Türkiye yeni bir politik krizle sarsılıyor. İstifa ettirilen bakanlar, hapse atılan bakan çocukları, adeta kilitlenen hükümet-yargı-kolluk işleyişi, televizyon ekranlarından ve meydanlardan yükselen beddualar, ayakkabı kutularında saklanan milyon dolarlar, uluslararası para aklama trafiği, İran bağlantıları, Amerikan elçisine açıktan “çek git” diyen hükümet yanlısı gazete manşetleri vs. Tüm bunlar ortada büyük bir politik çatışmanın yürüdüğünü gösteriyor.
Bir yolsuzluk soruşturması görünümünde başlayan süreç kısa sürede bir tür devlet krizi halini aldı. Bir yandan devlet açısından kritik önem taşıyan bir kurum olan poliste bir çırpıda binlerce tasfiye ve kaydırma yaşanırken, bir yandan da polis, mahkeme kararlarını ve savcı emirlerini yerine getirmemekte ve kolluk görevini anayasaya aykırı biçimde fiilen askıya almakta. Hükümet kolluk gücünü resmen yargının emrinden alıp kendi iznine tâbi kılan bir yönetmelik değişikliği yaparken, Danıştay da bu yönetmeliği yıldırım hızıyla iptal eden bir karar almakta. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hükümeti açıkça hedef alan bildiri yayınlamakta, davalar savcıların elinden alınmakta, savcılar üst amirleriyle köşe kapmaca oynayarak medyaya ifşaatlarda bulunmakta. Ve şimdi de yargıya yönelik yeni yasal düzenlemeler yapılması gündemde. Yürütme gücü ile yargı gücü arasında bir kopma ve kapışma biçimini almış olan bu tablonun bir devlet krizini resmettiği şüphe götürmeyecek derecede açıktır.
Basında çok yazılıp çizildiği üzere bu gelişmeler hükümet ve Gülen cemaati arasında canhıraş bir iktidar savaşı yaşandığı görüntüsü verse de, meselenin buna indirgenemeyeceğini daha baştan koymak gerekiyor. Söz konusu iki burjuva güç odağı arasında açık bir savaş yürüdüğü doğrudur. Ancak bu savaşın ardında çok daha başka boyutlar ve güçler de bulunmaktadır. Öncelikle belirtelim ki, AKP hükümeti döneminde kendi iddialarının aksine rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük vb. son bulmamış, tersine, yeni bir burjuva kesimin palazlandırılması sürecinde ayyuka çıkmıştır. Dolayısıyla ortaya saçılanlar gerçek olmak ne kelime, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bununla birlikte, son yolsuzluk operasyonu yargının ve polisin bir “temiz eller” operasyonu olmayıp, Erdoğan’ı tasfiye etmeye ve AKP hükümetini yıpratmaya dönük siyasi bir operasyondur.
Yolsuzluk meselesi
Türkiye kapitalizminin hızlı bir büyüme sürecinden geçtiği 12 yıllık AKP iktidarı döneminde, doğa ve işgücü dizginsiz bir şekilde sömürülmüş, yağmalanmış, talan edilmiş ve böylece sermaye birikimi yeni bir düzeye sıçramıştır. Bu dönemde, klasik rüşvet ve yolsuzluğun yanı sıra, Sayıştay’ın denetim yetkisinin kısıtlanması, kamu ihale kanunundaki değişiklikler ve benzerleriyle, her türlü yolsuzluk denetimsiz hale getirilmiş ya da yasal kılıfa büründürülmüştür. 17 Aralıktan bu yana yaşanan süreçte, AKP iktidarının kirli çamaşırlarının bir bölümü ortaya dökülmüş, bu kadarı bile gündemi çalkalamaya yetmiştir. Günlerdir medyada boy boy ifşaatlar yapılmaktadır. Bu nedenle burada işin bu yönü üzerinde uzun boylu durmanın bir gereği yoktur, mal meydandadır. İşin aslı AKP’yi destekleyenler de dahil bütün emekçiler bu durumun şu ya da bu ölçüde farkındadır.
Temel bazı gerçeklikleri hatırlayalım. Rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük gibi olgular kapitalizmin, hele de çürüyen kapitalizmin doğal işleyiş mekanizmalarıdır. Bazı şekil ve boyut farklılıkları olmakla birlikte, en gelişmiş ve “kurallı” kapitalist ülkelerde bile bu olgular mevcuttur. Almanya gibi kural ve nizam abidesi izlenimi veren bir ülkede bile daha geçtiğimiz yıl cumhurbaşkanının bu sebeplerle görevden alındığını ya da ABD’de Bush dönemindeki devasa Enron skandalını hatırlatmak yeterli. Bunların ifşa edilmesi ya bazen gözden saklanamayacak durumların ortaya çıkmasından ve sistem için risk oluşturmasından dolayıdır ya da bazen kimi siyasetçilerin ya da partilerin siyasetten tasfiyesinin gerekli hale gelmesindendir.
Yolsuzluk kapitalizmde daima vardır ve bu hiç kuşkusuz işçi sınıfın mücadelesi bağlamında düzenin teşhirinde bir manivela işlevi görür. Ancak düzenin devrimci teşhirine dayanmayan her yolsuzluk kınaması, “yollu” kapitalizmin sözde erdemlerine dair bir yanılsamayı da besler. Ve sonunda kazanan kapitalist düzen olur. Kötü çocuklar kınanır, tukaka ilan edilir ve olabiliyorsa tasfiye edilerek düzen “temiz” hale getirilir. Öte yandan yolsuzluk meselelerinin aynı zamanda egemenler arası mücadelelerde tipik olarak kullanılan bir tuzak olduğunu da asla unutmamak gerekir. Egemenlerin bir kesimi bir diğerini tasfiye etmek ya da yıpratmak istediği zaman, en revaçtaki savaş araçları arasında, özel hayata ilişkin ifşaatların yanı sıra bu tür yolsuzluk meseleleri yer alır. İddialar çoğu durumda gerçektir gerçek olmasına, ama meselenin özü bu değildir. Kitleler bu tür operasyonlarla iki yönlü kandırılmış olurlar çoğunlukla. Hem yıpranan düzen aklanır ve taze bir başlangıç yapar, hem de egemenlerin kendi içindeki kapışmalarda tasfiye edilmek istenen unsurlara karşı kamuoyu desteği oluşturulmuş olur.
Bugünlerde yürüyen yolsuzluk soruşturmalarının temelinde de bu tür bir politik operasyon bulunmaktadır. Gülenciler, Kemalistler, solun önemlice bir kesimi ve liberallerin geniş bir kesimi meseleyi büyük oranda yolsuzluk odaklı olarak sunmayı tercih ediyorlar ve toplumda bu yönde bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. Şimdi kitleler bir yanda çalıp çırpan bir Erdoğan ekibinin resmedildiği propagandayla doldurulurken, diğer yandan hedefteki Erdoğan ve ekibinin masumiyet ve mazlumiyet edebiyatına dayalı karşı propagandasına maruz kalmaktadırlar. Böylece işçi-emekçi kitleler yeni bir düzen içi kutuplaştırma operasyonuna tâbi tutulmaktadırlar. Oysa yolsuzluk operasyonuyla ortaya saçılan gerçekler, yaşanan politik savaş ile ilgili hakikatin yalnızca bir bölümünü teşkil etmektedir. Bunu görmemek, naiflik değilse ancak bilinçli bir körlük olabilir. Yolsuzluk iddialarının doğru olduğu açıktır. Ama sorunun özünü kavramak istiyorsak meseleye daha derinlemesine bakmamız gerekiyor. Sorulması gereken soru, Erdoğan’ın politik kariyerini sonlandırma amacını taşıyan bu operasyonu başlatan Cemaat ile AKP koalisyonunun neden bozulduğudur.
Cemaat ve Erdoğan ekibi arasında iktidar çekişmesi
Yolsuzluklar gerçekliğin yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır dedik. Gerçekliğin bir diğer bölümünü ise, yine basında çokça yazılıp çizildiği üzere, Gülenciler ile Erdoğancılar arasındaki güç mücadelesi oluşturmaktadır. Konunun bu boyutu Marksist Tutum’un geçen sayısında ele alındı. (Bkz. Serhat Koldaş, Dershane Kavgasının Perdeleyemediği İktidar Çekişmesi)
Devlet içinde uzun yıllara dayanan bir örgütlenme stratejisi izlemiş olan Gülen cemaati, son yıllarda özellikle yargı ve poliste büyük bir güce ulaştı. Devlet içinde bu denli yaygın ve etkin bir örgütlenmeye ve yeterli ölçüde yetişmiş kadrolara sahip olmayan AKP, devlette önemli konumları elinde bulunduran statükocu Kemalist güçlere karşı mücadelesinde kaçınılmaz olarak Gülencilerle bir ittifak oluşturdu. Bu mücadele her şeyden önce bir hayatta kalma mücadelesiydi. Geçmişin statükocu Kemalist güçleri AKP’yi def etmek için alıştıkları tüm yöntemlerle mücadeleye giriştiklerinde AKP de Gülencilerle kurduğu ittifak sayesinde kendi direnişini örgütledi. Burada Gülenciler kritik bir rol oynadılar. Bu mücadele değişik aşamalardan geçerek esasen 2010 referandumuyla bir anlamda nihayete erdi. Bunu takip eden 2011 seçimleri de artık yeni dönemin başlangıcı anlamına geliyordu.
Ancak statükocu Kemalist güçlere karşı mücadelenin zafere ulaşmasının ardından galipler arasında güç paylaşımı konusunda kaçınılmaz biçimde anlaşmazlıklar baş gösterdi. Gülencilerin devlet içindeki gücü hiç kuşkusuz Erdoğan ve şürekâsı için pek arzu edilir bir şey değildi. Kendi kontrolünde olmayan böylesi bir güç pekâlâ kendi altını da oyabilirdi. Üstüne üstlük bu güç zafer sonrası kendine çok daha büyük bir pay talep ediyordu.
Peş peşe kazandığı zaferlerle hem özgüveni ve hırsı artan hem de başka güç odaklarına tahammülü azalan bir Erdoğan’ın, bu duruma sürgit katlanamayacağı açıktı. AKP her ne kadar daha kuruluşundan itibaren bir tür koalisyonu ifade etse de ve Gülenciler de bu koalisyonun parçası olsalar da, sonuç olarak bu koalisyon içinde politik hegemonya Erdoğan ve şürekâsında olmuştur. Dahası bu hegemonya süreç içindeki muhtelif tasfiyelerle daha da pekişmiştir.
Bu şartlar altında Erdoğan’ın zafer yürüyüşünde bir sonraki aşamada Gülencilerle bir hesaplaşma kaçınılmazdı. AKP içinde yer alan tüm diğer çevreler Erdoğan’ın hegemonyasına biat ederken, tümüyle bağımsız bir koldan gelmiş ve kendi attığı temeller üzerinde duran Gülenciler hiçbir zaman böylesi bir pozisyonda olmadılar. Çeşitli hadiseler ve basına yansımalardan anlaşılabildiği kadarıyla, Cemaat biat etmek bir kenara, daha yüksek perdeden dillendirilen talepler ileri sürüyordu. Daha çok koltuk, ordu ve MİT’e daha çok yerleşme gibi taleplerin Erdoğan tarafından pek karşılanmadığı görülüyor.
Sonuç olarak bu iki güç arasında bir iktidar paylaşımı sorunu olduğu bir sır değildi, şimdi de değildir. Bu sorun çeşitli aşamalarda kendisini belirli biçimlerde dışa vuran gerilimler yaşanmasına yol açtı. Bu gerilimler belirli bir noktaya kadar tolere edilip, sonunda uzlaşmaya varıldı. Ancak belirli bir noktadan sonra bu sınırlar aşıldı ve önce dershaneler sorunu, ardından da hükümeti hedef alan yolsuzluk operasyonlarıyla yeni aşamaya gelindi. Ancak, bir devlet krizi halini de alan bu gelişmeler, yine de, kendi başına basit bir koltuk kavgası gibi görülemez. Gerçekte bu güç çekişmesi çok daha büyük bir bağlam içine oturmakta ve anlam kazanmaktadır.
Alt-emperyalist Türkiye ve Erdoğan’ın çapını aşan hırsları
Yolsuzluklar meselesi ve Gülenciler ile Erdoğancılar arasındaki kapışma olgusu yine de gerçekliğin bütününü oluşturmamaktadır. Daha derine inecek olursak, bir yanda Türkiye’deki kapitalist gelişmenin ulaştığı alt-emperyalist aşama olgusuyla, bir yanda da bu aşamanın uluslararası planda ne tür politikalarla somutlanacağı meselesiyle karşı karşıya geliriz. Gerçek şu ki, Türkiye’nin hızlı kapitalist gelişmesi temeli üzerinde, Erdoğan ve ekibinin özgüveni arttığı ölçüde, dış politikada daha hırslı ve riskli bir hat izlenmeye başlanmıştır. İçte statükocu Kemalist kesimler tasfiye edilerek tarihsel bir kırılma yaratılırken, dışta da Türkiye’nin uzun yıllardır içinde yer aldığı uluslararası dengelerin sınırları zorlanmaya başlanmıştır.
Dünyanın 17. büyük ekonomisi düzeyine gelen, G20 üyesi olan, uluslararası arenada yatırım ve girişimleri hızla yükselen Türkiye’nin bölgede ve uluslararası sistem içinde nasıl bir yeri olacaktı? ABD’nin siyasetlerinin bölgedeki yürütücülüğünü yapan ve bundan payını alan alt-emperyalist bir Türkiye mi, yoksa daha fazlasına göz diken ve daha bağımsız bir konuma sahip bir alt-emperyalist Türkiye mi? İşte Türkiye’nin önündeki seçim buydu.
Türkiye kapitalizminin alt-emperyalist aşamaya yükselmesinin esas olarak Erdoğan gibi bir politik lidere denk gelmesi, burada daha riskli olan ikinci seçeneği ön plana çıkarmıştır. Gerek içinden geldiği Milli Görüş geleneğinin ideolojik motivasyonları gerekse de kişisel özellikleri nedeniyle Erdoğan Türkiye alt-emperyalizminin daha hırslı ve riskli bir yola yönelmesinde belirleyici olmuştur. Kendisini gitgide bir bölge, İslam dünyası ve dünya lideri olarak dev aynasında görme yolunda ilerleyen Erdoğan başlarda kazanıyor gibi görünse de, çeşitli uluslararası sorunlarda büyük emperyalist güçlerle ve bölge güçleriyle düşülen çelişkiler bir noktadan sonra hızla büyümeye başlamıştır. İran sorununda, Filistin-İsrail sorununda, Suriye sorununda, Mısır’da, nükleer santral ve büyük silah sistemleri gibi kritik konularda ortaya çıkan tutum ve tercihlerde, ABD ve Batılı emperyalist güçlerin çizgileri gitgide zorlanmış ve artan ölçüde bu çizgilerin dışına çıkılmaya başlanmıştır. Özellikle bölgede İsrail ile iplerin kopmasının burada önemli bir kırılma noktası oluşturduğunu vurgulamak gerekir.
Özetle Erdoğan’ın liderliğinde izlenen siyaset Ortadoğu coğrafyasında yer alan bir alt-emperyalist gücün boyunu aşan bir şekle bürünmüştür. Bir alt-emperyalist güç boyundan büyük işlere kalkışarak büyük emperyalist güçlerle aşık atma hevesine kapılırsa ve bunda ısrarcı olursa bunun bir cezasının olması olağandır. Dünya kapitalizminin tarihsel bir bunalım döneminde olması ve eşitsiz ve bileşik gelişme yasası uyarınca sistemin dengelerinde belli değişimlerin mümkün olması nedeniyle belirli manevra alanları mevcut olsa da bunun sınırları vardır. İşin doğrusu taze alt-emperyalist bir gücün hırslı lideri olarak Erdoğan bu manevra alanlarını hayli zorlamış ve kredisini tüketmiştir.
Gelinen noktada, başta ABD olmak üzere büyük emperyalist merkezler, Türkiye kapitalizminin büyük sermaye gruplarının ağırlıklı bölümü ve Gülen hareketi Türkiye siyasetini yeniden tanzim etmek üzere bir operasyon başlatmışlardır. Bu operasyonun somut hedefi AKP’yi yok etmek ya da tasfiye etmekten ziyade, asıl karın ağrısı olarak görülen Erdoğan’ı tasfiye etmektir. Bunun altında yatan husus ise kişi olarak Erdoğan sorunu olmaktan ziyade, onda şahıslaşan bir siyasetin tasfiyesidir. Bu siyaset, alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş Türkiye kapitalizminin bu aşamayı ne tür siyasetlerle somutlayacağı meselesinde beliren, daha kendi başına buyruk ve “maceracı” bir yönelişi ifade eden bir siyasettir. Sermayenin bütün kesimleri emperyalistleşme konusunda hemfikir ve arzulu olmakla birlikte, bunun, özellikle bölge ve dünya dengeleri açısından nasıl politikalar ve ne tür ilişkilerle somutlanacağı konusunda hemfikir değildirler. Gelinen düzeyin genel getirileri bütün burjuva kesimleri memnun etmekte şüphesiz. Ancak Erdoğan ve yakın şürekâsının büyük emperyalist güçlerle hassas birtakım konularda zıtlaşan ve daha otonom bir yönelişi ifade eden eğilimleri, bir aşamada artık tolere edilemez noktaya geldi.
Böylece ABD açısından önceleri umutlar bağlanan Erdoğan bir karın ağrısına dönüşmüştür. Bu sadece ABD açısından böyle değildir kuşkusuz. ABD’nin yanı sıra Avrupa güçleri de, İsrail de Erdoğan’dan memnun değildir. Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Svoboda’nın “Belki de Türkiye’nin yeni bir başbakana ihtiyacı vardır” sözü yeterince açıktır. ABD’nin Ankara büyükelçisinin açıklamaları da konuyla yakından ilgili olduklarını vurgulamaktadır.
Bu dış güçlere içeride de Batıcı büyük sermaye kesimleri eklenmektedir. AKP’nin Doğan Grubuna, Koç Grubuna ve dışarıya daha az yansıyan başka bazı sermaye gruplarına yönelik cezalandırmalarını hatırlayacak olursak, bu kesimlerin özellikle Erdoğan’a diş bilediklerini görmek zor olmaz. Çeşitli sermaye çevrelerini hedef alan baskı, aslında Erdoğan’ın başkan baba olma hayalleri uğruna giderek tüm muhalefeti bastırma heveskârlığı içinde otoriterleşmesinin özel bir boyunu temsil etmektedir. Mevcut aşamada böylesi bir otoriterleşmeyi Türkiye’nin tüm çelişkileriyle kaldırması da mümkün değildir. Mevcut şartlarda bu hem sermaye açısından hem de genel olarak toplumsal açıdan böyledir. TÜSİAD sermayesini karşısına almış bir başkan babanın pek sağlam bir zemin üzerinde olamayacağı açıktır. Erdoğan’ın hırsları doğrultusunda etrafına sadece evet efendimcileri toplayıp diğer herkesi savması ve tek adamlığa soyunmasının çok dar bir sermaye kesimi dışında kabul görmesi mümkün değildir.
Sermayenin bir başka kesimini ifade eden Gülen cemaatinin de Erdoğan’ın tek adamlığını benimsemediği açıktır. Gülen cemaatinin temsil ettiği çizgi ABD için Erdoğan’a nazaran hiç kuşkusuz daha makbul bir çizgidir. Bir yandan çok daha yetişmiş ve uluslararası kapitalist sisteme çok daha derinden entegre olmuş kadrolar üzerinde yükselmesi, bir yandan da ABD politikalarıyla tam bir uyumu öngören stratejisi ve faaliyeti nedeniyle Gülencilerin ABD için daha uygun bir İslamcı ortak olduğu açıktır. Diğer taraftan Gülen cemaatinin çok erken dönemlerden itibaren ABD ile çok daha organik bir ilişki içine girmiş olduğu da biliniyor. Uzun yıllara yayılan çok boyutlu örgütlenme çalışması ile devlet içinde kilit birtakım mevziler tutulmuş ve genel olarak da çok geniş bir kadro birikimine ulaşılmıştır.
Erdoğan’a karşı yürütülecek bir operasyonun devlet içinde güçlü dayanaklara yaslanması gerektiği açıktır. Zira Erdoğan’ın mevcut şartlarda olağan politik mekanizmalarla, yani esas olarak seçimler ve parlamento mekanizmaları yoluyla alt edilemediği görülmüştür. Yolsuzluk operasyonlarının sırrı buradadır. Cemaat de böylelikle ilk perdedeki rolünü oynamıştır.
Yeni bir süreç başlamıştır
Daha önce Marksist Tutum sayfalarında 2013’ün son aylarından itibaren Türkiye’de yeni bir siyasal savaşlar döneminin açılacağını vurgulamıştık. İçte ve dışta Türkiye’nin çelişkilerinin ciddi ölçüde birikmiş olduğunu ve bunlarla bağlantılı olarak bir dizi kritik seçimlerin yaşanacağı 2014 yılına girilirken, siyasette yeni bir perdenin açılmakta olduğuna işaret etmiştik. Bugün bunun somut gelişmelerine tanık olmaktayız.
Bugünlerde ayyuka çıkan kapışma yukarıda anlatmaya çalıştığımız üzere geniş bir nesnel temele oturmaktadır. O nedenle bazı yorumcuların iddialarının aksine kısa vadede Cemaatle Erdoğan arasında uzlaşma sağlanarak aşılacak bir sorun olarak görülemez. Çünkü sorun her şeyden önce Erdoğan’dan ve onunla birlikte izlemekte olduğu hırslı politikalardan kurtulma sorunudur. Çünkü sorun, Cemaatin istek ve arzularının ötesinde sermayenin büyük bir kesiminin ve büyük emperyalist güçlerin istek ve arzularının tatmin edilmesidir. Erdoğan bir biçimde gitmedikçe, onun izlediği özgül politikalar tasfiye edilmedikçe bu meselenin gerçek anlamda yatışması söz konusu olamaz. Bunun anlamı alt-emperyalist Türkiye’nin yeni durumunun belirlenmesidir.
Bu noktada hiç şüphesiz yeni siyasi alternatifler hazırlanmaktadır. AKP cenahından Gül ve CHP cenahından da Sarıgül bu alternatif arayışlarının mevcut aşamadaki en belirgin isimleri durumunda. Cemaatin de özellikle İstanbul bağlamında Sarıgül’ü desteklemekte olduğu yazılıp çiziliyor. Görünen o ki, İstanbul’da Sarıgül’e kaydadeğer düzeyde bir oy aldırtmak ve eğer olabiliyorsa kazandırmak hedefleniyor. Elbette seçimlere kadar eldeki birçok gizli bilgi ve belgenin açığa döküleceğini ve yeni fırtınalar kopacağını tahmin edebiliriz.
Bu gelişmelerin bir sonucu İslamcı bir kisve altında mazbutluk ve ahlâklılık pozları veren siyasi kadroların ipliğinin pazara çıkmasıdır. Bu kadroların geniş emekçi yığınlar üzerinde sahip oldukları saygınlık erozyona uğramaktadır. İslamcı ya da eski İslamcı kadrolar eskiden iktidar olmadıkları ve dışlandıkları için mağduriyet ve temizlik pozları kesebiliyorlardı. 12 yıllık doğrudan ve açık iktidar süreci sonunda bu resim bozulmaya başlamıştır. Böylece Türkiye’nin siyasi evriminde bir evreden daha geçilmektedir. Bundan sonrası artık İslamcıların da denenmiş olduğu bir süreç olacaktır.
Bunun ilk sonucu Erdoğan’ın başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi özlemlerinin artık suya düşmüş olmasıdır. Hiç olmazsa “partili cumhurbaşkanı” olsun şeklinde dillendirilen formülün tutmayacağı da ortaya çıkmış durumdadır. Yetkileri artmamış bir cumhurbaşkanlığının Erdoğan’ın ne ölçüde işine yarayacağı ise şüphelidir. Bu şartlar altında dört bir yandan saldırı altında olduğunu düşünen Erdoğan otoriterleşmeye daha da hız vermeye yönelebilir.
Ancak işçi sınıfı açısından uzun zamandır geçerli olan sorun yine devam etmektedir. 2014 yılı seçimlerle geçecek bir yıl olacak ve işçi sınıfı bir kez daha kendi sınıf çıkarlarının dışında benzer kutuplaşmalara sürüklenmek istenecek: Erdoğan’ı götürmek adına Sarıgül’ün peşine takılmak ve diğer kutupta da Erdoğan’ın arkasında kenetlenmek. İşte bu oyuna gelmemek gerekiyor. Bu kapışmanın bütün tarafları işçi sınıfının düşmanıdır, bunların topuna birden karşı durmak gereklidir. Ayrıca meselenin basitçe seçimlerle de ilgili olmayıp bölge çapında önemli değişikliklerin mayalanmakta olduğu bir süreçte çok daha karmaşık ve büyük ölçekli gelişmelere hazırlıklı olmak gerekiyor.
Sömürünün dizginsizce arttığı, yağmanın, talanın, yolsuzlukların, rüşvetin, adaletsizliğin ayyuka çıktığı, emekçilerin emperyalist savaş ve ekonomik kriz kıskacında boğulduğu bu düzenden kurtuluş, işçi sınıfının bağımsız siyaseti temelinde mücadeleye atılması ile mümkün olacaktır. Bunun dışındaki tüm burjuva seçenekler bu sarmalı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
link: Levent Toprak, Cemaat-Erdoğan Kapışmasının Arkaplanı, Ocak 2014, https://marksist.net/node/3368
Gezi Sürecini Doğru Okumak
Tayland’da Burjuva Kapışma