Geçtiğimiz haftalarda ABD’de “devletin kepenk kapatması” olarak adlandırılan bir kriz yaşandı. Kerim devlet anlayışıyla yoğrulmuş Türkiye’de bu durum biraz şaşkınlıkla karşılansa da, aynı özel şirketlerde olduğu gibi devletin bazı birimlerinin kepenkleri gerçekten kapatıldı, hizmete son verildi ve çalışanlar zorunlu ücretsiz izne çıkarıldılar. Hükümete Kongre tarafından tahsis edilmiş olan para suyunu çekmişti ve Kongre ek tahsisat çıkarmıyordu. Bunu yapmadığı gibi, hükümetin borçlanma tavanını yükseltmeyerek, borçlanma yoluyla para bulmasını da engelliyordu. Kriz, daha vahim bir boyuta sıçrayacağı son tarih olan 17 Ekime kadar sürdü ve son anda geçici uzatma kararları verildi.
“Önemsiz işler” aşağılaması altında 17 gün boyunca ücretsiz bekleme konumuna itilerek evlerine gönderilen çalışanların sayısı yüz binlerle ifade ediliyordu. Kimi kamusal hizmetler askıya alındı. Durum daha fazla devam etseydi kapı önüne koyulanların sayısı daha da artacak, bu tür hizmetlere, yine emekçilerin yararlandığı başka hizmetler eklenecekti. Çalışanlar tekrar işbaşı yaptılarsa da aslında sorun sadece birkaç ay ertelendi. Ocakta ve Şubatta durum yeniden ele alınacak.
Öte yandan dünyanın en zengin ülkesi, tek süper gücü, “kadiri mutlak” ABD tüm dünyada bir alay konusu olmuştur. Amerikan işveren örgütleri telaşa düşmüş, hükümet ve Kongre’ye mektuplar yazmış, mesajlar göndermiş, durumun ABD’nin dünyadaki konumunu sarstığı ve krizin uzaması halinde tüm dünya ekonomisinin belirsizliğe sürükleneceği gibi hususları endişeyle vurgulamışlardır. Benzer mesajlar ve vurgular küresel sermayenin yayın organlarında da dile getirilmiş ve ABD’li siyasetçiler yerden yere vurulmuş, alaya alınmıştır. Ortaya çıkan acz görüntüsünün, bir egemen sınıf için, hele de dünya hegemonu olan bir egemen sınıf için arzu edilir bir durum olmadığı açıktır.
Bu durum belli bir düzeyde ABD’deki siyasal sistemin özgün yanlarından kaynaklanmakta. Konuya ilişkin haber ve yorumlarda işin bu yönü ön plana çıkarılıyor. ABD’de hükümetlerin harcama yetki ve olanakları üzerinde Kongre’nin istisnai bir belirleme gücü olduğu ve bunun partiler arası çekişmeler nedeniyle zaman zaman “suiistimal” edilebildiği doğrudur. Ancak bu noktayı meselenin bütünü ya da esasıymış gibi koymak işçi sınıfının aleyhine sonuçlar doğuran bir yanıltmacadır. Zira bu küçük kriz aslında Amerikan kapitalizminin içinde bulunduğu derin krizin bir ifadesidir. Amerikan kapitalizmi dediğimizde de tüm dünya kapitalizminin temel direğinden bahsediyoruz demektir.
ABD’deki sistem
Kısaca ABD’deki sistemden bahsedecek olursak… Amerikan hükümetleri, ellerinde kullanılabilecek para olsa bile ancak Kongre tarafından tahsis edildiği ölçüde bu parayı kullanabilmekte ve para bulmak için canları istediği gibi de borçlanamamakta, yani istedikleri gibi hazine tahvili çıkarıp satamamaktadır. Çünkü yine Kongre tarafından hükümetlere bir borçlanma tavanı koyulmaktadır. Hükümetler ancak bu tavanı doldurana kadar borçlanabilmektedir. Tavana ulaşıldığında, daha doğrusu ulaşılmadan önce, Kongre’nin bu tavanı yükseltmesi gerekiyor. Örneğin mevcut krizde bu borç tavanı 16,7 trilyon dolardı ve borç bu noktaya ulaşmış olduğu için devlet daha fazla hazine tahvili çıkararak borçlanamaz hale gelmişti. Şimdi ABD’de hem bu borçlanma tavanına ulaşıldı hem de hükümete verilmiş olan son para harcama yetkisi 1 Ekimde doldu. Ve Kongre hükümetin bu sıkışmayı aşması için ne para harcama yetkisini uzattı ne de borçlanma tavanını yükseltti. Böylece özgün bir kriz oluştu.
Peki Kongre neden hükümete harcama yetkisi vermekte ve borç tavanını yükseltmekte ayak diredi? Çünkü Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadında sayısal üstünlüğü elinde tutan Cumhuriyetçiler, hükümetin “Obamacare” olarak anılan sağlık sigortası “reformunu” askıya almasını istiyor ve hükümet ve Demokratlar da buna yanaşmıyordu. Cumhuriyetçiler ellerindeki kozu uzun zamandır adeta savaş yürüttükleri sağlık düzenlemesine karşı kullanmak ve bu cephede yeni kazanımlar elde etmek istediler. Obama ve Demokratlar da, bu durum kamu hizmetlerinin aksamasının, yüz binlerce insanın işsiz, maaşsız kalmasının sorumluluğunu Cumhuriyetçilerin sırtına yükleme fırsatını doğurduğu için taviz vermediler. Cumhuriyetçiler en pervasız biçimde sağlık harcamalarının kısılmasını, vergi indirimleri yapılmasını ve askeri harcamalar gibi harcamaların sürdürülüp daha da arttırılmasını istiyorlar.
Borç krizi
Aslında Amerikan kapitalizmi bir yandan genelde kapitalizmi ayakta tutmak bir yandan da emperyalist-kapitalist sistemin bir numaralı efendisi konumunu sürdürebilmek için gitgide daha fazla harcama yapmak ve bu nedenle daha fazla borçlanmak zorunda kalmıştır. Ancak bu durum bir ikilem doğurmuştur: bir yandan sermaye üzerindeki vergileri azaltarak devlet gelirlerini azaltmak, bir yandan da kendi çıkarlarını korumak ve dünya üzerindeki mevcut konumlarını sürdürüp geliştirmek için daha fazla harcama yapmak. Bu durum dev adımlarla büyüyen bütçe açıklarını ve borçları beraberinde getirmektedir. Bugün yaşanan kepenk kapatma ve borç tavanı krizi bu süreçlerin doğrudan bir ürünüdür.
Bugün Amerikan devletinin borçları 17 trilyon dolara yaklaşmış durumdadır. Bu rakam 28 Avrupa Birliği ülkesinin toplam borcuna aşağı yukarı denk gelmekte ve ABD’yi yeryüzünün en borçlu ülkesi yapmaktadır. Keza bu rakam ABD’nin 16 trilyon dolar olan yıllık milli gelirinden yüksektir ve böylelikle borcun milli gelire oranı olağanüstü bir değer olan yüzde 108’e çıkmıştır. Normal şartlarda taşınması pek mümkün olmayan bu durum, dünyada sadece ABD’nin bir ayrıcalığı sayesinde sürdürülebilmektedir. ABD örneğinde, bir ulusal para dünya parası olarak kullanılmaktadır. O nedenle musluğu kendi elinde olan ulusal parası sayesinde ABD kendi borcunu tüm dünyaya taşıtabilmektedir. Bu başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı bir ayrıcalıktır, ama elbette bunun da sınırları vardır. Zira bir ulusal paranın dünya ölçeğinde geçerli rezerv para olabilmesinin sebebi o ulusal ekonominin ve devletin güçlü ve güvenilir olmasıdır. Bu durum bozulduğunda ulusal bir paranın dünya ölçeğinde rezerv para olma niteliği de kaybolmaya başlar.
Bu borç düzeyi devletin sadece vergi gelirleriyle harcamalarını karşılayamadığının bir ifadesidir. Nitekim ABD uzun yıllardır bu noktayı aşmıştır. İşin aslı ABD son yıllarda oransal olarak son yarım yüzyılın en büyük açıklarını veriyor. Bu borç seviyesinin ne ifade ettiğini tasvir edebilmek için gelişimine bakmak yararlı olabilir. ABD’nin borçları 1980’lerin başlarında 1 trilyon doların altındaydı. 90’lara gelindiğinde 4,5 trilyon düzeyine ulaşıldı. 90’lar boyunca nispeten hız keserek 5,8 trilyon dolayına gelse de Bush’lu yıllar olan 2000’lerde yüzde 100 artarak 12 trilyona yaklaştı. Yaklaşık son beş yıllık Obama döneminde de bu rakam 17 trilyon dolayına geldi.
Genel olarak bakıldığında askeri harcamaların çok arttığı dönemler ile sermayeye vergi indirimlerinin bol keseden yapıldığı dönemlerde borcun büyük artışlar gösterdiği görülüyor. Örneğin borca en çok katkı yapan başkan, “terörle savaş” kampanyasını başlatan George W. Bush olmuştur. Bush başkanlık döneminde toplam borcu 6 trilyon dolar arttırarak iki katının ötesine taşımıştır. Mesele sadece savaş değildi elbette. Aynı dönemde 2001 resesyonundan çıkma bahanesi altında sermayeye olağanüstü vergi indirimleri ve teşvik paketleri getirildi. Benzer tespitler Reagan ve Obama dönemi için de kolayca yapılabilir. Genel olarak söylersek, kapitalist ekonominin tarihsel bir iniş evresine girdiği ve neoliberal politikalarla karakterize olan son 30-35 yıllık dönem, başta ABD olmak üzere tüm dünyada benzer tablolar ortaya çıkarmıştır.
Bugün gelinen noktada Cumhuriyetçilerin sınırlı bir sağlık sigortası düzenlemesine bile tahammül edemiyor olması ve buna direnişi tüm sistemi gözden düşürecek ölçüde saçma boyutlara vardırması tam da söz konusu tarihsel dönemin genel eğilimlerinin bir sonucu ve ifadesidir. Yeri gelmişken belirtelim ki, Cumhuriyetçi valilerin başta olduğu kimi eyaletlerde bu valiler yeni sağlık sigortası yasasını yürürlüğe koymayarak direniyorlar. Valilerin federal bir yasayı uygulamaması yasadışı bir durum ve Amerikan burjuvazisinin içinde bulunduğu durum hakkında fikir veriyor. Basit bir sağlık sigortası düzenlemesi bile Amerikan burjuvazisi içinde son birkaç yıldır adeta bir iç savaşa yol açmış durumda. Bu, kapitalizmin işçi sınıfına verecek pek bir şeyinin kalmadığının ve bu anlamda tarihsel bir iflas içinde olduğunun çarpıcı bir itirafıdır aslında.
Yapılan sağlık sigortası düzenlemesi hakkında koparılan yaygaraya bakılsa, ABD’nin tüm sağlık sistemini sigortasıyla birlikte devletleştirdiği sanılır. Oysa söz konusu düzenleme birçok Avrupa ülkesinde ya da Kanada’da yürürlükte olan türden bir kamusal sağlık sistemi ya da sigortası bile değildir. Bir devlet sağlık sigortası sistemi söz konusu değildir. Yalnızca devlet herkesin zorunlu olarak bir sağlık sigortası almasını dayatmakta, geliri belli bir sınırın altında olanlarınkini de onlar adına özel sigorta şirketlerine ödemektedir. Eskiden ebeveynlerinin sigortası kapsamında olan çocukların yaş sınırını 18’den 26’ya çıkarmakta ve sigorta şirketlerine mevcut hastalıkları gerekçe gösterip sigorta yapmayı reddetmeyi yasaklamaktadır. Hepsi bu! Üstelik müstahaklık kriteri olarak getirilen düşük gelir sınırı öyle düşüktür ki, mevcut haliyle bile yine milyonlarca yoksul emekçi devlet yardımı kapsamı dışında kalacaktır. Gelirleri yardım kapsamına girecek kadar düşük olmayıp ama bir sağlık sigortası satın alamayacak kadar az olan çok geniş bir kitle olduğu biliniyor. Yapılan hesaplamalar 25 milyon kişinin bu kapsamda olduğunu gösteriyor.
ABD’de sağlık sigortası olmayan yoksul emekçilerin sayısının 50 milyona yaklaştığı düşünüldüğünde bu kadarının bile o kitleler için anlamlı olduğunu akıldan çıkarmasak da, düzenlemenin, ne emekçilerin gerçek ihtiyaçlarının düzeyi açısından ne de emsal ülkelerin sistemleri açısından büyük bir hamle olduğu söylenebilir. Kaldı ki yapılan, sonuçta dev özel sigorta şirketlerine ciddi kaynakların aktarılmasıdır.
İşte Cumhuriyetçiler, özellikle Çay Partisi olarak adlandırılan fanatik eğilim, bu aktarılan kaynağı parmağına dolamış durumdadır. Güya para buraya gittiği için devletin borçları çok artmış ve onlar da bu nedenle hükümete daha fazla harcama yapma yetkisi verilmesine ve borçlanma tavanını yükseltmesine mani olmaya çalışıyorlarmış! Yasaya karşı yürütülen muhalefet o denli yoğun, koparılan yaygara o denli büyük olmuştur ki, Amerikalıların yüzde 22’si yasanın iptal olduğunu sanmaktadır.
Gerçekte borcun artmasının sebebi yukarıda kısaca belirttiğimiz üzere sermayeye yapılan vergi indirimleri, teşvik paketleri, kurtarma planları ve başta askeri harcamaları içermek üzere artan küresel hegemonya giderleridir. Obamacare’in sağlık harcamalarına getirdiği artış kendi içinde büyük gibi görünse de, bu hem özel sigorta şirketlerine gitmektedir hem de bütçenin bütünü ve borcun tarihsel gelişimi düşünüldüğünde devede kulak düzeyindedir. Düzenlemenin anlamı, yılda 100 milyar doların altında bir ilavedir. Oysa aynı Obama, bütçedeki “savunma” harcamalarını yılda 800 milyar düzeyine çıkarmış, vergi indirimleriyle bütçeye 860 milyar dolar ek yük bindirmiş, ekonomi canlandırma paketi adı altında yine 790 milyar dolarlık bir yük getirmiştir vb. Dahası sağlık düzenlemesinin çeşitli boyutlarıyla bütçe açığının kapatılmasına yılda 143 milyar dolar katkıda bulunması öngörülmektedir. Yani Obamacare’in gerçekte bütçe açığını arttıran değil kapatan bir rol oynaması hesaplanıyor.
Bu arada ABD hükümetleri, tüm ideolojik propagandanın aksine fazla veren sosyal emeklilik fonunun paralarını uzun süredir bütçe açığını kapamak için kullanmaktadır. Sözde fondan “borç” almaktadır. Ancak başkalarından borç alırken faiz veren devlet, bu “borç” için vermiyor. Faizsiz bir borç! Şimdi o paraların gerçek sahibi olan çalışanlar emekli olduklarında, faiz işletilmediği için, hak kazandıklarından daha azına talim etmek zorunda kalacaklar.
Sonuçta bir yandan ABD’nin dış borçlarını ödememesi gibi bir durumun çok ciddi zararlara yol açmasının, bir yandan da süreç devam ederse milyonlarca Amerikalı işçinin maaşlarını alamayacak olmasının, emekli maaşlarının ödenmemeye başlayacak olmasının, sağlık ve eğitim hizmetlerinin verilmeyecek olmasının sorumluluğunu göze alamayan Cumhuriyetçiler, kulaklarının da bükülmesiyle geri adım atmayı kabullenmek zorunda kaldılar. Ancak ABD’de ciddi bir borç sorunu olduğu gerçeği orta yerde duruyor. Borcun tarihsel olarak çığ gibi büyümesi, beraberinde birçok sorunu taşımaktadır.
Amerikan ekonomisi hiç kuşkusuz halihazırda dünya ekonomisinin en büyük ve belirleyici bileşeni. Son 30-40 yılın tüm yıpranmasına rağmen Amerikan kapitalizmi bu konumunu temelde muhafaza etmeyi başarmıştır. Avrupa’nın yükselişi ciddi anlamda sekteye uğramış ve başı çeken Almanya’nın arzu ettiği düzeyin çok altında kalmıştır. Öte yandan Japonya da ciddi bunalımlarla yüz yüze kalarak gerilemiştir. Yeni yükselen Çin ise henüz küresel bir hegemon olma noktasından çok uzaktır ve bünyesinde devasa çelişkiler barındırmaktadır. Ancak Amerikan kapitalizmi bu gücü yukarıda kısaca özetlediğimiz çelişkileri adım adım büyütme pahasına muhafaza edebilmiştir. Bu çelişkiler her aşamada daha ağır hale gelmekte ve niteliksel değişim noktasına yaklaşılmaktadır.
Doların rezerv para konumu gitgide daha fazla sorgulanmakta, ülkeler onun kaprislerine daha fazla teslim olmamanın yollarını aramaktadırlar. Mevcut aşamada doların yerine alacak bir alternatifin olmaması bu arayışları henüz emekleme düzeyinde tutsa da, bir yanda hoşnutsuzluk artmakta, bir yanda da dolar bu yükü taşımakta gitgide zorlanmaktadır. Altın fiyatlarının son 13 yıldır genel ve güçlü bir artış seyri izlemesi ve bu süre içinde onsu 250 dolardan 1350 dolar düzeyine gelmiş olması, dünya ekonomisinde ve özellikle dolar bağlamında ciddi bir hastalık olduğunun işaretidir. Altına bu kadar talebin olması, ulusal paraların ve doların rezerv olarak itibar yitirmekte olduğunu ve genelde de güvensizliğin artmakta olduğunu göstermektedir.
Tam da bu bağlamda Çin son yıllarda ortak dünya parası oluşturulması çağrısı yapmaktadır. Dahası, somut olarak Rusya, Hong Kong, bazı Ortadoğu ve Latin Amerika ülkeleri gibi çeşitli ülkelerle ikili anlaşmalar yaparak, aralarındaki ekonomik ilişkilerde dolar yerine kendi ulusal paralarını kullanmaya başlamıştır.
Sosyal fonlar sayılmazsa ABD’nin borcu 12 trilyon dolar düzeyinde, ki bu borcun yüzde 47’si (5,6 trilyon dolar) elinde tahviller bulunan dış yatırımcılara. Bunların en büyükleri ise Çin ve Japonya. Çin’in elinde 1,3 trilyon dolarlık, Japonya’nın elinde ise 1,1 trilyon dolarlık Amerikan hazine tahvili bulunuyor. Dolayısıyla onları fazlasıyla yakından ilgilendiren bir durum var ortada. ABD batarsa Çin ve Japonya’nın da beraberinde gitmesi kuvvetle muhtemel. Bu da bütün dünya ekonomisinin büyük bir çöküş yaşaması anlamına gelecektir.
Burjuvazi açısından bakılacak olursa, borç sorununun düzen çerçevesinde çözümü standart reçetelerden geçiyor. Ya devletin gelirlerini artıracaksınız ya da giderlerini azaltacaksınız. Bu, vergilerin arttırılması, sosyal harcamaların kısılması, kamusal hizmetlerin eksiltilmesi ve gitgide ortadan kaldırılması gibi açık sınıfsal saldırı politikalarını gerektirmektedir. Aslında hükümetlerin borçlanmaya bu kadar yüklenmelerinin bir sebebi de bu tür saldırıların dozunu istedikleri gibi arttıracak olurlarsa doğacak olan toplumsal-siyasal faturayı göğüslemekten korkmalarıdır. Sermaye üzerindeki vergileri arttırmak ise başka zorlukları içermektedir. Yaşanan borç tavanı ve kepenk kapatma krizi bile Amerikan burjuvazisinin bir “ortak akıl” çerçevesinde hareket etme becerisinin zayıfladığını, körleşme düzeyinde anlaşmazlıklara sürüklenebildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim dünyanın en zengin ve güçlü ülkesi, son 16 yıldır adam gibi bir bütçe kabul ederek yürürlüğe koyamamıştır. Bir başka ifadeyle ABD 16 yıldır tüm şekliyle oluşmuş ve onaylanmış olma anlamında bir bütçe olmaksızın yönetilmektedir. En son kabul edilmiş büyük ölçekli harcama paketi ise 2009 tarihli. Tüm harcamalar şu ya da bu paket ya da harcama kalemleri için parça parça onaylanmakta ve sık sık aksaklıklar yaşanmaktadır. Burada ele aldığımız son krizin ABD’ye 24 milyar dolarlık bir maliyeti olduğu hesaplanıyor. Bu hafif bir hasar. 2011 yılında da benzeri bir kilitlenme yaşanmış ve Cumhuriyetçi ve Demokratların son dakikada uzlaşmaya varmasına rağmen krizin korkusu bile o dönemde dünya borsalarında 6 trilyon dolarlık değer kaybına yol açmıştı.
Bu borç krizi aslında sadece bugün federal devlet düzleminde yaşananlardan ibaret değil. Uzunca bir süredir ABD’de eyalet devletleri, yerel yönetimler, belediyeler bu sorunlarla yüz yüzeler ve her zaman zararı görenler emekçi kitleler olmaktadır. Son yıllarda birbiri ardına Wisconsin, California, Alabama, Detroit krizleri gibi çeşitli düzeylerde krizler patlak vermekte. Bu yerellerde kamusal hizmetler askıya alınıyor, belediyeler kapanıyor, çalışanlar tümüyle işten çıkarılıyor ya da çok daha kötü çalışma ve ücret koşullarına razı ediliyorlar. New York Merkez Bankası verilerine göre bu türden irili ufaklı 3000’e yakın kurum temerrüde, yani borcunu ödeyemez hale düşmüş durumda. Genel olarak da şunu akılda tutmakta fayda var. Amerikan ekonomisi yılda yüzde 1-2 dolaylarında büyürken, borçları yüzde 4 ilâ 10 arası büyümekte. Aradaki çok büyük fark bundan sonra kendini benzer birçok krizlerle göstermeye namzettir.
İşçi sınıfını yakından ilgilendiren başka sorunlar da var. Bugünkü borç krizinin de dolaysız sebeplerinden biri olan 2008 krizi sonrası yapılan şirket kurtarma ve borç devralma operasyonları, kapitalistler açısından olumlu sonuçlarını vermiş durumda. Şirketler kriz döneminde yaşadıkları kayıpları önemli ölçüde telafi ettiler. Genel düzeyde de büyüme rakamları olumlu gibi izlenim veriyor. Hatta işsizlik verilerinde bile kâğıt üzerinde düzelme var. Ama tüm bu göstergeler aradan geçen sürede sağlanan büyümenin ve toparlanmanın işçilerin ücretlerine zerrece yansımadığı gerçeğini gizleyemiyor. Hane halkı gelirleri en üstteki dar bir kesim dışında artmış değil, hatta bir kısım için de azalmıştır. Yani devlet kesesinden yapılan transferler tümüyle şirketlerin sermaye büyümesine ve zenginlerin servetlerine gitmiş, emekçilerin ezici çoğunluğuna zırnık koklatılmamış ya da daha da yoksullaştırılmıştır. Bu meseleye biraz daha uzun ölçekte bakacak olursak, Amerikan ekonomisi büyüdüğü halde Amerikan işçi sınıfının reel geliri 1980’lerden bu yana genel olarak azalmaktadır. Örneğin ortalama hane halkı geliri 1999’dan 2012’ye yüzde 9 oranında düşmüştür. Son 10-12 yıldır yoksulluk sınırı altında yaşayan Amerikalıların oranı ya artmış ya aynı düzeyde seyretmiştir. Sağlık sigortası olmayanların oranı yüzde 15’in üzerinde seyretmeye devam ediyor.
Böylece görmüş bulunuyoruz ki, 2008 krizi emekçilerin sırtı üzerinde, devasa kurtarmalar, borçlanmalar ve para basmalar ile Amerikan hazinesinin içine doğru ilerlemiştir. Şimdi krizin nabzı orada atmaktadır. Daha önce o dev şirketlerin bilançoları bozulmuştu şimdi ise hazineninki.
Cumhuriyetçilerin yaptığı, sonuç olarak, Amerikalı emekçilerin gözünü iflas ve çöküş ile korkutup ağır kemer sıkma programlarına razı etmektir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek! Aynı zamanda yoksul emekçiler için hayati önem taşıyan sağlık sigortası gibi düzenlemelerin emekçileri daha öte beklentilere sürüklememesini sağlamak da onlar için bir hedef. Böylece siyasal düzlem gitgide daha geri noktalara kaymakta. Öte yandan bazı hizmetler ve bunların çalışanları “elzem olmayan” hizmetler ve çalışanlar olarak damgalandılar. İleride benzer her türlü kriz ya da sıkışıklık anında, benzer tabirler kullanılarak yüz binlerce işçi bir çırpıda gözden çıkarılabilecek hale getirildi. Onlar hakkında ideolojik bir önyargı yaratılmış ve ideolojik telkin yapılmış oldu ki, bunun anlamı genel ideolojik eksenin bir parça daha sağa kaymasıydı. Bir yandan bu tür hizmetler gözden düşürülürken, buralarda örgütlü sendikalar da sergiledikleri yetersiz direniş için bile bir kez daha gerici bir perspektiften hedef tahtasına oturtulmuştur.
ABD’deki borç krizi meselesi, tüm bu boyutları düşünüldüğünde, asla basitçe bir Cumhuriyetçi-Demokrat anlaşmazlığı ya da kaprisi değildir. Sorun ABD’deki yönetim sisteminin özgünlükleri de değildir. Doğru noktadan başlayarak sorun anlaşılmak istenirse, bu nokta neden ABD’nin bu kadar büyük bir borcu olduğu ve nasıl bu noktaya gelindiği sorunudur. Ve devamla bunun Amerikan kapitalizmi ve dünya kapitalizmi bakımından ne ifade ettiğidir. Yukarıda ayrıntıya girmeden açıklamaya çalıştığımız üzere, bu kriz dünya kapitalizminin kırılgan bir zemin üzerinde durduğunu, dünyanın en güçlü kapitalist ülkesinin burjuvazisinin dağınıklık içinde olduğunu ve emekçiler için en sıradan iyileştirmeleri bile yapmaya mecalsiz olduğunu göstermektedir. 2008 krizi Amerikan hazinesinin içine taşınmış, doların dünya parası kimliği daha fazla sorgulanır hale gelmiş, Çin gibi ülkelerin yeni para arayışları güçlenmiş ve meşruiyet kazanmış, ABD’nin bir hegemon olarak itibarı zedelenmiştir.
Başta Amerikalı emekçiler açısından olmak üzere bunların dolaysız anlamı, saldırı programlarının yeni bir itilimle emekçilerin önüne getirileceğidir. Yeni vergiler, sosyal kesintiler, reel ücret kayıpları, daha ağır çalışma ve yaşama koşulları… Dahası emekçilerin canlarının sahaya sürüleceği ve onlardan başka başka fedakârlıkların isteneceği gerici emperyalist savaşlar. Egemenler mevcut örgütsüz haliyle bile işçi sınıfından korkmaktadırlar. Kapitalizmin çürümüşlüğünün her fırsatta ortaya döküldüğü günümüz koşullarında işçi sınıfının mücadelesinde hiç kuşkusuz yeni yükselişler göreceğiz. Görev bu mücadeleleri daha örgütlü kılmak ve kapitalizmi hak ettiği sonuna kavuşturmaktır.
link: Levent Toprak, ABD Bütçe Krizi Kapitalizmin İflasına İşaret Ediyor, Kasım 2013, https://marksist.net/node/3347
Medyada AKP Hegemonyası
Yunanistan’da Faşist Tehdit Büyüyor