Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda oldukça önemli değişimlerin yaşandığı bir onyıl kapanıyor. 2001’deki ekonomik ve siyasi krizle zemini döşenen ve bir yıl sonra yapılan erken genel seçimlerde hükümeti oluşturan üç partinin birden sandığa gömülmesiyle başlayan dönüşüm süreci, kritik dönemeçlerden geçerek bugüne dek gelmiş durumda. Tüm bu sürece damgasını vuran AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde henüz bir yıllık bir parti iken tek başına hükümete gelmişti. AKP o gün bugündür, üzerine değişik yönlerden gelen basınçları savuşturmayı başararak, girdiği tüm seçim ve halkoylamalarını kazanmış bulunuyor. Dahası, yeni seçimlere 6 ay kala, mevcut burjuva partiler içinde hâlâ en güçlü aday durumunda.
Bu süreçte Türkiye kapitalizminin sıçramalı bir gelişme göstererek “lig atladığını” söylemek yanlış olmaz. Nitekim Türkiye dünyanın en büyük 17. ekonomisi konumuna yükselmiş ve tam da bunun bir nişanesi olarak G20 ülkeleri arasına dâhil edilmiş bulunuyor. Bu kadarıyla sayısal bir veri olarak görünen bu olgu, toplumun hayatında çok yönlü ve köklü değişimler anlamına gelmektedir. Büyük bir kentleşme ve proleterleşme süreci yaşanmaktadır. Kırın ve taşranın kapalı ortamından çıkan geniş kitleler, kapitalist küreselleşmenin etkileriyle de iç içe yürüyen bir iletişim ve ulaşım patlamasının eşliğinde kentsel yaşama entegre oluyorlar. Önemli bir bölümü itibariyle dindar olan bu kitleler artık yerleşik ve geri dönüşsüz bir unsuru oldukları kentte, hayat kavgası içinde yeni bir denge bulmaya çalışıyorlar. Bu hengâme içinde bir yandan her gün gözlerinin içine sokulan dünya nimetlerine ulaşmaya çalışırken, bir yandan da kapitalizmin acımasız çarkları arasında kaybolup gitmeme ve benliklerini yitirmeme uğraşı veriyorlar.
Türkiye’de yaşanan bu çok yönlü değişim sürecinin önemli bir halkasını da politika alanı oluşturmaktadır. Bu kapsamda 1982 Anayasasında ve diğer yasalarda yapılan değişiklikler sonucu siyasal yapının bazı kritik yönlerinde gedikler açılmıştır. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’deki burjuva devlet yapılanmasının ve ideolojisinin özgül yanını oluşturan Kemalizme ilk kez ciddi darbeler vurulmuştur. Kemalizmin asıl ve gerçek güç kaynağı olan ordunun siyasal sistem içinde her zaman işgal ettiği ağırlıklı ve belirleyici role ilk kez sarsıcı darbeler indirilmiş, devlet yapısında yasal ve fiili olarak bu rolü somutlayan bazı mekanizmalar budanmıştır. Bu alanda yaşananlar sonucunda, Türkiye’de derin tarihsel kökleri olan bürokratik-askeri sulta şu ana kadarki en ciddi sarsıntısını geçirmektedir.
AKP’nin iktidara gelmesi ve statükoya darbe vurması burjuva kesimler arasındaki iç çatışmayı alabildiğine kızıştırdı. Elbette, ayrıcalıklı olmaya alışkın bürokratik-askeri kast, daha önce bu yönde adımlar atmaya çalışanları nasıl bertaraf ettiyse, AKP’yi de aynı şekilde bertaraf etmeye girişti. Geniş statükocu cephe, bu uğurda elindeki imkânları seferber ederek AKP’ye ve onu destekleyen güçlere karşı dört bir koldan haçlı seferi başlattı. Bu haçlı seferinin önemli bir ayağını, kendisine geniş bir toplumsal destek yaratma çabası oluşturuyordu. Bu zorlamaların bir sonucu olarak, esasen ülkenin nispeten gelişmiş batısında ve eğitimli kentli kesimler ile Aleviler arasında, “şeriatçı” ve “gerici” diye damgalanan AKP’ye ve onu destekleyen kitlelere karşı laiklik ekseninde büyük bir hezeyan dalgası oluşturuldu. Böylelikle, gitgide toplumda geniş bir kutuplaşma yaratıldı.
Kuşkusuz söz konusu toplum katmanlarında, az önce kısaca bahsettiğimiz sosyo-ekonomik dönüşüm sürecinin bir ürünü olarak kente yeni gelen dindar kitlelere ve Kürtlere karşı belli bir mesafe vardı. Ancak söz konusu statükocu güçlerin gemi azıya alan fitne propagandası ve bilfiil örgütlemesi sayesinde, bu nispeten uyurgezer önyargı gitgide bir hezeyan ve nefrete dönüşmeye başladı.
Dolayısıyla, genel olarak söyleyecek olursak, bu ekonomik, sosyal ve siyasal değişim, ciddi sarsıntılar ve çatışmalar doğurdu. Bu döneme damgasını vuran siyasi güç, hiç şüphesiz AKP olduğundan, söz konusu hezeyan ve nefretin başlıca hedefi de o olmuştur. Zira AKP başından beri bu sürecin önde gelen taşıyıcısı/yürütücüsü konumundadır. Bizzat bu konumu nedeniyle AKP’nin Türkiye burjuva siyasetinin tarihinde bir dönüm noktasını temsil ettiği açıktır. Ancak AKP karşıtı ulusalcı-Kemalist propaganda, gerçeklerden ziyade patolojik bir nefretten beslendiğinden, bu anlayışla çizilen AKP tablosu, geniş emekçi kitleler açısından bırakın inandırıcı bulunmayı, aksine AKP’ye daha fazla sarılma sonucunu doğurmuştur.
Son on yıllık dönemde yaşanan bu değişim sosyalist solu da etkilemiştir. Sosyalist sol bir sarsıntı yaşamakla kalmamış, kendi içinde bir ayrışma yaşamaya da başlamıştır. Bu süreç, Kemalist zaaflar taşıyan sosyalist kesimlerin, bu zaaflarının daha belirgin biçimde öne çıkmasına vesile olmuştur. Zira kendine esas olarak Kemalist hezeyanlar içindeki toplum kesimleri arasında yer bulmaya çalışan bu küçük-burjuva sosyalist çevreler, ideolojik-politik eğitimlerini Marksizm okulunda değil, tahrifatçı Stalinizm okulunda almışlardı. Onların sosyalizm anlayışı genel olarak devletçi, ulusalcı ve tepeden inmeci bir sosyalizm anlayışı idi. Şüphesiz böylesi eğilimleri taşıyan sosyalistlerin hepsi Stalinizm okulundan gelmiyorlar, kendine Troçkist diyenlerin de bir kısmı bu eğilimleri belli ölçülerde taşımaktadırlar. Ancak bu eğilimleri bütünlüklü bir sosyalizm anlayışı düzeyine yükselten akımın Stalinizm olduğunu da biliyoruz.
Sonuçta bu durum, söz konusu sosyalist çevrelerin AKP’ye yönelik politik tutum ve değerlendirmelerinde Marksist çizginin dışına çıkmalarını beraberinde getirmektedir. Oysa AKP olgusunu açıklama ve ona karşı mücadele etme açısından en doğru ve kapsamlı perspektifi verecek olan biricik kılavuz, devrimci işçi sınıfının dünya görüşü olarak Marksizmdir.
Bir sermaye partisi olarak AKP zaten işçi sınıfının mücadelesinin hedefi olmak durumundadır. İşçi sınıfı kendi sınıf çıkarlarının doğal bir gereği olarak, diğer tüm burjuva siyasal güçlere karşı olduğu gibi, AKP’ye karşı da mücadele etmek zorundadır. Diğer düzen güçleri gibi, AKP’nin de varlık sebebi son tahlilde kapitalist sömürü düzeninin bekâsını sağlamaktır. Dolayısıyla toplum üzerindeki kapitalist tahakkümün AKP tarafından da benimsenen ve sürdürülen sayısız görünümü bulunmaktadır. Bu durum bir burjuva düzen partisi olarak AKP’ye karşı mücadele için gerekli temeli fazlasıyla sağlamaktadır. Başka deyişle, işçi sınıfının AKP’ye karşı mücadele etmek için milliyetçi ve devletçi yaklaşımlara ihtiyacı yoktur. Aksine bu tür yaklaşım ve tutumlar genel olarak eninde sonunda ters tepmekte ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluş davasına zarar vermekte olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut somutluğunda da işçi-emekçi kitleleri sosyalistlere yaklaştırmamaktadır.
Bu kesimlerin AKP’ye karşı yürüttükleri propagandanın temel ayaklarını iki kategoride toplamak mümkün. Buna göre, 1) AKP, ABD tarafından kurulmuş ve onun emir komutası altında hareket eden, ülkeyi ABD ve AB emperyalizmine peşkeş çeken, onların uşağı/kuklası bir partidir; 2) AKP İslamcı/şeriatçı/“dinci gerici” bir partidir ve (ABD’nin de istediği bir biçimde) Türkiye’de din temelli bir rejim kurmaktadır; ülkeyi adım adım karanlığa (“ortaçağ karanlığına”) sürüklemektedir.
AKP’nin hükümette tek başına geçirdiği 8 yılın ardından yeni bir genel seçimin eşiğindeyken ve tam da şimdi ABD’nin birçok gizli diplomatik belgesi de yavaş yavaş ifşa olurken, AKP hakkında yapılmış hangi değerlendirmelerin hayatın testine dayandığını görmek yararlı olacaktır. Ortada gerçekten de bir AKP sorunu vardır ve gelinen noktada bu soruna bir kez daha açıklık getirmenin zamanıdır. Doğrusu 12 Eylül referandumu sürecinden sonra bu ihtiyaç daha da belirginleşmiştir.
AKP’nin sözde şeriatçılığı
Daha baştan açıkça söylemek gerekiyor ki, AKP’nin şeriatçı bir parti olduğu ve Türkiye’de din temelli bir rejim kurmaya çalıştığı iddiası bir safsatadır. Şeriatçı olduğu söylenen bir parti hükümete gelecek, 8 yıl boyunca birçok seçim ve oylama geçirerek tekrar tekrar seçilecek, bu süreç içinde “laik” Batı sermayesiyle bütünleşme yolunda iştahlı adımlar atacak ve bu adımlar Batı sermayesi tarafından da takdirle karşılanacak, ama hâlâ bu partinin memlekete şeriatı getirmeyi amaçladığı iddia edilebilecek!
Belki de bu gerçeklik nedeniyle olsa gerek, daha kaçamak davranan AKP karşıtları “şeriatçılık” kavramından ziyade “dincilik”, “dinci gericilik” gibi daha muğlâk terimleri kullanıyorlar. Bu terimler, somut bir vakıa olarak AKP bağlamında muğlâktır, çünkü bu kavramlarla AKP’nin dinsel esaslara dayanan bir devlet ve toplum düzeni kurma hedefi doğrultusunda hareket ettiği mi, yoksa din istismarcılığı yaptığı mı kastediliyor, belli değildir. Bu ikisi arasında dağlar kadar fark vardır.
AKP hiç şüphesiz din istismarı yapmanın yanı sıra, genel anlamda toplumda din unsurunu muhafaza etmeye ve güçlendirmeye çalışmaktadır. Ancak aklı başında hiç kimse buradan hareketle, AKP’nin aslında dini esaslar üzerine kurulu bir devlet ve toplum düzeni yaratmak istediğini söyleyemez. Söylerse de inandırıcı olamaz.
8 yıllık tek parti iktidarının ardından bugün Türkiye’de şeriat olmadığını ve AKP’nin şeriat peşinde koşmadığını tespit etmek pek güç olmasa gerek. Marifet, bunu daha başında görebilmektir. Eğer Kemalizmle bulaşık bir küçük-burjuva sosyalizminin etkisi altında değil de, Marksizmin kılavuzluğunda proleter devrimci bir siyasal tahlil yapıyorsanız, bunu en başından teşhis edebilirsiniz. Nitekim daha 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi dönemde Marksistler AKP hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Dini motifleri kullanan Milli Selâmet-Refah-Fazilet çizgisinden gelen ve Türkiye’deki siyasal İslamın reforme edilmesinde görev üstlenen AKP’nin yükselişini ise büyük sermayenin “Batıcı” kesimi ve Ordu hâlâ içine sindirebilmiş değil. Oysa AKP’nin programı incelendiğinde, onun da merkez sağ ya da merkez sol burjuva partilerden, kısacası diğer düzen partilerinden bir farkının olmadığı kolayca görülür. Aslında burjuva siyaset sahnesinde en anlamlı yaptırım gücüne sahip örgüt olan TÜSİAD’ın tek ivedi isteği, IMF destekli ekonomik programın sürmesidir. Sorun AKP değildir; TÜSİAD denenmemiş bir parti iktidara gelecek, dengeler yeniden oluşturulana dek zaman yitirilecek diye endişe içinde kıvranmaktadır. Bazı Kemalist çevrelerin, kendi azılı milliyetçiliklerinin üzerine modern bir elitizm kılıfı olarak geçirdikleri fanatik laiklik yaygarası bir yana bırakılacak olursa, AKP’nin diğer burjuva düzen partilerinden hiç de bir farkının olmadığı rahatlıkla görülür.” (Elif Çağlı, Seçime Doğru, www.marksist.com, 26 Ekim 2002)
İşin doğrusu, AKP Avrupa’daki Hıristiyan-demokrat partilerin İslam ve Türkiye koşullarındaki özgün bir eşdeğeri konumundadır. Belki daha da uygun bir örnek olarak Amerika’daki Protestan muhafazakârlığından da söz edilebilir. AKP, 80’lerle birlikte kendisini belirgin şekilde ortaya koymaya başlayan ve ilerleyen yıllar içinde olağanüstü bir ivmeyle büyüyen yeni bir sermaye kesiminin dolaysız temsilcisi olarak sahneye çıkmıştır. “Yeşil sermaye” ya da “Anadolu sermayesi” olarak da adlandırılan ve içinden büyük tekeller de çıkarmış olan bu kesimler, düzenin geleneksel Kemalist sahiplerini rahatsız eder hale gelen Milli Görüş çizgisiyle daha fazla yol alamayacaklarını görmüşlerdi. İlerleyen yıllarla birlikte daha da belirginleşen şey şudur ki, MÜSİAD gibi kendi alternatif örgütlenmelerine de sahip olan bu sermaye kesimleri kendi iktidar paylarını talep etmekte ve almaktadırlar.
AKP’nin Milli Görüş hareketinden kopması her ne kadar 28 Şubat darbesinin sonucu olarak gerçekleşmiş gibi görünse de, aslında 28 Şubat, vakti gelmiş olan bir doğuma yapılmış ebelikti. Yani 28 Şubat’ı bu bahiste büyük ölçüde bir dışsal tetikleyici olarak görmek gerekir. Biat kültürünün, itaatin bir erdem olarak görüldüğü ve çok hâkim olduğu bir siyasal harekette yaşanan bu bölünme sahici bir bölünmedir. Sermaye cephesinde yaşanan gelişmenin yanı sıra, bunu temellendiren bir başka olgu da, Türkiye’de yaşanan derin toplumsal değişimlerdir. Bu nokta ihmal edilerek AKP olgusu anlaşılamaz. Bu bakımdan, söz konusu süreçlerle ilgili daha önce yaptığımız bir değerlendirmeyi hatırlatmak yararlı olabilir.
“Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı ve küreselleşme olarak da adlandırılan gelişmelerin bir parçası olarak, Türkiye’de son çeyrek yüzyılda yaşanan dizginsiz kapitalist gelişme, kırdan kente göçe büyük bir hız vererek, kent çeperlerinde muazzam bir nüfus birikimine yol açtı. Büyük çoğunluğunu yoksul emekçilerin oluşturduğu bu geniş kitlenin toplumsal talep ve özlemlerine, bir sol hareketin yokluğunda sahip çıkar görünen tek politik hareket, AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketiydi. Bu muazzam dalgayı emecek ölçüde hızlı gelişen güçlü bir kapitalist sanayi de olmadığından, acımasız kent cangılında yaşam mücadelesi veren bu kitleler için şüphesiz din önemli bir sığınak işlevi görüyordu. Ancak dinle karın da doymuyordu. Bu kitlelerin temel sorunu, onlara her gün televizyondan kışkırtıcı biçimde pompalanan modern kent yaşamının nimetlerinden bir nebze olsun yararlanabilmekti. Milli Görüş’ün, bu kendine özgü çarpık ve hızlı kentlileşme sürecini yaşayan kitleleri, kendi geleneksel söylem ve konumlanışı içinde daha fazla kucaklayabilmesi mümkün olamazdı. Bu hareketin içinde, dönemin ruhuna daha uygun genç kadrolar bunu fark etmekte gecikmeyerek, AKP’nin kuruluşuyla sonuçlanan kopma sürecini başlattılar. Bölünmeden sonra Milli Görüş geleneksel çizgisinin sahibi olarak kalan ve ilk kuşak kurucu liderleri de muhafaza eden şimdiki Saadet Partisinin, tüm gayretlere rağmen AKP karşısındaki durumu uzun boylu sözü gerektirmemektedir.” (Levent Toprak, İç Kapışmanın Yarattığı Tartışmalar ve Gerçekler, MT, Kasım 2007)
Özetle, ne AKP’nin arkasındaki sermaye güçleri açısından, ne AKP kadrolarının genel siyasal yönelimleri açısından, ne de onu destekleyen geniş kitleler açısından bir şeriat özleminden söz edilebilir. Muhakkak içinde farklı eğilimler olmakla beraber, AKP’ye genel yönelimini veren şey dinsel bir dinamik değildir. Diğer taraftan, AKP’yi destekleyen geniş kitleler şeriat değil, daha geniş demokrasi ve refah istiyorlar. Kaldı ki, AKP’yi destekleyen kitle içindeki dindar kesimin yaşam tarzında da genel olarak büyük bir değişim yaşandığı aşikârdır.
Bugünlerde açığa vurulmakta olan ABD diplomasisinin gizli yazışmaları da, AKP’nin, dinsel bir düzen getirsin diye memlekete ABD tarafından musallat edilmiş olmadığını ortaya koymaktadır. Örneğin AKP’nin “gizli İslamcı gündemi” hakkında ABD’li diplomatların uzun değerlendirmeler sonucunda vardığı sonuç şöyle ifade edilmiş: “[AKP’nin] Bugüne kadarki sicili, İslami kökleri olan ve Kemal Atatürk’ün ana ilkeleri batılılaşma ve modernleşmeyi ılımlı biçimde ilerletmiş olan bir merkez-sağ muhafazakâr partiyi tarif etmektedir. Bu sürece bağlı değişimlerin bazıları kaçınılmaz olarak geleneksel güç dengesini dönüştürecek ve sivil liderleri güçlendirecektir. Türk toplumunun geliştiği bir sırada halkın güvenini muhafaza etmek ve gerilimi asgariye indirmek için, AKP’nin, özellikle de Erdoğan’ın, kucaklayıcı, ılımlı, dengeli bir söylem kullanmayı sürdürmesi gerekecek.”[1]
Elbette AKP de Türkiye’deki tüm diğer partiler gibi iktidara gelmeden önce ABD’ye giderek kendisini tanıtmış ve kendisinin ABD için zararlı olmadığını, birçok konuda teşriki mesaiye açık olduğunu anlatmıştır. Ancak bu AKP’yi hükümete ABD’nin getirdiği anlamına gelmez. Hatta ABD’nin, o dönemde asıl olarak Kemal Derviş’li seçeneklere ağırlık verdiği bir sır değildir.
ABD uşaklığı meselesi
Başta da belirttiğimiz gibi, AKP hakkında dolaşımda olan ulusalcı safsatalardan bir diğeri AKP’nin “ABD’nin uşağı” olduğu idi. Aslında patenti küçük-burjuva sosyalist harekete ait olan ve bugün de Türkiye’deki sosyalist hareketin büyük bölümünün benimsediği bu anlayışa göre, AKP, ABD tarafından kurulmuş ve onun emir komutası altında hareket eden, ülkeyi ABD ve AB emperyalizmine peşkeş çeken, onların kuklası bir partidir. Hayatın içindeki birçok önemli gelişme bu yaklaşımla hiçbir surette açıklanamaz olduğu halde, bu kaba formül şaşılacak biçimde bir hacıyatmaz dayanıklılığı göstermektedir.
Oysa son yıllarda Türkiye kapitalizminin yaşadığı sıçramalı gelişimi ve bu temelde, bırakalım emperyalizmin uşağı olmayı, bizzat emperyalistleşme aşamasına gelinmesi gerçeğini, “ABD uşaklığı” türü Marksizmin bilimsel yaklaşımıyla pek bağdaşmayan çürük siyasal kavramlarla açıklamak mümkün değildir. Bu kesimler Türkiye’yi emperyalizmin elinde oyuncak olmuş, en küçük bir bağımsız iradesi olmayan, mazlum ve azgelişmiş bir ülkeymiş gibi görmeye çalışan yanlış bir ideolojik anlayışa sahip olduklarından, gerçek süreçleri tutarlı biçimde anlayacak fikri araçlardan da kendilerini mahrum bırakmaktadırlar.
Eskinin azgelişmiş kimi ülkelerinin bugün emperyalist güçler kümesine dâhil olacak düzeye yükselmiş olmaları, küçük-burjuva sosyalizmine gönül vermiş solcular için anlaşılmaz olsa da, Marksistler için eşitsiz ve bileşik karakterdeki kapitalist gelişmenin doğal bir sonucudur. “Kapitalizmin emperyalist aşaması boyunca yalnızca en gelişkin kapitalist ülkelerde değil, diğer kapitalist ülkelerde de ekonomik sektörler çeşitlenir. Çeşitli ülkelerde farklı tarz ve hızlarda olmak üzere, pre-kapitalist üretim ilişkileri tasfiyeye uğrar ve kapitalist üretim ilişkileri gelişir. Bu değişimin neticesinde, vaktiyle kapitalist olup olmadığı bile tartışılan ülkelerde tekelci kapitalizm egemen hale gelebilir ve hatta bunların bir kısmı bir alt-emperyalist güç düzeyine yükselebilirler.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009)
E. Çağlı aynı yerde bundan çıkan önemli bir politik sonuca işaret etmiştir: “Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir.”
Bu temel politik öncüllere dayanmayan değerlendirme ve tutumların tutarlı, inandırıcı ve başarılı olması mümkün değildir. Özellikle de günümüz dünyasında. Nitekim küçük-burjuva sosyalist hareket Türkiye’nin son dönemde İsrail ve İran konusundaki kimi politik tutumlarını, Rusya, Çin ve Brezilya gibi ülkelerle yöneldiği yeni ilişkileri, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yönelik emperyal açılımlarını, üçüncü dünyacı küçük-burjuva formüllerle açıklamakta zorluk çekmektedir.
Geçtiğimiz günlerde Wikileaks tarafından ifşa edilmeye başlanan Amerikan diplomasisinin gizli yazışmaları da bu küçük-burjuva anlayışların çizmeye çalıştığı tabloyu tümüyle yerle bir etmiştir. Şimdiye kadar yayınlanan belgeler, ABD’nin dünyanın dört bir yanında son derece faal bir diplomasi ordusuna sahip olduğunu, bu ordunun tüm ülkelerde çok çeşitli unsurlara dayanan oldukça kapsamlı bir çalışma yürüttüğünü ortaya koyuyor. Ama bu belgelerde asıl ilginç olan, ABD’nin, tüm bu çok yönlü faaliyete rağmen, kadir-i mutlak olmadığının, her zaman istediği kontrolü kuramadığının, birçok noktada çuvalladığının, her ülkeyi ya da gücü istediği gibi çekip çeviremediğinin görünüyor olmasıdır.
Ancak, az sayıda da olsa kimi sosyalist çevreler, ortaya çıkan ilk posta Wikileaks belgelerine ilişkin olarak, bunların Türkiye’nin ve AKP’nin her düzeyde emperyalizme uşaklığını açıkça ortaya koyduğunu iddia ettiler. Oysa söz konusu belgelere bakıldığında gerçekliğin bu klişe söylemin ima ettiği şeyin tersini gösterdiği görülüyor.
Örneğin belgeler açıkça, tüm çabaya rağmen ABD’nin Erdoğan’ı kontrol edemediğini gösteriyor. AKP’ye yönelik değerlendirmeler içeren yazışmaların hemen tamamında Erdoğan’a dair “gerçekçi bir dünya algılamasına sahip olmadığı”, “etrafa kulaklarını tıkadığı”, “çok az okuduğu”, “sadece kendi karizmasına, içgüdülerine ve danışmanlarının filtrelemesine güvendiği” yollu şikâyetler bunun bir ifadesi. Bu ifadelerin tercümesini, “bizi pek dinlemiyor, başına buyruk davranmaya eğilimli” diye yapmak mümkün. Bir belgedeki şu ifadeler de, Erdoğan’ın İran konusunda yoklandığına ve olumlu cevap alınamadığına işaret ediyor: “Eğer bağlantılarımızın üzerinde uzlaşma sağladıkları bu görüşler doğruysa, bu durum Başbakan Erdoğan’ı İran’a karşı sert bir tavır takınmaya ikna etme çabalarımızın zorlu bir girişim olacağını gösteriyor.”[2] Bunun gibi başka belgelerde de ABD’li diplomatlar Türkiye’nin artık daha bağımsız bir dış politika izleme çabasında olduğu değerlendirmesini yapıyorlar. Keza İsrailli egemenlerin de Türkiye’nin değişen politikasından endişe duyduklarını, Türkiye’nin “bölgesel bir süper güç” olma hedefiyle hareket ettiğini düşündüklerini görüyoruz.
Tam da klişe ulusalcı tabloya pek uymadığından olsa gerek, sahte “anti-emperyalizm” söylemini asıl bayraklaştıran ulusalcı-devletçi sosyalizm akımının öncü kuvveti durumundaki TKP, gayet temkinli davranarak, söz konusu belge ifşaatından pek memnun olmadığını açıkça belirtti. Doğrusu, devrimci bir zeminde duran çevrelerin, TKP’nin bile sezinlediği şeyi anlayamamaları, hazin bir durumdur. Bunun gösterdiği şey, alışılmış klişe söylemin ne denli güçlü olduğudur.
Bunun sebebi, Türkiye’deki egemenlere ya da AKP’ye karşı mücadele edebilmek için, ille de bunların birtakım yabancıların uşağı, maşası olduğunu söylemekten medet ummaktır. Kötü olan şeyler ille de “kökü dışarıda” olması gereken, içinde “yabancı parmağı” olması gereken şeylerdir! Bunun milliyetçi bir saplantı olduğunu görmek gerekiyor. Buradaki arayış, ortalama bilinçteki emekçide var olan ya da var olduğu farz edilen milliyetçi önyargılara yaslanma, bunlardan sözümona sosyalist amaçlar için yararlanma arayışıdır. Sosyalistler arasında kendilerine buradan çıkış arayanlar olması acıklı bir durumdur. İşçi sınıfının mücadelesi bu tür önyargıları besleyerek devrimcileşemez. Aksine bu önyargıları kıracak enternasyonalist bir hat izlemek gereklidir ve bu hat hiç de gerçeklere aykırı, hayalci bir hat değildir. Hep söyleyegeldiğimiz gibi, işçi sınıfının Türkiye’deki burjuva düzene ve AKP’ye karşı mücadele etmek için bu tür çürük ve eninde sonunda ters tepen araçlara ihtiyacı yoktur.
Proleter sınıf perspektifi
Kürt halkının özel durumunu bir yana koyarsak, 2000’li yıllar, örgütsüz yoksul emekçi kitlelerin bir çare olarak esasen AKP’ye sarıldığı yıllardı. Kitleleri esinlendirecek ölçüde güçlü bir devrimci alternatifin olmadığı koşullarda, sağ ve sol görünümlü diğer burjuva partiler karşısında AKP kitlelere mevcutların en iyisi olarak göründü. Statükocu güçlerin darbeci zorlamalarına ve Kemalist yaygaralarına karşı emekçi kitleler AKP’ye belki daha büyük bir inatla sarıldı.
Sosyalistler hiç kuşkusuz emekçileri, onları burjuva düzene bağlayan AKP yanılsamasından kurtarmaya çalışırlar. Ama bu, özü Kemalist olan bir çizgiyle, Kemalist argümanlarla, Kemalist tutumlarla başarılabilir mi? Kesinlikle hayır! AKP’yi “dinci gericilik”, “şeriatçılık”, “türban tehlikesi” türü Kemalist temalar üzerinden sıkıştırmaya çalışmak, başarısızlığa mahkûm olmanın ötesinde, yanlıştır ve kesinlikle işçi sınıfının işi olamaz.
Kemalistlerin AKP’yi sıkıştırmak için ileri sürdükleri bir diğer argüman da, onun “cumhuriyet karşıtı bir parti” olduğudur. Bu argüman da diğerleri gibi, statükocu bürokratik cephenin AKP’yi yıpratmak amacıyla yürüttüğü propaganda çerçevesinde imal edilmiştir. Gerçekte AKP, yürürlükteki burjuva yönetim biçimi olan cumhuriyeti yıkarak monarşik bir düzene geçme niyetinde olduğunu ihsas eden herhangi bir girişimde bulunmuş değildir. O zaman ne demek oluyor bütün bu “cumhuriyet tehlikede” yaygarası? Bunun bir tek gerçek anlamı var: tehlikede olan, bir yönetim biçimi olarak cumhuriyet değil, askeri-bürokratik kastın burjuva cumhuriyetin kuruluşundan beri sahip olduğu ayrıcalıklı konumu sürdürmesini sağlayan her türlü mevzilerdir! İşçi sınıfının “cumhuriyeti korumak” adı altında bu tür mevzileri korumak gibi bir derdinin olamayacağı açıktır. Aksine işçi sınıfı başından beri her türlü zulmüne maruz kaldığı bu yapının yerle bir edilmesi için uğraş vermelidir.
AKP’ye yönelik eleştirinin temel motifinin “dincilik” olması ise, geniş emekçi kitleler açısından büyük oranda ters tepecek bir şeydir. Başka ülkelere ya da eski dönemlere gitmeye hiç gerek yok, son yılların taze deneyimi bunu açıkça göstermektedir. Yoksul emekçi kitleler bu “eleştiriyi” büyük ölçüde kendi dinsel inançlarına yönelik bir saldırı olarak algılamaktadırlar. Bu da onların AKP’ye daha fazla sarılmalarına yol açmaktadır.
Diğer taraftan AKP, kendisini yok etmek isteyen statükocu güçler karşısında kendisini savunabilmek ve tehlikeyi savuşturabilmek amacıyla, rejimin kimi anti-demokratik yönlerini kırpmak zorunda kaldı. Böylelikle, kendini sol diye yutturmaya çalışan CHP dahil tüm burjuva partilerden daha demokrat ve özgürlükçü bir profil çizdi. Elbette bu zoraki ve güdük bir demokratlıktı, ama diğerleri bu kadar bile değildi. Dolayısıyla AKP belli noktalarda ya da çizgilerde Türkiye’deki egemen sınıfın genel anti-demokratik zihniyetini ve uygulamalarını sürdürürken, belli noktalarda bu kalıpları kırmak zorunda kaldı. Türkiye’de burjuvazinin genel anti-demokratik mirasını tümüyle devam ettiriyor olsaydı, zaten toplumdan bu denli büyük ve istikrarlı bir rağbet göremezdi.
Ancak, AKP’nin işçilere, Kürtlere, Alevilere, öğrencilere, gecekondu sakinlerine, siyasi tutsaklara reva gördüğü muamele, onların taleplerine karşı gösterdiği tahammülsüzlük gibi olgular, demokratik hak ve özgürlükler alanında onun güdük demokratlığını teşhir etmek için fazlasıyla meşru ve güçlü bir zemin sunmaktadır. Diğer yandan işsizlik, yoksulluk, sefalet, eşitsizlik, sosyal güvencesizlik, ağır çalışma koşulları gibi çok daha derin sorunlar da tüm patlayıcı potansiyeliyle yerli yerinde durmaktadır. Dolayısıyla emekçi kitleleri AKP yanılsamasından kurtarmak ve bunu yaparken de onları faşistlerin ya da Kemalistlerin kucağına atmamak mümkündür. Yeter ki, doğru bir siyasal perspektif geliştirilebilsin ve proleter sınıf temelinde örgütlü bir çalışma yürütmede kararlı olunsun.
[1] www.wikileaks.ch, 21 Mart 2007 tarihli ve 07ANKARA648 kodlu belge
[2] www.wikileaks.ch, 11 Ağustos 2006 tarihli ve 06ANKARA4688 kodlu belge
link: Levent Toprak, AKP Nedir, İşçi Sınıfının Bakışı Ne Olmalıdır?, 1 Ocak 2011, https://marksist.net/node/2569
Hukukun Üstünlüğü ve Bağımsız Yargı Üzerine
Uyan ve Haykır Öfkeni