Derin bir iktisadi krizle sarsılan Yunanistan’da Eylül ayında yaşanan bir faşist cinayet yalnızca büyük bir tepki dalgasını tetiklemekle kalmadı, aynı zamanda, burjuva rejim ve düzenin tüm pisliğini de bir kez daha gözler önüne serdi.
Tanınmış bir anti-faşist müzisyen ve aktivist olan Pavlos Fyssas, 18 Eylülde, Altın Şafak üyesi bir faşist güruh tarafından sokak ortasında katledildi. Kısa bir süre içerisinde, hükümet eliyle, faşist partiye yönelik bir sıkıştırma operasyonu başlatıldı. Altın Şafak’ın liderlik kadrosu ve 4 milletvekilinin yanı sıra birçok üyesi gözaltına alındı, evleri ve işyerlerinde aramalar yapıldı, birkaç polis şefi ve general ya istifa etmek zorunda kaldı ya da faşistlerle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle görevden alındı. Yunan burjuva basını, Altın Şafak’ın kirli çamaşırlarını, kuşkusuz gerekli filtreleme işlemlerinden geçirerek ifşa etmeye girişti. Yunan kamuoyunda birkaç gün boyunca sanki faşist Altın Şafak’ın tasfiyesi doğrultusunda düğmeye basılmış izlenimi yaratıldı. Ne var ki, bu operasyonlarla emekçi kitlelerdeki infial bir nebze yatıştırıldıktan sonra, gözaltına alınan faşistlerin önemli bir çoğunluğu, davaları sürse de serbest bırakıldı.
Gerek hükümetin, gerek savcının, gerekse de burjuva medyanın açıkladığı bilgiler, bu faşist katiller sürüsünün işledikleri suç ve cinayetlerin yanı sıra, iş âlemiyle, orduyla, polisle ve yargı kurumlarıyla kurdukları bağlantılar hakkında da hemen her şeyin bilindiğini, yüzlerce fotoğraf ve video kaydıyla birlikte telefon konuşma kayıtlarının da zaten dosyalarda mevcut olduğunu ortaya koyuyor. Bugün gerek hükümet gerekse de yargı, Altın Şafak’ı adi bir “suç örgütü” olarak lanse ediyor. Peki neden dün değil de bugün?
Hükümet neden adım attı?
Kuşkusuz sağcı Yeni Demokrasi Partisi (YDP) önderliğindeki koalisyon hükümetinin faşist Altın Şafak partisinin bu eylemlerine karşı adım atmak zorunda kalmasının arkasındaki temel nedenlerden biri, zaten emekçi kitlelerde hiç yatışmayan ve son dönemde tekrar yükselişe geçen hoşnutsuzluk ve eylemlilik sürecinden duyduğu endişedir. 16 Eylül tarihinde kemer sıkma politikalarına karşı öğretmenler beş günlük bir greve çıkmışlar, sağlık çalışanları üç günlük bir grev ilan etmişler ve son olarak da 18 Eylülde ulusal çapta iki günlük bir genel grev yapılacağı açıklanmıştı. Buna ek olarak üniversite öğrencileri ve öğretim görevlilerinin bir kısmı da boykotlarla mücadeleye destek oluyorlardı. Bu sürecin ortasında Pavlos’un faşistlerce katledilmesi tepkileri patlattı. Onlarca kentte yüzbinlerce insanın katıldığı protesto gösterilerinde, faşistlere ve onları kollayan hükümet ile burjuva devlete duyulan öfke ve nefret haykırıldı. İşçi kitleler, AB gözetiminde Yunan egemen sınıfı tarafından uygulanan kemer sıkma politikalarıyla artan faşist saldırılar arasındaki ilişkiyi giderek daha belirgin biçimde bilince çıkarıyorlar. Hükümetin, ordunun ve polisin faşist çetelerle ne denli içli dışlı olduğunun ifşa olması, hükümeti zevahiri kurtarmak, itibarını korumak ve böylelikle kitleleri yatıştırmaya çabalamak zorunda bırakmıştır.
Ne var ki, hükümetin attığı adım, yalnızca bu endişeden kaynaklanmıyor. Faşist partinin aktivitesinin belli bir eşik düzeye ulaşmış olması da hükümet için belli bir endişe kaynağı oluşturuyor. Egemen sınıf, faşist bekçi köpeğini bahçesine bağlayıp besleyip büyütmüştür. Onun kendisinin tam kontrolü altında işini yapmasını, sokak gösterilerinin püskürtülmesinde kolluk güçlerine yardımcı olmasını, denetimli bir terör uygulayarak işçi hareketinin mücadele isteğini kırmasını ve onu demoralize etmesini istemektedir. Faşist hareket henüz büyük sermayenin gözünde ülkeyi yönetecek “saygın” bir güç, bir iktidar namzeti değildir; ona biçilen misyon, şimdilik, ikincil ve yardımcı bir roldür.
Ama tüm tarihsel örnekler de gösteriyor ki, bir kez örgütlenip belli bir ivme kazandığında, faşist çeteleri tam kontrol altında tutmak mümkün olmaz. Büyük sermaye içinde daha otoriter ve hatta totaliter bir rejimin vaktinin çoktan geldiğini düşünenler olduğu gibi, faşist parti de, artık iktidarın belirleyici bir parçası olmanın zamanının geldiğini düşünmektedir. Bugün büyük burjuvazinin tam onayını henüz almamış olan faşist hareketin, yeni hükümet senaryoları oluşturmak ve ordu içindeki uzantıları aracılığıyla darbe planları yapmak gibi “boyundan büyük” işlere girişmesi, finans kapital açısından bu harekete bir çekidüzen verilmesini, ince bir ayar çekilerek “haddinin” bildirilmesini ve dizginlerinin sıkılaştırılmasını zorunlu kılmıştır. Ne de olsa totaliter bir rejimin ne zaman, hangi biçim altında ve ne düzeyde kurulacağı sorunu, faşist hareketin kaprislerine değil, finans kapitalin çıkarlarına ve ihtiyaçlarına bağlıdır. Finans kapital, proleter devrim apaçık kapıya dayanmadığı sürece, Avrupa Birliği patronlarını da rahatsız edecek ölçüde zamansız ve gereksiz bir faşist terör dalgasından kaçınmaya ve şimdilik işlerini mümkün olduğunca otoriterleşmiş bir parlamenter sistem içerisinde halletmeye, ama bir taraftan da faşizm sopasını el altında hazır tutmaya çabalamaktadır. Bu durumun ne kadar süreceğini belirleyecek olan başlıca faktör kuşkusuz sınıf mücadelesinin seyri olacaktır. Bu çerçevede, Altın Şafak’a yönelik operasyon, aşırılıklarını törpüleyerek faşist hareketin kendine çizilen çerçeveye sadık kalmasını ve tekrar kontrol altına alınmasını sağlamaya dönüktür, onu ezmeye ve faşist tehdidi ortadan kaldırmaya değil.
Polis ve ordunun “reformu”!
Faşist partiye yönelik bu polis operasyonu ve burjuva medyanın ifşa kampanyası, Yunan solu içerisinde reformizmin pespayeliğini bir kez daha açığa çıkardı. Sosyalist hareketin en büyük gücü durumundaki Syriza ve Yunanistan Komünist Partisi (KKE), mevcut krize ve faşist terörün yükselişine rağmen, işçi sınıfını oyalayan, burjuva düzene ve “demokrasi”ye dair yanılsamalar yayan bir reformist çizgidedirler.
Reformist Syriza liderliği, yaşanan operasyonların ardından, polis içerisinde faşistlerle bağlantılı unsurların azınlıkta olduğu ve temizlendiği ya da temizlenebileceği, polisin demokratikleştirilebileceği, polis kurumunun reforme edilmesi gerektiği düşüncelerini propaganda ediyor. Onlara kalırsa, faşist liderin tutuklanması “Yunan demokrasisinin sağlamlığının” bir göstergesidir. Oysa bu yaklaşım, Altın Şafak’ın yaklaşık 3 bin kişiden oluşan paramiliter güçlerinin yüksek rütbeli subaylar tarafından askeri kışlalarda eğitildiği, polisin bu faşistleri koruduğu, gösterileri dağıtmak üzere onları kullandığı, son seçimlerde polislerin yüzde 60’ının faşistlere oy verdiği gerçeğiyle taban tabana zıttır. İşçi sınıfını mücadeleye çağırmak yerine, burjuva devletin kurumlarına güven duymasını telkin etmek, burjuva demokrasisini kutsayarak onu faşizmin önünde bir engel olarak takdim etmek, işçi sınıfını aldatmak anlamına geliyor.
Reformistler “hukukun üstünlüğü”, “demokrasi” vb. gibi soyut nutuklar atıyorlar. Oysa Marksistlerin görevi, sömürülen emekçi kitlelere devletin sınıfsal tabiatını, demokrasinin kapitalist toplumda burjuvazinin demokrasisi olduğunu, bunun da burjuvazinin egemenliği yani örtük diktatörlüğü anlamına geldiğini, bu nedenle de açık diktatörlük heves ve eğilimlerinin gerici burjuva sınıf ve onun devleti içerisinde her zaman varolacağını kavratmaya çalışmaktır.
Devletin ve “demokrasi”nin burjuva niteliğini gözlerden saklayan reformistler, faşizmin de sınıfsal niteliğini muğlaklaştırıyorlar. Böylelikle, faşizme karşı tüm sınıfların, tüm “demokrat” güçlerin işbirliği yapabileceğini ve yapması gerektiğini vaaz etmek mümkün oluyor. Sınıf işbirlikçi “Halk Cephesi” politikasının temeli budur. Syriza’nın liderliği, Yeni Demokrasi’ye “faşizme karşı birleşik mücadele” için tüm partilerle işbirliği çağrısı yapıyor. Bu sınıf işbirlikçi politikayı Komünist Parti de destekliyor. Oysa bu reformistlerin “Halk Cephesi”ne katmak istedikleri Yeni Demokrasi Partisi, Altın Şafak’ın dölyataklarından birisidir. Altın Şafak’ın önde gelen unsurlarının çoğu, birkaç yıl öncesine kadar hükümetin küçük ortağı durumundaki faşist LAOS’tan ya da sağcı Yeni Demokrasi Partisinden gelenlerden oluşmaktadır. Yeni Demokrasi milletvekilleri içerisinde, faşistlerle yakın bağları olup, birkaç hafta öncesine kadar Altın Şafak ile Yeni Demokrasi arasında bir koalisyon hükümetinden yana tavır koyanların olduğu biliniyor.
Reformistler, burjuvazinin faşist partiyi sıradan bir suç örgütüne indirgeyen yorumlarına ortak oluyorlar. Faşist hareket, her türlü mafyatik yöntemi kullanır ve her türlü suçu canice işler, ama bu onu sıradan bir mafyatik örgütlenmeye, sıradan bir suç örgütlenmesine indirgemeyi haklı çıkarmaz. Onun eylemlerinin zeminini döşeyen faşist ideolojinin finans kapitalin sınıf çıkarlarına hizmet ettiği gerçeğinin ve esas olarak da sömürülen kitlelerin devrimci isyanını bastırmanın ya da engellemenin bir aleti olduğunun üstünden atlayan her yorum burjuvaziye hizmet eder. Bu durumda kötü olan, faşistlerin savundukları fikirler, politikalar ve ideoloji değil, birkaç faşistin işlediği bireysel yasadışı eylemlerdir! Birkaç faşist katilin cezalandırılması, birkaç “çılgın” liderin tutuklanması ve hatta çığrından çıkmış bir faşist örgütün kapatılmasıyla sorunun halledildiği iddia edilir. Ama faşist hareket, yeni bir isimle, yenilenmiş ve daha “saygın” birkaç simayla yola devam eder. Bugün Yunanistan’da burjuva hükümet ve medya, faşistleri bir suç çetesi olarak göstermekten çekinmiyor, bilakis, kafaları karıştırmak için böylesi bir propaganda onların işine geliyor. Reformistler de güya faşistleri gözden düşürmek adına bu sinsi aklama korosunun parçası haline geliyorlar.
Faşist partinin yasaklanması
Bugün Yunanistan’da faşist partinin kapatılması talebi sol tarafından yükseltiliyor. Ne var ki, kitleleri faşist tehdide karşı uyarmak, harekete geçirmek ve devrimci bir program temelinde mücadeleye çekip seferber etmek üzere, geçişsel talepler mantığıyla ileri sürülmesi gereken bu talep, reformistlerin elinde, işçi sınıfı hareketini oyalayıp gerileten bir aldatmacaya dönüşüyor. Reformistler, faşizm ile büyük sermaye ve genel olarak kapitalist düzen arasındaki kopmaz ilişkinin üzerini örtüyorlar. Faşizmin ancak sokaklarda militan bir sınıf mücadelesiyle geriletilebileceğini, faşistlerin iplerinin sermayenin elinde olduğunu ve kapitalizm yıkılmadıkça faşizm belâsından kökten bir kurtuluşun mümkün olmadığını kitlelerden saklıyorlar. Bunun yerine yasal düzenlemelerle faşizmin önünün kesilebileceği yalanını pompalayıp, burjuva devlete güven duyulmasını telkin ediyorlar.
Burjuva bir hükümetten, yasal düzenlemeler ve adli kovuşturmalarla faşist tehdidi tümüyle ortadan kaldırmasını beklemek, emekçi kitleleri boş hayallerle aldatmak anlamına gelir. Burjuvazi belli koşullarda, elbette ki faşist bir partiyi yasaklayıp onun kimi kadrolarını hapsedebilir. Ne var ki, bugüne değin, hiçbir burjuva iktidarın faşizm tehdidini ortadan kaldıracak şekilde faşist örgütlenmelerin kökünü kazımaya giriştiği görülmemiştir ve görülemez de. Onun yapabileceği, olsa olsa, kitleleri yatıştırmaya yetecek nitelik ve nicelikte bir faşist katiller sürüsünü kurban ederek burjuva düzen ve devlet aygıtını aklamaya çalışmaktır. Çünkü bunun daha ötesine taşan bir girişim, burjuva devletin surlarında büyük gediklerin açılması, bu surların yer yer yıkılarak iş göremez hale gelmesi demek olurdu. Tarihin defalarca doğruladığı ve Yunanistan’daki son gelişmelerin bir kez daha ispatladığı üzere, faşist hareketler, devletin ordusu, polisi, istihbarat kurumları ve yargısı içerisinde çok geniş bir ilişkiler ağına sahip olmakla kalmayıp bizzat bu kurumlar tarafından beslenmekte, örgütlenmekte ve korunmaktadır. Ne denli demokrat geçinirse geçinsin, hiçbir burjuva hükümetin, faşist hareketin devletin içerisindeki ilişkiler ağını çökertmesi, büyük sermayenin faşist hareketi besleyen ve yönlendiren türlü kanallarını kurutması mümkün değildir. Çünkü böylesi bir girişimde yürütme gücü olarak hükümetin kullanabileceği yegâne araç yine devletin kendisi, onun askeri ve sivil bürokrasisidir ki, bu da temizlikçilerle temizlenecek olanların iç içe geçtikleri bir durumu gösterir.
Faşist Altın Şafak liderinin tutuklanmasını, para yardımının kesilmesini ve bir dizi diğer gelişmeyi “bir zafer” olarak kutlamak hiç de gerçekçi değildir. Finans kapital ve onun devleti, bu tip yaptırımlarla faşist harekete verilen zararı kısa sürede misliyle telafi edecek her türlü olanağa sahiptir. Faşist hareket yasal önlemlerle durdurulamaz, çünkü kendisi yasal çerçevede faaliyet yürütmez. 1924’te Münih’teki başarısız darbe girişimin ardından Hitler’in tutuklanarak beş yıl hapse mahkûm edilmesi, Alman faşizmini yok etmedi. Dokuz ay sonra salınan Hitler, faşist hareketi bıraktığı yerden çok daha ilerisine taşıdı. 1932’de Alman devlet başkanı Hindenburg, Nazi Partisinin özel orduları olan SS ve SA birliklerini yasaklayan bir kararname çıkardı. 10 ay sonra Hitler iktidardaydı!
Faşizme karşı proleter devrimci mücadele
Faşizme karşı mücadele, egemen burjuva sınıfa, onun siyasal partilerine, adalet kurumuna ya da kolluk kuvvetlerine bırakılamaz. Bu mücadele geniş emekçi kesimlerin devrimci bir program temelinde seferber edilmesiyle yürütülmek zorundadır. İşçi sınıfının örgütlerini, sendika, dernek ve parti binalarını, kültür merkezlerini, grev ve direniş alanlarını, işçi mahallelerini ve sınıfın devrimci öncülerini faşist terörden korumak asla burjuva devletin kolluk güçlerine bırakılabilecek bir iş değildir. Burjuva devletin kurumlarına değil, özgücüne güven! Faşist teröre karşı korunmanın olduğu kadar faşizmi geriletmenin de tek yolu, işçi sınıfının mahalle ve işyeri bazında kendi öz-savunma birliklerini kurmasından ve bunlar arasındaki eşgüdümün sağlanmasından geçmektedir.
Gerçek bir proleter devrim tehdidiyle karşılaştığında faşizmle uzlaşmaya ya da gönülsüzce de olsa ona sessizce boyun eğmeye meyletmeyecek bir burjuva kesim yoktur. Bu noktada, burjuvazinin şu ya da bu kesimiyle ittifak arayışlarına bel bağlayarak zaman yitirmek yerine, işçi sınıfının birleşik cephesini oluşturmaya çabalamak hayati önemdedir. Böylesi bir birleşik emek cephesi, denetimi altındaki işçilerin öz-savunma güçleri aracılığıyla faşist çeteleri sokaklardan temizleyebilir, emekçi kitlelerin mücadele azmini ve zafer inancını arttırıp onları seferber edebilir, güçler dengesini kendi lehine çevirip toplumun tüm ezilen kesimlerini kendi arkasına alabilir. Demokratik ve sosyalist taleplerin geçişsel talepler mantığıyla kaynaştığı devrimci bir eylem programı temelinde, krizin sefalete sürüklediği milyonları tüm ezilen kesimlerle (faşist terörün kurbanı olan göçmenler, etnik ve dini azınlıklar, farklı cinsel tercihleri olanlar vb.) birlikte harekete geçirmek mümkün ve gereklidir. Böylesi bir cephe, burjuva hükümetlerin saldırı paketlerine karşı mücadeleyi faşist teröre karşı mücadeleyle birleştirebilir ve seferber ettiği geniş emekçi yığınların önüne yıkılması gereken hedef olarak kapitalizmi koyabilir.
Yunanistan’da bugün temel sorun, kapitalizmi açıkça hedef tahtasına oturtacak bir proleter devrimci çizgiyi ortaya koymaktır. Yunan kapitalizmi iflas etmiş, düzen partilerinin kokuşmuşluğu ortaya çıkmış, iktisadi kriz genişleyerek bir siyasal ve toplumsal krize büyümüştür. Kitleler radikalleşmekte ve devrim/karşı-devrim kamplarında kutuplaşma derinleşmektedir. Faşistlerin son seçimlerde 400 binden fazla oy (yaklaşık %7) alarak 18 milletvekiliyle meclise girmelerinin ardında da toplumun derin bir kapitalist krizle sarsılıyor oluşu gerçeği yatmaktadır. Faşistler, kitlelerde kapitalist krize ve AB dayatmalarına karşı biriken öfkeyi suiistimal ederek AB’den ve euro’dan çıkılmasını savunuyorlar, “düzen partileri”ni teşhir ediyor, finans burjuvazisine ve hükümetin kemer sıkma programlarına karşı çıkıyor gözüküyorlar. Bu koşullarda, sol adına varolan partilerin kitlelere düzen dışı bir çözüm önerisini devrimci bir program temelinde sunmaması, reformist bataklıkta debelenmesi, krizden radikal bir çıkış bekleyen kitleleri faşist demagojiye teslim olmak ya da faşist terör karşısında geri çekilmek zorunda bırakabilir. Sosyalist hareket devrimci bir program temelinde cesur bir ileri adım atmadığı sürece, bu suçun karşılığı, faşistlerin büyümesi olacaktır.
link: Oktay Baran, Yunanistan’da Faşist Tehdit Büyüyor, Kasım 2013, https://marksist.net/node/3348
ABD Bütçe Krizi Kapitalizmin İflasına İşaret Ediyor
İş Kazaları Kader Değildir, İşçi Ölümlerini Durduralım!