü sınıf mücadelesinin iç içe geçmesinin, birbirini beslemesinin en güzel örneklerinden biridir. 8 Mart, sadece emekçi kadınların değil kadınıyla, erkeğiyle tüm işçi sınıfının, dünya işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin bir ürünü ve sembolüdür. ABD’de yaşanmış bir katliamın kurbanları anılarak belirlenen, Avrupalı sosyalist kadınların mücadelesiyle dünyaya mal olan, Rusya işçi sınıfının devrimini başlatan kıvılcımı yakan, bugün tüm dünyada mücadeleci emekçi kadınların sahip çıktığı 8 Mart’ın mirası büyümeye devam edecektir.
Nitekim bugün içinde bulunduğumuz karanlık tabloya rağmen emekçi kadınların mücadelesi devam ediyor. OHAL’e ve baskılara rağmen içinde kadın ve erkek işçilerin yer aldığı direnişler gerçekleşiyor. OHAL bahanesiyle dernekleri, örgütleri kapatılsa da kadınlar meydanlara çıkmaktan, haklarını aramaktan vazgeçmiyor. Kadınlar, kadına yönelik şiddete karşı örgütleniyor, eylemler gerçekleştiriyor. İktidarın kadın düşmanı politikalarına, yasa tasarılarına karşı duyulan tepki kadınların eylemleriyle yaygınlaşıyor. Bu yolla saldırı yasalarının bazıları geri çektiriliyor.
Dünyanın farklı ülkelerinde de emekçi kadınların mücadelesi devam ediyor. İran’da kadınlar sistematik baskılardan kurtulmak için, öfkelerini örgütlülüğe çevirmek için el ele vermeye devam ediyorlar. Hindistan’da kadınlar şiddete karşı örgütleniyorlar. “Devlet bizi korumazsa, biz kendimizi korumasını biliriz” diyorlar. ABD’de geçmiş yıllara nazaran belirgin biçimde yaygınlaşan grevlerde kadın işçiler en önde yer alıyorlar. Ocak ayında ABD’nin Washington kentinde on binlerce kadın Trump’ı protesto ettikleri bir kadın yürüyüşü gerçekleştirdiler. Trump’ın faşizan, kadın ve göçmen düşmanı açıklamalarına tepki gösteren on binlerce kadın, haklarını korumak ve eşitlik için mücadele etmeye hazır olduklarını dile getirdiler. Irkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına, kapitalizme karşı öfkelerini haykırdılar.
Bir kez daha yineliyoruz: Mücadele asla son bulmayacak, en karanlık darboğazlar aşılacaktır. Bugün mücadelede öne çıkan emekçi kadınlar yarın bambaşka bir dünya kurulmasının yolunu açacaktır. Bu bilinçle 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü tüm işçi sınıfına kutlu olsun!
link: Ezgi Şanlı, 8 Mart ve Emekçi Kadınlar, 7 Mart 2018, https://marksist.net/node/6249
Anadolu’dan Sosyalist Bir Kadın: Naciye Hanım
İtalyan Seçimlerine Aşırı Sağ Damgasını Bastı