30 Mart yerel seçimlerine doğru yaklaşılırken burjuva siyasi arenada tansiyon beklendiği gibi yükselmeye devam ediyor. Herkesin farkında olduğu üzere seçimler yerel seçim olmanın çok ötesinde bir politik anlam kazanmış durumda. Bilindiği üzere yerel seçimler, birkaç ay sonrasında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi ve bir yıl geçmeden gerçekleşecek genel seçimlerle birlikte üç etaplı genel bir politik sürecin ilk ayağını oluşturuyor. Genel seçimlerin olağan tarihi her ne kadar önümüzdeki yılın Haziran ayına denk geliyorsa da, kesin tarih belli değildir. 30 Mart seçimlerinin sonuçlarına ve muhtemel başka politik gelişmelere bağlı olarak bunun öne alınması kuvvetli bir olasılıktır. Dolayısıyla önümüzdeki en az bir yıllık dönem yoğun bir politizasyon süreci olarak yaşanacaktır. Son birkaç ayın çarpıcı gelişmeleri ile bu durum çoktan başlamış durumdadır.
Bu politizasyon süreci işçi sınıfı devrimcilerinin de kendi fikir ve tutumlarını ortaya koymaları açısından elverişli bir dönem anlamına gelmektedir. Yerel seçimlere kısa bir süre kalmışken, hem genel politik sürece ilişkin değerlendirme ve tutumlarımızı bir kez daha özetlemenin hem de yerel seçimler bağlamında gündeme gelen somut sorunlara devrimci yaklaşımı ana hatlarıyla ortaya koymanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Türkiye darboğazda
Şu an Türkiye’de gırtlak gırtlağa devam eden politik kapışma süreci genel hatlarıyla üç boyuttan oluşuyor. Görece daha önemliye doğru ilerleyecek olursak, egemen sınıfın siyasetçilerinin boğazlarına kadar yolsuzluk batağına batmış olmasının çarpıcı ifşaatlarla ortaya çıkması ilk basamağı oluşturuyor. İkinci basamakta, Erdoğan ve şürekâsı ile Gülen hareketi arasındaki güç ve iktidar savaşı yer alıyor, üçüncü basamakta ise uluslararası emperyalist-kapitalist sistem içinde alt-emperyalist Türkiye’nin yeri ve doğrultusu sorunu asıl geniş arkaplanı oluşturuyor. Yolsuzluk soruşturmaları ve ifşaatları, “temiz toplum” özlemi ve yüksek adalet duygularıyla harekete geçmiş savcı ve hâkimlerin operasyonu olmayıp, Gülenci yapı ile Erdoğan ekibi arasındaki güç ve iktidar kavgasının bir türevidir. Ama bu kavga da ABD emperyalizminin ve Türkiye’deki büyük sermaye çevrelerinin ağırlıklı bölümünün (genel olarak TÜSİAD sermayesi diyebiliriz) Erdoğan’ı ve onun şahsında cisimleşen özgül politikaları engelleme girişiminin türevidir.
Bu kapışma çerçevesinde somut olarak ön plana çıkan sorunlara bakalım. Öncelikle yağma ve talan düzeninin tam bir lağıma döndüğü ve her türlü ahlâki sınırın aşıldığı kepazece yolsuzlukların ta başbakana kadar tüm sistemi sarmış olduğunu tespit etmek gerekiyor. Son günlerde ortalığa saçılan telefon görüşmesi kayıtlarının çoğu ve özellikle başbakan ile oğlu arasındaki görüşmeler, yolsuzluk ve rüşvetin hangi boyutlara ulaştığını çarpıcı bir şekilde belgelemektedir.
İkinci olarak, devlet aygıtında bir krizin ortaya çıkması ve iktidarın artan ölçüde otoriterleşmesi söz konusu. Bu minvalde, şantaj, tehdit, adam kayırma, gizli dinleme, gözetleme ve takipler ile örülü bir kumpas ve hükümet devirme teşebbüsü yaşanmakta. Ve bunun karşısında da, hükümet cenahının yukarıda belirtilen çizgiler üzerinde otoriterleşmesini ve baskıyı arttırmasını görmekteyiz. Söz konusu telefon kayıtları hükümetin medya üzerinde nasıl bir keyfi baskı sistemi kurduğunu da açığa dökmektedir. Sansür ve oto-sansür gırla gitmektedir.
Üçüncü olarak ortada bir emperyalist dalaşma söz konusudur. Bu dalaşmanın tarafları Batılı büyük emperyalist güçler (asıl olarak ABD emperyalizmi) ile yeni yükselmekte olan bir alt-emperyalist güç olarak Türkiye’dir. Bunun özellikle bölge çapında çeşitli siyasal sorunlarda bölgenin emekçileri ve ezilen halklar açısından gerici sonuçları vardır. Örneğin, ifşa edilen silah dolu MİT tırlarının da alenen ortaya koyduğu gibi, Türkiye tam da bu emperyal yönelişinin bir uzantısı olarak Suriye’deki kapışmanın önde giden aktif taraflarından biri konumundadır ve orada akan kanın başlıca sorumlularındandır.
Bu üç başlıkta özetlemeye çalıştığımız sorunların hepsi, kapitalist düzenin genel çürümüşlüğünün ve işçi-emekçi yığınlar için hiçbir biçimde bir çıkış olanağı sunamayacağının ipuçlarını vermektedir. Türkiye kapitalizmi ciddi ve genel nitelikte bir bunalımdan geçmektedir. Yolsuzluklar, kumpaslar, kirli çamaşırlar, çivisi çıkmış bir devlet aygıtı, dörtnala giden bir otoriterleşme, kanlı emperyalist tezgâhların aktörlüğü vb., bunların hepsi işçi sınıfının mücadelesi bağlamında güncel politik başlıkları oluşturmaktadır.
Bu bunalım, Türkiye’de bir süredir zaten var olan siyasi kutuplaşmayı daha açık ve şiddetli bir hale getirmiştir. Yaşanan süreç, bir yanda Erdoğan’dan ölümüne nefret eden, bir yanda da ona daha sıkı sarılan bir kitle doğurmuştur. Açık bir hayat memat sorunuyla yüz yüze olan Erdoğan adeta frenleri patlamış bir kamyon gibi sağı solu tahrip ederek yokuş aşağı gitmektedir. Geniş kitlelerin bilincini çarpıtmak için var gücüyle asılarak onları kendi arkasında kenetlemeye çalışmaktadır. Elbette aynı şey karşı cephe için de söz konusudur. Geniş emekçi yığınlar, bir yanda “Türkiye’nin gelişmesini, güçlenmesini, ‘Büyük Türkiye’ olmasını istemeyen dış mihraklara ve taşeronlarına karşı” seferberliğe çağrılmakta, öte yanda da “hırsızları başımızdan def etmek için” harekete geçirilmek istenmektedir. Böylece emekçi yığınlar esas olarak iki burjuva kutupta saflaştırılmaktadır.
Bu şiddetli kapışma sürecinin ilk büyük raundunu oluşturan 30 Mart seçimleri bu bakımdan kilit bir önem taşımakta. Kitlelerin gündelik yaşamını doğrudan ilgilendiren yerel-beledi sorunlar bir yana, bu seçimler Erdoğan ve temsil ettiği siyasi eğilim açısından hayati bir referandum niteliğinde. Erdoğan oy desteği bakımından ciddi bir kayıp yaşamadığını ele güne kanıtlama gayreti içinde, çünkü buna mecbur. Mitinglerinde “yeni Türkiye’nin miladı 30 Mart olacak” demesi de, “uluslararası güçler oyumuza göre pozisyon alacak” demesi de bundan. Kaybederse, genel planda başlamış olan gerileme sürecinin somutta ciddi bir ivme kazanacağından ve gerisinin çorap söküğü gibi geleceğinden korkmakta. Bu nedenle, aynı karşı taraf gibi, elindeki tüm kartları masaya sürüyor.
Bu durum kaçınılmaz olarak otoriterleşme sürecine tam da öngördüğümüz gibi yeni bir itilim vermekte. İnterneti baskı altına alan yeni yasa, HSYK’yı neredeyse hükümetin yani yürütmenin bir alt departmanı haline getiren yeni yasal düzenleme ve MİT’i tam bir dokunulmazlık zırhına büründürerek eline emsalsiz yetkiler veren yasa hazırlığı vb., bu otoriterleşmenin en belirgin somut adımlarını oluşturuyor. Genel olarak gazeteler ve medyaya nicedir uygulanan baskının yanı sıra, Ankara’da neredeyse tüm kent halkını sokakta üst araması ve GBT taramasından geçirmek üzere yapılan uygulama gibi durumlar da bu otoriterleşmenin başka göstergelerini oluşturuyor.
30 Marta nasıl bir zemin üzerinde gidildiğini anlamak bakımından, dünyada ve bölgede yeni bir konjonktüre girildiğinin ve Türkiye’nin ekonomik bakımdan da daha zorlu günlere sürüklendiğinin altını çizmek gerekiyor. Türkiye sıkletindeki ülkelere bol para girişinin yaşandığı konjonktür sona ermekte, bu tür ülkelerin paraları dolar ve avro gibi paralar karşısında değer kaybetmekte, dünya genelinde geniş işçi kitleler açısından çalışma ve yaşam koşullarında kötüleşme sürmektedir. AKP’nin iktidar döneminde genel olarak dünya ortalamalarının üstünde seyreden büyüme oranları düşüşe geçmiştir. Fabrikalarda yavaş yavaş fazla mesailerin kaldırılmakta olduğunu biliyoruz. Bu, üretimin hızının kesilmekte olduğuna dair bir belirtidir. Ne ölçüde genel bir eğilim olduğunu önümüzdeki günlerde daha iyi göreceğiz. Son bir yılda en zenginlerin servetleri bile ciddi bir değer kaybına uğramış durumda.
Öte yandan Arap halklarının kitlesel isyan sürecinin yozlaşması, bu sürecin son ve en önemli halkası olan Suriye’de korkunç boyutlara ulaşmış ve ABD emperyalizmi Suriye ve İran meselesi gibi kritik meselelerde, siyasal İslamcı hareketlere ilişkin yaklaşımında bir politika değişikliğine gitme sürecine girmiştir. Bu durum bölgedeki güç dizilimlerini, saflaşmaları farklılaştırmakta, daha karmaşık hale getirmektedir. Ukrayna’da yaşananlar da bu denkleme yeni ve önemli bir unsur olarak eklenmektedir.
Erdoğan ve ekibinin Filistin-İsrail meselesinde, Suriye meselesinde, Mısır meselesinde ve İran sorununda izlediği çizgi, ABD emperyalizmi nezdinde onu gözden düşürmüştür. ABD, bölgedeki kadim müttefikleri İsrail ve Suudi Arabistan’la ters düşme pahasına İran’la yumuşama sürecine girmiştir. Suriye’de de radikal İslamcı hareketlerin Esad rejimine bir alternatif olamayacağının gitgide açığa çıkmasıyla, ABD buradaki süreçte İran’la işbirliğine gitmekte ve Erdoğan’ın izlediği İslamcıları besleme politikasını da boşa düşürücü adımlar atmakta. Burada not düşmek gerekiyor ki, silah tırlarının ifşa edilmesi Erdoğan’ın uzun vadede “uluslararası terörizme destek” suçlusu olarak yargılanmasını bile gündeme getirebilecek önemde bir gelişmedir.
Soruşturmalar her ne kadar hükümetin devlet aygıtını hallaç pamuğu gibi atan karşı saldırısıyla kadükleşme yoluna sokulduysa da, bu ve tüm diğer baskıcı önlemler, özellikle yolsuzlukla ilgili ifşaatların önünü kesememiştir. Bu ifşaatların esasen ABD destekli Cemaatçiler tarafından yapıldığı açıktır ve hedef Erdoğan’ı ve AKP’yi seçimlerden düşük oyla, gerilemeyle, yıpranmayla çıkarmaya dönüktür. Yeterli oy düşmesi sağlanırsa, hükümete istifa ve genel seçimlerin erkene alınması yönünde baskı arttırılacaktır. Böylece Erdoğan’ın zaten yara almış olan başkanlık hedefi tümüyle bitirilecek ve dahası AKP’nin tek başına iktidar olduğu dönemin de sona erdirilmesi olanakları açılacaktır. ABD’nin, TÜSİAD’çı sermayenin, Cemaatin ve CHP’nin hesabı bu yöndedir. Devamında, bir biçimde CHP’nin içinde olduğu yeni hükümet arayışları gündeme getirilecektir. Bu olamasa bile Erdoğan’ın bertaraf edildiği yeni bir AKP ile yola devam edilmeye çalışılacaktır. Buna karşılık Erdoğan’ın ne yapmakta olduğunu ise yukarıda özetledik.
Sonuç olarak emekçi kitlelerin önüne çıkarılmak istenen düzen içi seçenekler bunlardır. Bu seçenekler içinde kalındığı müddetçe, genel tablo emekçi kitlelerin sırtında acımasız bir sömürü ve talanın, zalim bir burjuva diktatörlüğün devam edeceği anlamına gelmektedir. Bu genel sorunlar açısından böyle olduğu gibi, yukarıda üç başlık altında topladığımız güncel sorunlar açısından da böyledir. Yolsuzluklara, kentlerin yağma ve talanına; otoriterleşmenin güçlenmesi anlamına gelen bilumum yasa ve uygulamalara, kısıtlanan özgürlüklere, keyfi yönetime; kumpas ve komplolara; başka halkların da sömürüsü ve kanının dökülmesi anlamına gelen emperyalist politika ve maceralara dur denmek isteniyorsa, kesinlikle bu seçeneklerin dışında bir yöneliş gereklidir.
İşçi-emekçi kitleler çaresiz, çıkışsız değildir. Hiç kuşkusuz sorunlar seçimlerle çözülmeyecek, ama gerçek çözüme giden yol için toprağın sürülmesi, güçlendirilmesi anlamına gelecek bir tavır koymak mümkündür. Seçimlerde bu düzen seçeneklerinin dışında elle tutulur bir yönelimin ortaya konması, devrimci seçeneklerin serpilebilmesi, zemininin güçlenmesi bakımından anlamlı bir ilerleme sağlayabilecektir. O nedenle başta işçi sınıfının, yanı sıra diğer emekçi katmanların mevcut burjuva kutuplaştırmanın ve düzen içi seçeneklerin mümkün olduğunca dışına çıkarılması devrimci işçi sınıfı perspektifi açısından tutulması gereken halkadır. Bunun mevcut somut şartlar içindeki tercümesi, ezilen Kürt halkının, sosyalistlerin ve ilerici-demokrat siyasi güçlerin anlamlı, elle tutulur bir ittifakını temsil eden HDP’nin desteklenmesidir, ona güç verilmesidir.
Kentsel-beledi sorunlar
Bu seçimler her ne kadar politik olarak özel anlamlar kazanmış olsa da, yine de sonunda işçi-emekçi kitlelerin somutta kent sorunları bağlamında yaşadıkları ile baş başa kalacaklarını unutmamak gerekiyor. Dahası genel ve güncel bir sorun olan bütün bu rüşvet, yolsuzluk, avanta çarkı büyük oranda inşaat alanları üzerinde dönmekte ve bunlar da, iyi bilindiği gibi, büyük oranda yerel yönetimlerin alanına girmektedir. Genel bir siyasi eğilim yoklaması olarak mevcut şartlar içinde büyük bir önem taşıması bir yana, 30 Mart seçimleri sonucunda, yerel birimlerin kimler tarafından, nasıl yönetileceğine karar verilmiş olacaktır.
Bu seçimler sermaye partileri açısından büyük bir politik kapışmanın arenası olduğu kadar, kentsel talan ve rant paylaşımı için de bir kapışmadır. Birçok partide aday belirleme süreçlerinde yaşanan kepazelikler de büyük oranda konunun bu boyutu ile ilgilidir. Açgözlü Türkiye burjuvazisi kentleri koca bir emlak gözüyle görmekte ve emekçilerin ihtiyaçlarını layıkıyla karşılamak yerine, onları yıllarca barınıp kök saldıkları yaşam alanlarından söküp atmaya, gündelik hayatı cehenneme çevirme pahasına her türlü doğal ve tarihsel dokuyu hoyratça yok etmeye çalışmaktadır.
Altını bir kez daha çizelim ki, kentsel sorunlar emekçi kitlelerin somut gündelik yaşamının çok önemli bir yönünü oluşturmaktadır. Bu alandaki sorunlar emekçilerin burjuva sömürü düzeni altındaki çilesini katmerlendiren sorunlardır. Barınma, ulaşım, iletişim, altyapı, serbest zamanın verimli geçirilebilmesi için doğal, tarihsel, kültürel, sportif vb. imkânlar, bunların hepsi emekçilerin ekmek-su kadar temel ihtiyaçlarını ifade etmektedir.
O nedenle bu hususlarda da devrimci işçi sınıfının temel yaklaşım ve taleplerini gündeme getirmek anlamlıdır. Öncelikle belirtelim ki, emekçi yığınların temel sorunları, ister yerel-beledi sorunlar olsun ister genel siyasi-ekonomik sorunlar olsun, burjuva düzen çerçevesindeki seçimlerle çözülebilecek nitelikte sorunlar değildir. Temel sorunlar kapitalist sistemin doğasından kaynaklanmaktadır ve o ortadan kaldırılmadıkça çözümsüzdürler. Hiçbir seçim de kendi başına kapitalist sistemin temelini değiştirmek anlamına gelmediğine göre, işçi sınıfının seçimlere ilişkin büyük çaplı beklentilere girmesi yanlış olur. Seçimler işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükseltmek için mücadelenin araçlarından biridir yalnızca. Ancak genellikle kitlesel bir politizasyona yol açmaları nedeniyle, önemli bir araçtır. O nedenle seçimlere işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından ne boyundan büyük anlamlar yüklenmeli ne de önemsiz muamelesi yapılmalıdır.
Devrimci bir işçi iktidarı kurulmadıkça, diğer temel sorunlar gibi temel kentsel sorunların da köklü ve kalıcı bir çözümü söz konusu olamaz. Bir avuç azınlığın kâr dürtüsünün tüm toplumu esir alması anlamına gelen kapitalist sistem tasfiye edilip, tümüyle kitlelere dayanan demokratik bir planlama yerleştirildiğinde tüm sorunlar en akılcı çözümlerine kavuşma zeminini bulacaklar. Bu husus yerel-kentsel sorunlar bağlamında da devrimci propagandanın temel bir unsuru olmalıdır.
Diğer taraftan kentsel sorunların anahatları bir sır değildir ve bu konuda düzeni belirli düzlemlerde zorlamak ve esasen işçi kitlelerin bilinç ve örgütlülüğünü yükseltmek üzere talepler ileri sürmek de gereklidir. Herkese içinde enerjisi, sağlıklı şebeke suyu, iletişim olanaklarıyla teçhiz edilmiş, sağlıklı ve parasız konut hakkı; parasız, güvenli ve eziyetsiz toplu ulaşım; işçilerin kendi denetiminde planlı kentleşme; doğanın, yeşilin, su havzalarının, doğal yaşamın hoyratça tahribine son verilmesi; herkese parasız, yeterli ve kaliteli sağlık, kültür, spor tesisleri, dinlenme ve eğlence alanları gibi talepler ilk akla gelenler olarak sıralanabilirler.
Ancak bunlardan daha da önemli olan talep emekçi kitlelerin yönetimleri bizzat denetleme ve görevden alma hakkının savunulmasıdır. Esasen ayyuka çıkan yolsuzluklar açısından da asıl panzehir böylesi bir mekanizma değil midir? Bunların kapitalist düzen içinde gerçekleşebilir bir şey olup olmaması düzenin sorunudur. Önemli olan mantıklı, akılcı ve emekçi kitlelerin gerçek çıkarlarını ifade ediyor olmasıdır. Bu basit düşünceyi emekçilerin kavraması hiç zor değildir.
Emekçilerin denetimi ve yönetimi bağlamında 2009 yerel seçimleri öncesinde Marksist Tutum’da yer alan şu satırlar geçerliliğini korumaktadır: “Önümüzde taklalar atarak bizden oy isteyen düzen partilerinin temsilcilerine doğru soruları sormayı bilmeliyiz. (…) Vaatlerin denetimini bizzat halkın yapması için bir düzenlemeleri var mıdır? Kentlerin gerçek ihtiyaçlarının belirlenmesi, kaynaklarının tespit edilmesi ve tahsisinde, planlanması ve hayata geçirilmesinde geniş yığınların söz hakkı olacak mıdır? Vaatlerini yerine getirmeyenleri ya da çalışması beğenilmeyenleri seçmenler istedikleri zaman (5 yıl sonraki seçimi beklemeden) görevden alabilecekler midir? Bu sorular düzen siyasetçilerinin foyalarının açığa çıkarılmasına yardımcı olacaktır.
“Aynı yolda, «halka hizmet» demagojisini de bertaraf etmek gerekiyor. Neden halk hangi hizmetin, nereye, ne ölçüde ve nasıl yapılacağına kendi karar veremiyor da, birilerinin lütfuna mahkûm kılınıyor? Asıl sorulması gereken soru budur. İster maddi bir şekil almış olsun ister hizmet biçiminde olsun tüm zenginliklerin gerçek yaratıcısı işçilerdir, emekçilerdir. Dolayısıyla, neden emekçiler kendi emeklerinin ürününden küçük bir miktarı hizmet biçiminde geri alabilmek için sermaye partilerine el açmak zorunda olsunlar? Kendi emeklerinin nerede, ne için, ne kadar ve nasıl harcanacağına emekçiler kendileri karar verdiklerinde bir yeryüzü cenneti yaratmak mümkündür. O halde en iyisi, «halka hizmet» için paralanan bu «iyilikseverleri» bu zahmetten kurtarmak değil midir?” (Levent Toprak, Düzen Partilerine Oy Yok!, Mart 2009)
Sonuç olarak, yerel seçimlerin doğrudan konuları bağlamında da düzen partilerine ve özellikle de mevcut burjuva kutuplaştırmaya karşı bağımsız bir duruş ortaya koymak ve bunu devrimci içerikle temellendirmek gereklidir. Rüşvetçi hırsızların elebaşısı konumuna yükselmiş, emperyal hırsların gözü dönmüş atlısı haline gelmiş, otoriter bir başkan baba olmaya hevesli Erdoğan’ın arkasına yığılmaya da, ABD emperyalizminin kucağında rezil komplolar kurarak hükümet devirme kumpasının aktörleri konumunda olan Cemaat, CHP ve TÜSİAD’çı sermayenin peşine takılmaya da hayır! Hepsini defetmek üzere işçi sınıfına dayanan bir mücadeleyi örgütleyelim ve yükseltelim! Düzen güçlerine karşı mücadelenin zeminini güçlendirecek bir ittifak olan HDP’nin adaylarını destekleyelim! Günümüzün somut koşullarında en anlamlı devrimci yaklaşımın bu olduğunu düşünüyoruz.
link: Levent Toprak, 2014 Yerel Seçimlerine Giderken, Mart 2014, https://marksist.net/node/3418
Emekçi Kadınlar Mücadelede Öne!
Soçi Olimpiyatları: Sömürü, Yolsuzluk ve Talan