Kürt sorunu bağlamında son haftalarda yaşananlar sorunun ne denli çetin olduğunu ve derme çatma çözüm söylemleriyle çözüm yoluna koyulamayacağını bir kez daha gösterdi. Aylardır sürdürülen onca “açılım” söylemine rağmen çözüm yolunda dişe dokunur adımlar atmayan düzen cephesi, bu yetmezmiş gibi DTP’yi kapatarak yine Kürtleri cezalandırmayı seçmiştir. Atasözü köklü tarihsel gerçeği ne de bilgece dile getirmiş: Alavere dalavere Kürt Memed nöbete!
Şimdi de, sanki her şeyin üstüne tüy dikmek istercesine, kapatılan DTP’nin yerini almakta olan BDP’ye daha işin başında darbe vurulmaya çalışılıyor. “KCK operasyonu” adı altında gerçekleştirilen saldırıyla daha yeni BDP’ye katılmış olan birçok belediye başkanı ve onların yanı sıra onlarca partili gözaltına alınıp tutuklanıyor. “Dağdakileri indireceğiz, ovada siyaset yapsınlar” diye başlatıldığı söylenen açılım, şimdi tam da gelecekteki muhtemel dağdan iniş ve “ovada siyaset” için örgütlenmeye çalışan KCK’ye saldırıya dönüştü. Alaturka sermaye düzeninin perhizi ve lahana turşusu böyle oluyor!
Gelinen aşama, bir bütün olarak alındığında Türkiye’deki sermaye düzeninin baskıcı karakterini bir kez daha gün yüzüne çıkarırken, bir yandan da, bir açılım süreci başlatıldığının söylendiği Temmuz ayından bu yana yürüyen tartışma ve hareketlilik sürecinin tam bir tıkanma ve kriz noktasına geldiğini göstermektedir. Yanı sıra bu son haftalarda yaşananların açıkça gösterdiği bir başka şey daha var ki, o da, Kürt sorununun Türkiye’de egemen sınıf içinde yaşanan çatışma süreci ile ne denli iç içe geçmiş olduğudur. Açılım sorunu üzerinden köpürtülen şoven dalganın katkısıyla ve ona paralel olarak, bir darbe ve iç savaş atmosferi pişirilmeye çalışılmış ve işler bugün hükümet üyelerini ve cumhurbaşkanını hedef alan muhtemel komplolara kadar varmıştır.
Açılım muammasının seyri
Açılım süreci vesilesiyle yapılması muhtemel güdük bazı reformların lafı bile Türkiye’de siyasal alanda suların kabarmasına, taşların yerinden oynamasına yol açmıştır. Bu nedenle sürecin doğru değerlendirilmesi ve doğru tutumlar alınması daha büyük önem kazanmaktadır. Kendine sosyalist, komünist diyenlerin bile sular kabardıkça yalpalamalarının artması, şovenizmde yeni yeni aşamalar kaydetmeleri bunu doğrulamaktadır. O nedenle sürecin nasıl geliştiğini, açılıma ilişkin başından bu yana yaptığımız değerlendirmelerden hatırlatmalar eşliğinde ele almakta fayda var.
Açılım sürecinin başlatıldığının ilan edildiği günlerde konuya ilişkin yaptığımız değerlendirmede hükümetin iç ve dış konjonktürün zorlamasıyla Kürt sorununda Türkiye’de 20 yıldır ağır aksak çalışan sarkacı bir kez daha “çözüm” yönüne çevirmeye yöneldiğinden söz etmiştik. Özal’dan beri 20 yıldır fırsat bulundukça gündeme getirilmeye çalışılan bu tür girişimlerin genel özünü şu şekilde ortaya koymuştuk: “Düzen cephesi içinde en azından bir kesimin, dünyanın başka yerlerindeki ulusal/silahlı hareketler örneklerinde yaşananlara benzer bir süreç başlatma denemesi yapmak istediği açıktır. Nasıl Filistin’de FKÖ ile ve İrlanda’da da IRA ile görüşmeler yapılmak suretiyle, karşılıklı verilen hak ve ödünlerle buralardaki sorunlar yeni bir mecraya sokulmuş ve sonunda bu hareketler ehlileştirilerek yeni bir konuma gelmişlerse, Kürt sorununda da kaba hatlarıyla benzer bir şey istenmektedir.” (Levent Toprak, Kürt Sorununda “Açılım” Sancısı, MT, Eylül 2009)
Ancak daha öncekiler gibi bu seferki süreç de en başından itibaren ciddi çelişkilerle dolu, ciddi sınırlılıklar ve darkafalılıklarla malûldü. Sürecin daha ilk günlerinde bile “Günlük gazetesinin kapatılması, Öcalan’ın avukatlarla görüşmesinin engellenmesi, Kürt hareketini adeta muhatap almamak için gösterilen gayretkeşlik, muhalefetin salvoları karşısında hemen geleneksel devlet söylemine sarılmalar, sürdürülen askeri operasyonlar vb. bunlar hep sürecin çelişkili ve sallantılı niteliğini ortaya koyuyor” idi. (age)
Peki o günden bugüne süreç nasıl ilerledi? Daha başından itibaren birtakım kışkırtmaların sürece eşlik etmesine rağmen ilk safhada genel olarak baskın olan hava iyimser bir havaydı. Ancak ilerleyen günlerde, esas olarak statükocu kesimler bastırarak şovenizm denizini tehlikeli biçimde kabartmış ve iş yer yer Kürtlere yönelik linç kampanyalarının eşiğine getirilmiştir. Burada bir dönemeç noktası, Kandil ve Mahmur’dan gelen gerillaların ve mültecilerin Habur sınır kapısında görkemli bir törenle karşılanması ve ardından benzer kutlamaların yüz binlerin katılımıyla bölge çapında yapılması olmuştur. Bu törenler tüm Türkiye’ye ve dünyaya Kürt ulusal hareketinin gücünü ve dinamizmini göstererek düzen cephesine korku salmıştır. Bir iki günlük bocalamadan sonra düzen, dört bir koldan şovenizmin cehennem ateşlerini salmakta gecikmedi. Kürt halkının barış umudunu ifade eden bu törenleri kendine bahane eden statükocu güçlerin şoven-faşist salvoları böylece yeni ve güçlü bir itilim kazanmış oldu. Bunu göğüslemekten aciz olan AKP de hem geriledi hem de kendisi koroya katıldı. Böylece baştaki görece iyimser hava tersine çevrilmiş oldu.
Habur dönemecinden sonra provokasyon olduğu çok açık olan hadiseler hız kazandı. İzmir’de DTP konvoyunun uğradığı linç girişiminin faşistler tarafından tezgâhlandığı açık olduğu gibi, Dolapdere’de DTP’li kitleye silahla poz vere vere saldıranların da bu iş için para almış tasmalı lümpen itler olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Muş Bulanık’ta “göstericilerden kendini korumaya çalışan esnafın tepkisi” diye sunulmaya çalışılan olayın, planlı bir polis-JİTEM tezgâhı olduğu anlaşılmış ve keza Diyarbakır’da göstericilere ateş açılması ve üniversiteli bir gencin öldürülmesinin de faili gizlenen bir cinayet olduğu görülmüştür. Burjuva medyanın AKP düşmanı kanadının bu gibi olayları, ardındaki tezgâhları değil de, halklar birbirine giriyormuş gibi, “iç çatışma” vurgularıyla bilinçlere kazımak istercesine döndüre döndüre vermesi de bizzat bu provokasyonların kopmaz parçasıdır.
Bu arada Tokat Reşadiye’de 7 askerin ölümüyle sonuçlanan ve biraz şüphe uyandırıcı biçimde PKK tarafından 4 gün sonra üstlenilen saldırı şovenist düzen cephesini hepten zıvanadan çıkardı. Kürtlere ve Kürt ulusal hareketine yönelik saldırı ve aşağılamalar bir itilim daha aldı. Tüm bu olanlar açılım yüzünden oldu propagandası hâkim olmaya başlayınca, her ne kadar kendisi de şoven korodan bütünüyle ayrı durmasa da, açılımın sahibi konumundaki hükümet de bu basınçtan nasibini almaya başladı. Böylece açılım süreci en azından şimdilik bir iflas noktasına geldi.
Bir yandan ülkenin batısında alıp başını giden, Kürt düşmanlığı görüntüleri ve bir iç savaş havası, diğer yandan devlet kurumlarının birbirleriyle çatışma noktasına geldiği bir devlet krizi havası, statükocu kesimler tarafından alttan altta darbeyi davet eden bir söyleme dönüştürüldü. Bu söylem, hükümet acz içinde, yönetemiyor vurgusuyla pekiştirildi. Açılım fiyaskosu ve milliyetçi propaganda nedeniyle popülaritesinde belli bir düşüş olan hükümeti erken seçime ve bölgede olağanüstü hal ilan etmeye zorlayan sıkıştırmalar baş gösterdi. Bunun bir parçası olarak “uygun” sonuçları veren anketler ileri sürüldü vs. Tabii tüm bunlar bir bütün olarak darbeci bir zorlama anlamına geliyordu.
Kürt sorununun güncel somut çerçevesi
Açılım süreci denilen sürecin daha ortaya bir şey çıkmadan nasıl bu noktaya geldiğini anlamak için Kürt sorununun özellikle günümüz somutluğunda son derece karmaşık ve çok etmenli bir sorun olduğunu bir kez daha hatırlamak gerekiyor. Örneğin bir yanda dünya ölçeğinde yürürlükte olan karmaşık emperyalist rekabet ve savaş sürecinin, diğer yanda Türkiye egemen sınıfı içinde kıran kırana yürüyen iktidar savaşının oynak dengelerini hesaba katmaksızın gelişmeleri bütünlüğü içinde anlamak imkânsızlaşır.
Bunun bilincinde olarak, yukarıda alıntılar yaptığımız 4 ay önceki yazımızda bu çelişkili ve sallantılı süreç üzerinde somutta etkili olabilecek etmenlere kısaca işaret etmiştik: “… Kürt hareketinin genel olarak bir bekleme durumu içinde olması ve örgütlü işçi hareketinin eksikliği nedeniyle, mevcut somutlukta asıl olarak düzen cephesi içindeki dalaşmanın seyrine ve uluslararası konjonktüre bağlıdır.” (age)
Sıraladığımız bu dört etmenin sadece biri sabit kalmıştır, o da örgütlü işçi hareketinin eksikliği unsurudur. Diğer üç etmen, yani uluslararası faktör, Türkiye’de egemen sınıf içi kapışma faktörü ve Kürt hareketinin tutumu süreç üzerinde etkili olmuştur. Dışarıda Türkiye’nin ABD ve İsrail ile bazı konulardaki anlaşmazlıkları belirginlik kazanırken, içeride de egemen sınıf içi çatışmada gerilim az önce bahsettiğimiz gibi bir kez daha yükselmiştir. Bunların yanı sıra, hükümetin açılım namına herhangi bir yeni somut düzenleme yapmaması, Kürt siyasi hareketini muhatap almamak için elinden geleni ardına koymaması ve dahası baskıları arttırması nedeniyle Kürt hareketi de süreç içinde ılımlı ve bekleyici konumundan sıyrılarak aktif tavır koymuştur.
Öncelikle burada dış etmen hususuna biraz açıklık getirmek yerinde olacaktır. ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinin yaklaşması, Irak Kürdistanı’nda hayli ilerlemiş bir devletleşme sürecinin varlığı, bölgenin enerji kaynakları ve iletimi açısından olağanüstü artan önemi, Türkiye’nin bir bölgesel güç konumuna yükselişi ve emperyalist emelleri gibi hususlar, Kürt sorununda bazı adımlar atılmasını zorunlu kılmaktaydı. Ancak, emperyalist emelleri doğrultusunda Türkiye’nin bazı hamlelerinin, değişik yönlerden de olsa, ABD, İsrail ve Rusya’yı rahatsız etmesi söz konusudur. İsrail-Filistin sorunu, İran sorunu ve Afganistan’daki savaş sorununda Türkiye’nin ABD ve İsrail’in isteklerine pek uymayan ya da ayak direyen tutumları örnek gösterilebilir. Bu politikalar AKP’de simgeleştiği için, ezelden beri Türkiye siyasetinde etkili olan bu dış güçlerin, defetmek için değil ama ders verip burnunu sürtmek için AKP’nin durumunun zorlaşmasına katkıda bulunmuş olmaları ihtimalini gözardı etmemek gerekir. Keza Rusya’nın Türkiye’nin emperyalist girişimlerine ket vurmak için aynı yönde müdahalesi de ihtimal dışı görülmemelidir. Birbiriyle bağlantılı bu hususlar son derece karmaşık yeni durumların, yeni kombinasyonların ortaya çıkmasına yol açmakta ve bu da doğal olarak Ortadoğu’da karmaşık bir güç oyununun yürümesi anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan Türkiye içinde bu uluslararası faktörlerle de kuşkusuz bağlantılı olan bir egemen sınıf içi iktidar savaşının yürümekte olduğu malûm. Bu savaş henüz sonuçlanmış olmaktan uzaktır ve zaman zaman görülen durulmalara rağmen, yeni yeni parlamalarla hep gün yüzüne çıkmaya devam etmektedir. Yukarıda açılım sürecinin seyrini kaba çizgilerle verdiğimiz bölümde egemen sınıf içi çatışmanın bu açılım süreci içinde kendisini nasıl gösterdiğini ortaya koymuştuk. Bugünlerde “Arınç’a suikast girişimi” diye patlayan hadise de şüphesiz bu çatışmada bir doruk noktasını temsil ediyor. Buna ilişkin olarak burjuva basında yapılan yorumlar pek açıklayıcı değildir. Bu hadiseyi her darbenin temel hazırlık çalışmasını yapan Genelkurmay’a doğrudan bağlı Seferberlik Tetkik Dairesinin, bir darbe durumunda toplanacak ya da etkisizleştirilecek politikacılara yönelik tespit ve izleme faaliyeti olarak görmek herhalde en mantıklısı olacaktır. Ancak kontracı subayların iş üstünde yakalanması ve devamında işin kontrgerillanın karanlık odalarının aranmasına kadar uzanması, teşebbüsün en azından şimdilik bastırılması anlamına geliyor.
Tasfiye hayalleri ve uysal Kürt arayışı
Açılım sürecinin gelişiminde Kürt ulusal hareketinin başlangıçtaki tutumunu değiştirmesinin ise çok açık nedenleri bulunuyor. Başlıca sebep, başlangıçta onlarla müzakere yapılabileceğine dair izlenim ve mesajların verilmiş olması ve fakat sonradan buna ters davranılması ve tasfiye niyetlerinin açık biçimde görülmesi olmuştur. Bunun yanı sıra hükümetin yarattığı havaya rağmen, reform anlamına gelecek hiçbir adım atmaması da şüphesiz önemli bir etmendir. Aslında bırakalım reformu, hükümet, zoraki girdiği bu yolda korkaklık ve gönülsüzlüğüyle, dişe dokunur hiçbir düzenleme yapmamıştır.
Kürt hareketinin liderliği besbelli ki, kendisine yönelik saldırılar devam ettiği halde, düzen cephesinin parçalı yapısını ve iç mücadelesini de hesaba katarak sürecin büyük bölümünde tansiyonu yükseltecek tutumlardan kaçınmıştır. Ancak Habur dönüşleri sonrası değişen atmosfer ve Öcalan’a yönelik muamele, Öcalan’ın mesajıyla Kürt hareketinin tavrını sertleştirmiştir.
Süreç ilerledikçe hükümetin son derece sığ hesaplar yaptığı ve bunları inatla hayata geçirmeye çalıştığı Kürt hareketi tarafından fark edildi. Hükümet aklınca uzatacağı havuçla ve asilik edenlere indireceği sopayla bir ayrıştırma yaratıp, kendi işine gelecek “makbul” Kürtlerle yoluna davam edecekti! Ama bu hesap, Öcalan, PKK ve DTP’yle geniş kitle tabanı arasındaki bağın gücünü hafife alan bir ham hayaldi. Bu hesabın yürümediğini gördükçe şirazesinden çıkıp baskı ve şiddetin dozunu arttıran düzen güçleri sonunda işi DTP’nin kapatılmasına kadar vardırdı. Ama bunlar da tam aksine kitlenin daha da kenetlenmesine yol açtı. İşin doğrusu hükümetin bu siyaseti, sürecin sonunda Öcalan ve PKK ile Kürt kitlelerin bağlarının daha da güçlenmesini getirmiştir.
Dolayısıyla Kürt hareketini yok sayarak ya da dışlayarak çözüm diye bir şeyin olamayacağı, Öcalan’ın gücünün hafife alınamayacağı gün gibi ortaya çıkmıştır. Nitekim bugün artık çeşitli kamplardan birçok burjuva yorumcu bile bu gerçeği daha açık biçimde dile getirmek zorunda kalıyor. Biz bu hususu iki yıl önce de bir “paket” ya da “plandan” bahsedildiği sıralarda, “bu tür bir “paketin” Kürt hareketi muhatap alınmadığı sürece bir açılım olamayacağı açıktır” diyerek dile getirmiştik. Devamla da şunları söylemiştik: “Oysa söz konusu “planın” temel ayağı olarak Kürt hareketinin tasfiyesinin öngörüldüğü söylenmektedir. Sorulması gereken soru öncelikle bunun gerçekten mümkün olup olmadığı ve bir an için mümkün olduğu varsayılsa bile bunun bir çözüm olup olmadığıdır. Ezilen ulusun özlem ve duyarlılıkları giderilmedikçe, hele hele belirli bir ulusal bilinç uyanışı yaşanmışsa, bunlara tercüman olacak ulusal hareketler eninde sonunda ortaya çıkarlar. Tarihin yasası budur.” (Levent Toprak, Kürt Sorununda Büyüyen Açmaz, MT, Aralık 2007)
Ama hâlâ akıllanmamışa benzeyen hükümet, aklınca ABD, Irak ve Güney liderlikleriyle kapalı kapılar ardında pişirilen anlaşmalar yoluyla PKK’yi fiziken tasfiye edebileceği ya da ona ciddi darbe indirebileceği ve buradan kendine yeni muhataplar üretebileceği hayalini kurmaya devam etmektedir.
Diğer taraftan şovenizme yönelik ciddi darbeler indirilmeden, onyıllardır halkta yaratılan önyargıları kırmak için sistemli bir karşı propaganda yürütülmeden düzen içi bir çözüm bile son derece zordur. Her fırsatta Kürt hareketinin temsilcilerini hedef gösteren, aşağılayan haber ve yorumlara set çekilmedikçe, bunların yarattığı birikim kırılıp da güçlü bir kardeşlik söylemi hâkim kılınmadıkça ciddi bir çözüm çabasından söz etmek mümkün değildir. Ama tam da çapsız Türk egemen sınıfına yakışır biçimde, yıllardır durmaksızın işletilen şovenizmin kusmuk makinesine yol verilmeye devam ediliyor. Düzen içinde bir kesim “çözüme” hevesli olsa da, bu makine her gün Kürtlere ve Kürt ulusal hareketine hakaretler yağdırdıkça bir yumuşama atmosferinin ve Kürt hareketiyle müzakere sürecinin başlamasının mümkün olmadığı açıktır.
Ancak son ayların gelişmeleri nereye varırsa varsın, Kürt sorununun tarihsel gelişimi bakımından artık geri dönülmez bir noktaya gelinmiştir. Geleneksel inkâr, imha ve zora dayalı asimilasyon politikaları kesin biçimde iflas etmiştir. Bu politikalar geçmişte başarılı olmuş ve sorunun birkaç onyıl boyunca bastırılmasına yaramıştı. Ama bugün bu imkânsızdır. Tarih köprüsünün altından çok sular akmıştır. Kürt halkında oluşan ulusal bilinç bugün geri döndürülemez bir noktadadır. Bu noktayı düzenin birçok temsilcisi de şu ya da bu biçimde itiraf etmekten geri duramamaktadır. Zaten biraz aklı başında olanların, bu dinamiği acaba bazı tavizler vererek yatıştırabilir miyiz arayışı içinde olmaları bunun bir ifadesidir.
Türkiye’deki burjuva hükümetler Kürt sorununda dişe dokunur bir adım atmadıkça bu sorun eninde sonunda onların yıpranmasına yol açmaktadır. Kürt sorunu tarihsel olarak öyle bir aşamaya gelmiştir ki, bu sorunu çözemeyen hükümetlerin kendisi çözülmektedir. Ama şüphesiz asıl sorun burjuva hükümetlerin çözülmesi ya da gelip gitmesi sorunu değil, artık halkların boğazlaşması tehlikesinin de yakıcı bir şekilde gündeme gelmiş olmasıdır. Devasa boyutlara ulaşan işsizlik ve yoksullukla birleşen bu denli yoğun şovenizm zehri, son derece tehlikeli bir kokteyl oluşturmaktadır. O nedenle, Kürt sorununun çözümü yolunda derhal ve büyük ölçekli adımların atılmaya başlanması için mücadeleyi yükseltmek, tüm sınıf bilinçli işçilerin başlıca görevleri arasında yer almaktadır.
link: Levent Toprak, Açılımın Açmazı, 1 Ocak 2010, https://marksist.net/node/2349
Tekel İşçileri Yeni Yıla Sokakta Giriyor
On Binler Ankara’da Tekel İşçisinin Yanında