Lenin’in emperyalizmi kapitalizmin en üst aşaması olarak tahlil etmesinin üzerinden 100 yıla yakın bir süre geçti. Ondan önce de Marx başta Kapital olmak üzere çeşitli çalışmalarında sermayenin merkezileşme eğilimini toplumsal sonuçlarıyla birlikte ortaya koymuş, kapitalizmin dünya pazarını nasıl yarattığını anlatmış ve bunun tekelleşmeyle başbaşa gittiğini vurgulamıştı. Geçen yıllar boyunca kapitalizmin gösterdiği gelişim Marx’ın ve Lenin’in tahlillerini fazlasıyla doğrulamış, en büyük mali sermaye gruplarından oluşan birkaç yüz şirket dünya ekonomisine yön verir hale gelmiştir. Üstelik de insanlığın çoğunluğunun sefaleti, artan yoksulluk ve işsizlik, çevre felaketleri ve savaşlar pahasına.
Kapitalizmin içine düştüğü küresel ekonomik krizle birlikte, mali sermayenin egemenliğinin toplumsal sonuçları o kadar katlanılmaz hale gelmiştir ki, burjuva ideologlarının bir kesimi bu tabloyu ortaya koymaktan kaçınamamakta ve fakat bir avuç asalağın milyarlarca insanın kanını emdiği bu sömürü düzenini “sürdürülebilir” kılmak adına çareler aramaktadırlar. BM, IMF veya Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar, üniversitelerdeki akademik çevreler ve hatta Marksizm enstitüleri böylesi “uzman”larla doludur.
Bu “uzman”lardan üçünün 2011 yılında ortaya koyduğu bir çalışmada yer alan çarpıcı veriler, tekelleşmenin ulaştığı muazzam boyutları ve mali sermayenin küresel egemenliğinden başka bir şey olmayan emperyalizmin ulaştığı düzeyi ayan beyan gözler önüne sermektedir. Buna göre hepitopu 147 şirket –ki bunların üst sıralarını da Barclays, JP Morgan, Deutsche Bank gibi devasa sermaye grupları oluşturuyor– dünya ekonomisini kontrol edebilmektedir. Bu şirketler, sahip oldukları ekonomik güce dayanarak sadece kendi ülkelerindeki değil, dünyanın pek çok bölgesindeki hükümetleri ve devletleri çıkarları doğrultusunda yönlendirebilir hale gelmişlerdir. Çalışmayı yürüten uzmanların amaçları “küresel sistemin daha istikrarlı hale gelmesi için gereken bilgileri sağlamak” olsa da, çıkan sonuç açıktır: Dünya ekonomisini, gittikçe daha az sayıda elde toplanan mali sermaye kontrol etmektedir.
“Şirketlerin küresel kontrol ağı”
İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nde sistem analizi konusunda uzmanlaşmış bu üç akademisyenin (S. Vitali, J. B. Glattfelder, S. Battiston), Şirketlerin Küresel Kontrol Ağı adlı 3 yıllık çalışması önce The New Scientist dergisinde, ardından da Fortune Global ve Le Monde gibi burjuva medya organlarında yer almıştır. Sermayenin merkezileşmesinin ulaştığı düzeyi ve mali sermayenin egemenliğinin boyutlarını gösteren araştırma sonuçları, aslında burjuva medya açısından da yeni bir olgu değildir. Fakat araştırmayı yürüten akademisyenlerin de belirttiği gibi, gittikçe “sürdürülemez” hale gelen bu durumun sonuçları karşısında sistemin istikrar kazanması için neler yapılması gerektiğine dair ciddi ve somut veriler içermektedir. Mevcut kriz koşullarında burjuva ideologlarının ve bilim insanlarının önemli bir kısmının sistemi çöküşten kurtaracak formüller arayışında olduğu göz önüne alındığında, çalışmanın bu çevreler açısından önemi de anlaşılacaktır.
Çalışma, OECD’nin ORBIS adlı raporlarına dayanmaktadır. Mikro düzeydekiler de dahil olmak üzere OECD’ye kayıtlı şirketlere ait çeşitli bilgileri içeren bu veri programının 2007 tarihli pazar araştırması raporunu baz alan çalışma, öncelikle 194 ülkede 37 milyon ekonomik aktörün (kişi veya tüzel kişilikler) varolduğunu saptıyor. OECD’de kaydı olmayan şirket sayısı –ki sonuçları etkileyecek bir oran teşkil etmiyorlar– ise ihmal edilmiş. Bu 37 milyon şirketin içinde, çalışmanın hedef grubunu oluşturan ulus-ötesi şirketler kapsamına giren firma sayısı ise 43 bin 60 ve bunlar toplam 116 ülkeye yayılmış durumdalar. Bu ulus-ötesi şirketlerin hepsinin çevresinde kendilerine direkt veya dolaylı bağlarla bağlı bir şirketler ağı bulunuyor. Ayrıca ulus-ötesi şirketlerin hisse sahipleri arasında da yoğun ve karmaşık ilişkiler mevcut.
Ulus-ötesi şirketler ve çevrelerindeki bağlantılı şirketlerden oluşan ağ üç katmanda kategorize ediliyor; en üst katmanda 77 bin 456 hissedar, orta katmanda 43 bin 60 ulus-ötesi şirket ve en alt katmanda da 479 bin 992 bağlantılı şirket bulunuyor. Tepedeki hissedarlar grubu, ulus-ötesi ve bağlantılı şirketler aracılığıyla dünya çapında 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol edebiliyor, yani ekonomik faaliyetlerine yön verebiliyor. Araştırma derinleştikçe, tepede yer alan 77 bin 456 hissedarın aslında 1318 “bağlantı noktası”nı temsil ettiğini görüyoruz ki “bağlantı noktası” kavramıyla kastedilen çeşitli sermaye ortaklıklarıdır. Araştırmaya göre bu dev sermaye grupları, birbirleriyle de çeşitli türden ortaklıklar gerçekleştirmekte ve bu sayede “küresel işletme gelirlerinin”[1] toplamının %60’ını kontrol altında tutmaktadırlar.
Toplam 43 bin 60 ulus-ötesi şirketin 15 bin 491’i ise diğerlerinden açık ara daha büyükler ve “küresel işletme gelirleri”nin %94’ünü kontrol ediyorlar. Ulus-ötesi şirketlerin büyükbaşları diyebileceğimiz bu 15 bin 491 şirketin içinden 737 tanesi, 43 bin küsur şirketin toplam varlıklarının %80’ini kontrol ettiği gibi, bunların içinden 147 tanesi de toplam varlığın %40’ını kontrol ediyor. Bu 147 şirketin 110’unu da bankalar ve benzeri finans kuruluşları oluşturuyor.
Özet olarak denilebilir ki, küresel ekonomi, tepesinde devasa büyüklükte mali sermaye kuruluşlarının bulunduğu piramit şeklindeki bir mali oligarşi tarafından yönetilmektedir. Ekonomik faaliyetin öznesi olarak kabul edilen şirketler “görünmez iplerle” (aslında “kalın zincirlerle” demek belki daha doğru olur) birbirine bağlıdır ve ipler bu 147 sermaye grubunun elindedir. Bu 147 şirketi burada tek tek sıralamak gereksizdir, fakat fikir vermesi bakımından bazı örnekler verilebilir. Örneğin aşağıdaki tabloda yer alan ilk 50’nin tamamına yakını mali sermaye kuruluşudur.[2] 24’ü ABD, 8’i İngiltere, 5’i Fransa, 4’ü Japonya, 2’şer tanesi İsviçre, Hollanda ve Almanya, birer tanesi de Çin, İtalya ve Kanada kökenlidir.
Çalışmaya göre, son zamanlarda yaşanan mali krizlerin giderek şiddetlenmesinin ve anında küresel düzeyde yayılmasının temelinde bu kontrol mekanizması yani “şirketlerin küresel kontrol ağı” yatıyor. Ama piramidin tepesinde bulunanlar kontrol ağının bozulmasını istemiyorlar ve bu amaçla da ortak hareket ediyorlar. Çünkü ağın üzerindeki yük olağanüstü artmış durumda ve en ufak bir yırtığın tüm sistemi çökertebileceğinden korkuyorlar. Kriz derinleşse de çıkarlarının ve kârlarının azalmasını istemeyen tepedeki şirketler, faturayı giderek artan oranda ağın alt tabakalarındaki şirketlere ödetiyorlar. Güçleri oranında tüm hükümetleri kamu harcamalarını kısmaya ve kendi açıklarını finanse etmeye “teşvik” ediyorlar. Benzer şekilde tüm dünyada “istihdam” paketlerinin yürürlüğe girmesini (yani ücretlerin düşürülmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, sosyal güvenlik sistemlerinin güdükleştirilmesini vb.), kârlı özelleştirmelerin hızlandırılmasını, dolaylı vergilerin arttırılmasını sağlamaya uğraşıyorlar. Bu amaçla da ellerindeki tüm mali, ticari ve siyasi olanakları kullanıyorlar.
Çalışmada, sermayenin merkezileşme düzeyine ve tepedeki mali sermaye grubunun dünya ekonomisini kontrolüne dair genel veriler aktarıldıktan sonra, asıl olarak bu mekanizmanın nasıl işlediğine dair ayrıntılı anlatımlar bulunmaktadır. Bu durumun küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde son derece sınırlı oranda durulmakta, bu olumsuz etkilerin nasıl giderileceğine dair çözüm önerileri ise hiç yer almamaktadır. Bundan maksat, çalışmayı yürütenlerin ifadesine göre, mekanizmanın iyileştirilebilmesine odaklanılması ve bunun için olabildiğince veri sunulmasıdır. Ancak bizim derdimiz bu “mekanizmanın” yani mali oligarşinin dünya ekonomisi üzerindeki egemenliğinin nasıl işlediğini burjuva iktisatçılardan öğrenmek olmadığından, çalışmadan aktaracaklarımızı burada sonlandırmak ve Marksizmin emperyalizm tahlilleriyle konuya devam etmek gerekiyor.
Sermayenin merkezileşme eğilimi
Yukarıda özet olarak aktarmaya çalıştığımız rapor, aslında Marksizmin uzun yıllar önce ortaya koyduğu sermayenin merkezileşme eğiliminin ve emperyalizm tahlilinin güncel bir doğrulanışından öte bir anlam taşımamaktadır. Ama bu doğrulamayı son derece çarpıcı ve somut verilerle yapması önemlidir, çünkü içinden geçtiğimiz kriz ve savaş koşullarında işçi-emekçi sınıflardaki genel hoşnutsuzluk giderek artmakta ve bu bağlamda sorunların sistemin kendisinden kaynaklandığını göstermeye yarayacak her türlü teşhir malzemesi önem kazanmaktadır. Rapora dair bu kaydı düştükten sonra, Marksizmin konu hakkındaki temel açılımlarının bizzat kaynaklarından alıntılarla hatırlatalım. Çünkü Marksizmin emperyalizmin ne olduğuna yönelik tahlillerinin amacı, burjuva “uzman”larınki gibi sistemi iyileştirmek veya sürdürülebilir kılmak değil, onu yıkma ve yerine sosyalizmi kurma mücadelesinde işçi sınıfına yol göstermektir. Bize gereken de budur.
Yüz elli yıla yakın bir süre önce Marx, sermayenin küreselleşme, yoğunlaşma ve merkezileşmesine ve bunun sonucu olarak tekelci hâkimiyetin ortaya çıkışına dikkat çekmişti. Sermayenin merkezileşmesinin, giderek daha büyük oranda varlığın daha az sayıda kapitalistin eline geçmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklamıştı. Bu tekelleşmenin rekabeti ortadan kaldırmadığını, aksine çok daha şiddetli bir rekabete yol açtığını da ifade etmişti. Üstelik Marx, ilerletici etkilerinin yanı sıra, sermayenin merkezileşmesinin ve tekelleşmenin son derece tahripkâr toplumsal sonuçlarına da değinmişti.
Marx Kapital’de konuyu ele alırken, kapitalizm kendi ayakları üzerinde duracak hale gelir gelmez büyük kapitalistlerin daha küçükleri mülksüzleştirmeye başlamasından bahsederek sermayenin merkezileşme eğiliminin kaçınılmazlığını ortaya koyar:
“Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. Emek sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarı ağına sokulması ve böylelikle kapitalist rejimin uluslararası karakteri, bu merkezileşmeyle ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesiyle elele gider.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., s.782)
Marx böylece sermayenin merkezileşme eğiliminin daha en başından beri kapitalizme içkin olduğunu ifade etmektedir. Kapitalizmin ileriye doğru her adımı ve kapitalizm altında üretici güçlerin her gelişmesi bu merkezileşmeye hız vermektedir. Kapitalizmin temel dinamiklerinden rekabet, sermayenin merkezileşmesini, yani büyük balığın küçükleri yutmasını da zorunlu kılmaktadır. Kapitalizm altında, küçük balıklardan oluşan sürülerin büyük balıklardan sürekli kaçmasına ama yem olmaktan kurtulamamasına benzeyen bir süreç işler:
“Rekabet savaşı, meta fiyatlarının ucuzlatılmasıyla verilir. Meta fiyatlarının ucuzluğu, ceteris paribus [diğer tüm koşullar sabitken –KD], emeğin üretkenliğine ve bu da, üretimin boyutlarına bağlıdır. Bunun için büyük sermaye daha küçüğünü yener. Ayrıca, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, bu işi normal koşullar altında yürütmek için gerekli asgari bireysel sermaye miktarında bir yükselme olacağı da unutulmamalıdır. Bu yüzden, küçük sermayeler, büyük sermayenin henüz yalnızca yer yer el attığı ya da bütünüyle ele geçiremediği üretim alanlarına akar ve buralarda toplanırlar. Burada rekabet, birbirine düşman sermayelerin sayılarıyla doğru, büyüklükleriyle ters orantılı bir şiddetle devam eder. Ve bu savaş, daima, sermayelerinin bir kısmı kendilerini yenen kapitalistlerin eline geçen, bir kısmı da yok olup giden birçok küçük kapitalistin batıp gitmesiyle sona erer. Bundan başka, kapitalist üretimle birlikte tamamen yeni bir güç sahneye çıkar «kredi sistemi»; bu sistem ilk aşamalarında birikimin alçak gönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine girer ve büyük ya da küçük miktarlarda toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çeker; ama çok geçmeden, rekabet savaşında yeni ve müthiş bir silah halini alır ve ensonu sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür.” (Marx, age, s.790)
Nispeten erken diyebileceğimiz tarihlerde Marx, sermayenin merkezileşmesinde kredi sisteminin rolünü görmüş ve bugün dünya ekonomisini bir ahtapot gibi sarmış olan mali sermayenin, bankalar ve kredi mekanizması aracılığıyla gerek bireyleri, gerek şirketleri ve gerekse de devletleri nasıl kontrol ettiğinin de ipuçlarını vermiştir. Rekabet ve kredi mekanizmaları el ele vererek sermayenin merkezileşmesini hızlandırmakta, üretimdeki genişlemenin zorunlu kıldığı sermaye birikim düzeylerinin oluşması için zemin hazırlamaktadırlar:
“Kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması da gelişir; rekabet ve kredi. Birikimdeki ilerleme, aynı zamanda, merkezileşmeye elverişli malzemeyi, yani bireysel sermayeleri de arttırır; bu sırada, kapitalist üretimin genişlemesi, bir yandan toplumsal gereksinimleri yaratırken, öte yandan da, başarılmaları için daha önceki bir sermaye birikimini gerektiren dev sanayi kuruluşları için zorunlu teknik araçları sağlar. Bu nedenle, bugün, bireysel sermayeleri biraraya toplayan çekim gücü ve merkezileşme eğilimi her zamankinden daha kuvvetlidir.” (age, s.791)
Marx’ın Kapital’i yazdığı yıllardaki kapitalizmin gelişkinlik düzeyi günümüzle karşılaştırıldığında, Marx’ın ortaya koyduğu bu eğilimlerin aslında tam olarak bu çağda hayata geçtiği söylenebilir. Ama bu eğilimi 150 yıl önce görebilmek, herhalde ancak Marx gibi bir dehaya mahsus olabilirdi. Bu yüzden, son dönemlerde ortaya çıkan bazı burjuva ideologların küreselleşme, emperyalizm, tekelleşme vb. konular üzerine yazıp çizdiklerini yepyeni keşifler olarak selamlayan kimi solculara da dönüp Marksizmin özkaynaklarına bakmalarının daha aydınlatıcı olacağını bir kez daha söylemiş olalım.
Marx’ın bu öngörülerini tamamlayan ve sermayenin merkezileşmesinde borsanın ve hisse senetlerinin rolünü ortaya koyan da Engels olmuştur:
“(...) kitabın yazıldığı 1865’ten beri, bugün borsaya, önemli ölçüde artan ve sürekli büyüyen bir rol yükleyen bir değişiklik olmuş, sınai ve tarımsal tüm üretimin, tüm ticaretin, ulaştırma ve iletişim araçlarının olduğu kadar değişim işlevlerinin de borsa yöneticilerinin elinde toplanmasına doğru bir gelişme görülmüş, ve böylece, borsa, bizzat kapitalist üretimin en seçkin bir temsilcisi halini almıştır. Bunu, sanayiin giderek hisse senetli girişimlere dönüşmesi izledi. Sanayi kolları birbiri ardına bu kadere kurban gitti. … Bundan sonra ortak yönetim altında dev girişimler yaratan tröstler… Sıradan bireysel firmalar, gitgide artık, o alandaki işi kurulabilecek düzeye getiren, yalnızca birer geçici aşama.
Tarım alanında da aynı şey. Özellikle Almanya’da, türlü türlü bürokratik adlar altında dev boyutlara ulaşan bankalar, gitgide daha fazla ipotekler üzerinde hak sahibi oldular; hisse senetleri ile, toprak mülkiyetinin fiili sahipliği borsaya geçti; çiftlikler alacaklıların eline düştüğü zaman, bu, daha da gerçekti. Burada, bozkırların işlenmesiyle tarımsal devrim çarpıcıdır; eğer böyle sürüp giderse, yakın bir gelecekte, İngiltere ile Fransa’nın topraklarının da borsanın eline geçeceği söylenebilir. Şimdi bütün yabancı yatırımlar, hisse senedi biçiminde. ... Sonra sömürgeleştirme. Bugün bu, borsanın gerçek bir yardımcısı; onun çıkarı için Avrupa’nın güçlü devletleri birkaç yıl önce Afrika’yı paylaştı, Fransa, Tunus ile Tonkin’i elegeçirdi. Afrika, doğrudan doğruya şirketlere kiralandı … ve Mozambik ile Natal’ı, Sir Cecil Rhodes, borsa için ele geçirdi.” (Kapital, c.3, “Ek”, Sol Y., s.795)
Engels’in bu anlatımları da ortaya koymaktadır ki, 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde büyük sermaye gruplarının oluşturduğu tekeller; bankalar, kredi mekanizması ve borsa sistemi aracılığıyla dünya ekonomisinin baş aktörleri haline gelmeye başlamış; mali sermayenin küresel egemenliğinin temelleri atılmıştır. 20. yüzyılla birlikte kapitalizmin en son ve üst aşaması olan emperyalizmin tahlilini yapmak ise Lenin’e düşmüştür.
(devam edecek)
[1] “İşletme geliri” ile kastedilen, bir işletmenin gerek kendi faaliyetleri gerekse de faaliyet dışı yollarla (örneğin faiz gelirleri) elde ettiği gelirlerin toplamıdır. İşletme kârından farkı, içinden henüz giderlerin düşülmemiş olmasıdır. Ciro kavramıyla yakın anlam içerse de tam karşılığı değildir.
[2] Tablodaki sıralama, şirketlerin sermaye büyüklüklerine göre değil, “ağ içindeki şirketleri kontrol etme” kapasitelerine göre yapılmıştır.
link: Kerem Dağlı, Dünya Ekonomisini Kimler Kontrol Ediyor?, 1 Ağustos 2013, https://marksist.net/node/3313