Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi vatandaşlarını Lozan Anlaşmasından bu yana, geldikleri soya göre kodlayarak fişlediği resmen belgelendi. Nüfus kayıtlarında Rumlar “1”, Ermeniler “2”, Yahudiler “3” soy kodu ile fişlenmişler. İçişleri Bakanlığı, azınlık okullarında sadece azınlık mensuplarının çocuklarının okuyabileceğini, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kaydı yapılacak çocuğun azınlık mensubu olup olmadığının belirlenmesi için kendilerine ilettiği talep üzerine, azınlık vatandaşların soy durumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na verildiğini açıklayarak, fişleme suçunu örtbas etmeye çalıştı. Ancak Lozan’a göre azınlık sayılmayan Süryanilerin “4” rakamıyla ve İslamiyet dışındaki öteki inanç topluluklarının da “5” rakamıyla kodlanarak fişlendikleri de ortaya çıktı. Üstelik Lozan’da insanların soylarına göre kodlanmasına dair bir ifade bulunmuyor. TC’nin yasalarında da vatandaşların soylarına göre kodlanmasına dair bir şey yok. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden söz konusu uygulamanın hiçbir yasal dayanağının olmadığı çok açık. Üstelik bu kodlar gizlice veriliyor. Kuşaklar önce asimile olarak İslamiyeti benimsemiş insanların bile soy kodları devletin gizli arşivlerinde takip ediliyor.
Konu, 2 Ağustosta Agos gazetesinde yer alan bir haberle gündeme geldi. Ailesi 1915’ten sonra zorla Müslümanlaştırılmış, daha sonradan inanç değiştirerek Ermeni Kilisesi’ne bağlanmış ve nüfus kâğıdındaki din hanesine Hıristiyan yazdırmış bir kadın, çocuğunu bir Ermeni anaokuluna yazdırmak istedi. Eşinin nüfus cüzdanındaki din hanesinde ise halen “İslam” yazıyordu. Ermeni anaokulu aileye “Milli Eğitim’den okula kayıt yaptırmanızda bir sakınca olmadığına dair resmi izin belgesi alın” dedi. Aile, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurup, çocuğun Ermeni anaokuluna kaydının önünde engel olmadığına dair resmi yazı istedi. Talebi değerlendiren İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ahmet Molak, aileye Şişli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurmaları gerektiğini söyledi. Molak, aileye başvuru sırasında kullanmaları için resmi bir yazı verdi. Bu yazıda şöyle deniyordu:
“Söz konusu okullara kayıt olacak öğrencinin velisinin mahkeme kararı ile din, isim, mezhep değiştirip değiştirmediğinin bilinmesi, 1923 yılından bu yana ‘Vukuatlı’ nüfus kayıtlarının gizli soy kodunun da (nüfus kayıt örneğinde Ermeni vatandaşlarımızın soy kodu 2’dir) çıkartılması gerektiğinden, öğrencinin velisinin ilgili nüfus ve vatandaşlık müdürlüğünden nüfus kayıt örneğinde gizli soy kodunun 2 olması halinde kaydının yapılabileceği...”
“Gizli soy kodu” ibaresinin resmi bir yazışmada açıkça yazılması üzerine devletin gayrimüslimlere yönelik bu yasadışı ve gizli kod verme uygulaması resmen açığa çıktı. Devlet bu yasadışı, ırkçı, ayrımcı uygulamadan dolayı özür dileyeceğine, Lozan Anlaşmasını gerekçe göstermeye çalışıyor ve Osmanlı’dan devreden kayıtları kullanarak vatandaşlarını soylarına göre kodladığını itiraf ediyor.
Sen bilmesen de devlet senin soyunu sopunu bilir!
Agos gazetesindeki haber sayesinde konunun gündeme gelmesi üzerine, bazı gazetelerde devletin soy kodlarını ne tür işlerde kullandığı da yazılmaya başlandı. Hrant Dink’ten aktarılan bir anı, subay okullarının Ermeni soyundan gelenleri kabul etmediğini anlatıyor. Bir gün Dink Agos Gazetesi’nde otururken bir genç yanına gelir ve kendi hikâyesini anlatır. Koyu Türk milliyetçisi olan genç, Harp okulunda öğrenciyken bir gün sorgusuz sualsiz ve hiçbir açıklama yapılmaksızın okuldan atılır. Derslerinde bir sorun olmayan ve herhangi bir disiplin suçu bulunmayan bu gencin ailesi, atılma nedenini anlamak için tanıdıkları devreye sokar. En nihayetinde sözlü ve gayrı resmi olarak tek bir açıklama yapılır: “Aile kökeni Ermeni.” Geçmişinde Ermenilerden nefret eden, okuldan atıldıktan sonra Ermeni kökenli olduğunu öğrenip psikolojisi bozulan genç, ne tür bir millete mensup olduğunu öğrenmek için Agos’a gelmiştir. Hrant Dink bu trajik durumu, “siz kim olduğunuzu bilmezsiniz ama bu devlet bilir” diyerek özetlemiş. TC’nin anayasası tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğunu söylese de, gayrimüslimler devletin yönetici kademelerinde, üst bürokrasisinde, subay hiyerarşisinde yer alamazlar; daha baştan ayıklanırlar. Türkiye’de rejim, Rum bir emniyet müdürü, Ermeni bir hâkim ya da savcı, Yahudi bir albay olmasına asla müsaade etmedi. TBMM’deki tek Hıristiyan milletvekili Erol Dora, TC rejiminin ırkçılığının karşısına demokrasi programıyla çıkan Kürt ulusal hareketinin çabasıyla Meclise adım atabildi.
TC’nin ırkçı ayrımcılığının boyutları devlet kademelerinde gayrimüslimlere yer vermemekle de sınırlı değildir.
TC devletinin genlerindeki ırkçı kodlar
Osmanlı, toplumdaki her zümrenin, inanç grubunun ve yöneticilerin birbirlerinden ayırt edilebilmeleri için ne giyeceklerini ya da giymeyeceklerini tanımlayan kanunlar çıkarmıştı. Müslüman olmayanların ayırt edilmesi, haraç alınması gibi uygulamalar yüzünden gayrimüslimler kimi zaman dinlerini gizlemek, kimi zaman da din değiştirmek zorunda kalmışlardı. 19. yüzyılda Osmanlı bünyesindeki halklar uluslaşarak ayrı devletlerini kurmaya başladılar.
1908’deki İkinci Meşrutiyet’ten sonra giderek güçlenen Türkçülük akımı, Osmanlı’nın Balkan Savaşlarında yaşadığı hezimetin ardından tam manasıyla saldırgan bir ırkçılığa büründü. Tüm Hıristiyanlar güvenilmez ve düşman olarak görülmeye başlandı. 1915’te yaşanan soykırım sadece Ermenileri değil, Asurileri, Süryanileri ve Ezidileri de hedef aldı. 1 milyondan fazla insanın acımasızca yok edildiği bu katliam, 50 binin üzerindeki tanık ifadesine, yüzlerce anıya, tanıklığa, toplu mezarlara, yani inkâr edilemez kanıtlara rağmen halen Türk egemenlerince utanmazca inkâr edilebilmektedir. O dönemde hayatta kalan Ermeni çocukları Türk ailelere verilerek asimile edildi. 1916’dan itibaren de Ermeni soyundan gelenler fişlenerek takibe alındı. Ermenilerin geride bıraktıkları araziler ve mallar yağmalanarak Türkleştirildi.
Kadim Anadolu topraklarının binyıllardır burada yaşayan halklardan arındırılması, 1915’te yaşanan büyük felâketin ardından da devam etti. Lozan Anlaşmasının ardından Batı Anadolu’daki Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya’daki Müslümanlar da Türkiye’ye zorla göç ettirildi. Cumhuriyet Türkiye’sinin yeni egemenleri, İttihatçıların başlattığı Anadolu mozaiğini mermere dönüştürme projesini aynen sürdürdüler. Cumhuriyetin kabul ettiği tek millet Türk, tek dil Türkçe, tek makbul inanç da Sünni İslam idi. Lozan’da azınlık hakları tanınan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklar görünüşe göre diğer vatandaşlarla eşit haklara sahipti. Ancak gerçeklik asla kâğıt üzerinde yazıldığı gibi olmadı. Kürtlerin azınlık hakları bile yoktu. TC’ye göre Kürtler aslında hiç yoktu. Mutlak bir inkâr politikası izlendi. 1925-1938 arası Kürt isyanları kanla bastırıldı. Katliamlar, bölgesel soykırımlar, sürgünler, hapisler, dil yasakları… Nüfusu zorla Türkleştirmek için her tür zalimlik yapıldı. Kürtler azınlık bile sayılmadıkları ve tümden inkâr edildikleri için devlet bürokrasisi içerisinde yer alabildiler ama “Türk” kimliğiyle. Kendi kimliğini inkâr eden ve asimile olan Kürde devletin kapısı açıktı.
Devlet, tertiplediği pek çok kirli tezgâhta soy kodu vererek gerçekleştirdiği fişlemelerden faydalandı. 1934’te Trakya’da yaşayan Yahudilere yönelik pogromlar tertiplendi. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi kanunuyla devlet, gayrimüslimlerin paralarına ve mülklerine göz dikti. Vergiyi ödemeyenler çalışma kamplarında çalışmak zorunda bırakıldı. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’daki gayrimüslimlerin evleri ve işyerleri yağmalandı, yüzlerce gayrimüslim dövüldü, 15 kişi öldürüldü, onlarca kadına tecavüz edildi. Yıllar sonra Özel Harp Dairesi tarafından organize edildiği açığa çıkan bu saldırıların ardından, çok sayıda gayrimüslim, doğup büyüdüğü, kuşaklardır yaşadığı İstanbul’u terk ederek yurtdışına göç etti.
Bunca zalimlik ve alçaklık Türklüğü yüceltmek için yapılmadı elbette. Devletin kullandığı bir grup cahil faşist, vatan-millet aşkıyla işyerlerini yağmalayıp kadınlara saldırmış olabilir. Ancak bu saldırıları tertipleyen devletin hedefi, İstanbul’daki sermayenin Türkleştirilmesiydi. Gayrimüslim zanaatkârların ve dükkân sahiplerinin İstanbul’daki geleneksel ticaretine saldırarak ticarette Türk ırkından gelenlerin tam hâkimiyetini sağlamak istiyordu devlet.
Gayrimüslimlere ait vakıflara ve vakıf mallarına yönelik çıkartılan kanun ve yönetmelikler, Türk burjuvazisinin haydutluğunu ve yağmacılığını yansıtmaktadır. Mülkün Türkleştirilmesi konusundaki devlet politikası halen sürdürülmektedir. 1983 ve 2001 tarihlerinde çıkarılan iki ayrı genelge tapu müdürlüklerine şunu emrediyor: Tapu müdürlükleri tehcir ya da mübadele edilen gayrimüslimlerin mirasçılarına 1924 yılından önceki tapu kayıtlarıyla ilgili hiçbir surette bilgi vermeyecek! Türk burjuvalarının devleti, tapu müdürlüklerine açıkça “gasp ettiğimiz mülklerin mirasçılarına, yani gerçek sahiplerine bilgi vermeyin” diyerek tarihi suçların delillerini karartıyor.
Ermenileri ve diğer gayrimüslim halkları düşman olarak görme, ayrımcılık ve aşağılamalar asla sona ermedi. 1991’e kadar yürürlükte kalan “Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği’nde, gayrimüslimler memleket içindeki Türk tebaalı yabancılar ve yabancı ırktan olanlar olarak tanımlanmış ve sabotaj yapabilecek unsurlar kategorisinde değerlendirilmişlerdi. Askere giden Ermeni kökenli TC vatandaşları sırf isimlerinden ötürü hakarete uğradılar. Kimi zaman askerde “şüpheli biçimde” öldüler, intihar ettikleri söylendi. Kimi zaman öldürüldükleri ayan beyan açığa çıktı ama adalet yerini bir türlü bulamadı.
Ergenekon operasyonuyla başlayan soruşturmalar, derin devlet içerisinde örgütlenen bir cuntanın AKP’yi devirmek için Hıristiyanları öldürmeyi, böylelikle AKP’yi ve İslamcıları hedef göstermeyi planladığını açığa çıkardı. Dink cinayeti, 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevi’nde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in bıçaklanarak öldürülmesi, Rahip Santoro cinayeti hep bu darbe planının parçası olarak Kafes Operasyonu Eylem Planı çerçevesinde hayata geçirilmişti. Cunta darbe hazırlıklarını sürdürebilseydi, eylem planları içerisinde Büyükada’da ve kiliselerde bomba patlatmak da vardı. Ele geçirilen Kafes Eylem Planında yer alan Türkiye haritasında gayrimüslimlerin yaşadığı iller tek tek gösteriliyor, Hıristiyanlara ait onlarca kilise, adresleri, dini liderleri, bağlı oldukları mezheple ilgili bilgiler, gayrimüslimlerin isim ve adresleri ile ev, işyeri ve cep telefonları yer alıyordu. Darbecilerin ele geçirilen bir başka belgesinde ise Hıristiyan toplulukların kurduğu internet sitelerinin listesi, misyoner tabir edilen grupların toplantı yaptıkları evlerin adresleri yer alıyordu. Kafes Eylem Planına, “gayrimüslimlere ait vakıf ve ibadethanelerin cemaat listeleri elde edilecek” notu düşülmüştü. Plan “Çocuklar” başlığı altında gayrimüslimlerin çocuklarını bile isim isim fişlemiş, hatta çocukların en sevdiği şeyler bile not edilmişti. Melis’in oyuncak bebekleri, Daniel’in arabaları, Esin’in minyatür oyuncakları, Lidya’nın Pokemonları, Tuğberk’in çikolatayı sevdiği bile fişlere kaydedilmişti. Bu ülkede egemenlerin sınır tanımaz zalimlikleri düşünüldüğünde, çocuklarla ilgili bilgilerin kaydedilmesinin hiç de hayra alamet olmadığını tahmin etmek zor değildir. Egemenlerin iktidar uğruna kendi aralarında tepişirken Hıristiyanların kanını dökmekte sakınca görmedikleri açıktır.
Yaşadığımız topraklarda İttihatçılar döneminde başlayıp Kemalizmle devam eden etnik ve dinsel mühendislik politikasının özü halen değişmiş değildir. Hükümetler değişse de inkârcı, asimilasyoncu Türkleştirme-Sünnileştirme politikası devir teslim ediliyor. AKP de ırkçı, asimilasyoncu devlet geleneğini devralmıştır.
Başbakan Erdoğan 2009’da Ermeni sorunu gündeme geldiğinde, Türkiye’de çalışan on binlerce Ermenistanlı göçmen işçiyi “bunları gerekirse geri göndeririz” diyerek tehdit etmişti. Hem Ermeni, hem göçmen, hem de işçi olan on binlerce insanı işinden edip sürgün etmek elbette Erdoğan’ın zerre kadar vicdanını sızlatmaz. Aynı yıl Hakkâri’de “Tek dil, tek millet; beğenmeyen çeker gider” diyen de yine aynı Erdoğan idi. 2008 yılında AKP’li Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, gayrimüslimlerin soykırıma uğratılmasının ve sürgününün Türk burjuvazisinin egemenliği açısından ne kadar önemli olduğunu şu sözlerle dillendirmişti: “Bugün Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etseydi, acaba aynı milli devlet olabilir miydi?”
Hangi dine mensup olursa olsun, etnik kökeni ne olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun tüm dünya halklarının işçi ve emekçileri kardeştir, aralarında çıkar çatışması yoktur. Ancak mülk sahibi sınıflar kendi ekonomik ve siyasi egemenliklerini tesis etmek ve sürdürmek üzere, etnik ve dini kimlikler üzerinden çatışmaları ve kamplaşmaları her daim yaratmaktadırlar. İşçi ve emekçiler kapitalizme son verene kadar, insanlık, mülk sahiplerinin çıkarları uğruna etnik-dinsel ayrımcılık ve çatışmalar yüzünden tarifsiz acılar yaşamaya devam edecek.
link: Zehra Aras, TC’nin Irkçı Soy Kodları, 1 Eylül 2013, https://marksist.net/node/3322
Dünya Ekonomisini Kimler Kontrol Ediyor? /2
HDK İstanbul Meclisi: “Savaş Tezkeresine Hayır!”