2009’a girerken özellikle metal işçilerinin fabrika işgalleriyle ve direnişleriyle belirgin bir canlanma yaşayan Türkiye işçi hareketi, 2009 baharından sonra sessizliğe gömülmüş ve birkaç tekil örnek bir kenara bırakılırsa, 25 Kasım kamu emekçileri grevine dek bir toparlanma belirtisi gösterememişti. 25 Kasım Uyarı Grevi, sınıf hareketinin nabzının yeniden atmaya başladığının bir göstergesi oldu. KESK ve Kamu-Sen’in ortaklaşa aldıkları karar doğrultusunda harekete geçen on binlerce kamu işçisi Türkiye çapında bir günlük Uyarı Grevi gerçekleştirdiler. 25 Kasımda hastanelerde acil servisler hariç sağlık hizmeti verilmedi, trenler durdu, pek çok okulda dersler yapılmadı, belediye işçileri hizmet vermedi, vergi dairelerinde, havaalanlarında vb. hizmetler belirgin şekilde aksadı.
Kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşme hakkını grevin birinci talebi olarak yükseltmeleri ayrı bir önem taşıyordu. Zira yıllardır “toplu görüşme” adı altında kamu emekçileri sendikaları devlet eliyle sergilenen bir oyunun parçası haline getirilmişlerdir ve on yıllardır süren sendikalaşma çabaları bu oyunla sekteye uğratılmıştır. AKP hükümeti iki yıldır ağzında gevelediği grev ve toplu sözleşme hakkına ilişkin yasal düzenlemeden kaçınmakta, ama bir yandan da bu söylemle kamu işçilerini oyalamaktadır. Uyarı grevi, bu bağlamda kamu emekçileri hareketi açısından büyük bir önem taşımaktadır.
AKP hükümetinin, bildik tavırla, grevi yasadışı olarak ilan etmesi ve greve katılacak işçilere tehditler yağdırması onun açısından istenen sonucu vermemiştir. Bu tehdide rağmen 100 binden fazla kamu emekçisi greve çıkmış ve “tehditleriniz bize vız gelir” demiştir. Hükümetin grevden sonra gözdağı vermek amacıyla açtığı soruşturmalar ve 16 demiryolu işçisinin görevden uzaklaştırılmasıysa işçilerin tepkisinin daha da artmasına yol açmıştır. Demiryolu işçileri, görevden uzaklaştırılan arkadaşlarının işe iade edilmesi için bir dayanışma grevi örgütlemişler ve bu grev de büyük bir ses getirmiştir. Grevin hemen ardından 30 demiryolu işçisinin daha görevden alınması da işçileri sindirmeye yetmemiş, işçilerin eylemleri devam etmiştir. Sonunda, demiryolu çalışanlarının kararlı mücadelesiyle saldırı geri püskürtülerek işçi düşmanı hükümete geri adım attırılmış ve görevden uzaklaştırılan demiryolu çalışanlarının tümü işe iade edilmiştir. Bunun verdiği moralin, bundan sonraki benzeri kitlesel eylemlerde sınıfın daha kendine güvenli, daha kararlı davranmasına yol açacağı açıktır.
Tekel işçilerinin eylemi de demiryolu işçilerinin dayanışma grevi eylemini yükseltmeleriyle aynı günlere denk gelmiştir. Binlerce Tekel işçisinin haklarını savunmak üzere Ankara’ya akması, AKP hükümetinin, uyarı greviyle açılan yolu barikatlarla örmesine engel olmuştur.
Tekel’in özelleştirilmesi sürecinde, devlet, yaklaşık 12 bin Tekel işçisinin 31 Ocak 2010 tarihinden itibaren farklı kamu kurumlarına kaydırılarak 4-C statüsünde çalıştırılmasını kararlaştırmıştı. Geçici ve sözleşmeli çalışma anlamına gelen 4-C statüsü işçilerin emeklilik, ücret ve iş güvencesi gibi özlük haklarına yönelik büyük bir saldırı anlamına geliyor. Kanuna göre “işçi”den sayılmayan ama 657 sayılı kanunun 4-A bendindeki şekliyle “memur” olarak da görülmeyen bu kapsamdaki işçiler sadece 10 ay çalıştırılıyorlar ve 10 ay üzerinden ücret alıyorlar. Maaş dışında herhangi bir yan ödeme ve fazla mesai ücreti alamıyorlar. Sözleşmeleri her yıl yenileniyor ve bu statüyle emekli olduklarında maaşları yarı yarıya düşüyor. Hizmet sözleşmesinin feshinde, ihbar, kıdem vs. adlar altında herhangi bir tazminat alamıyorlar. İlgili yasa maddesi 4-C’ye tâbi personelin sendika üyeliğini de yasaklıyor. Tüm bunlardan dolayı özelleştirme sürecinde hak gaspına uğrayan Tekel işçileri, özlük hakları korunarak diğer kamu kuruluşlarına yatay geçişlerinin yapılmasını istiyorlar.
15 Aralıktan bu yana Ankara’da hükümete öfke kusan Tekel işçileri, dondurucu soğuk yetmezmiş gibi bir de Ankara Emniyetinin coplu, gazlı, tazyikli sulu saldırısına maruz kaldılar. “Provokasyon ihbarları aldık, o yüzden eyleme izin vermiyoruz” klasik yalanına başvuran Ankara valisi, polis terörünün en büyük provokasyon olduğu gerçeğini gizlemeye çalıştı. Ancak işçiler yılmadılar, daha büyük bir kararlılıkla birbirlerine kenetlendiler ve bu vahşi saldırının ertesi günü tüm Türkiye’de dayanışma eylemleri gerçekleştirdiler. Türk-İş Başkanlar Kurulunun olağanüstü toplantıya gitmesi de bu tepkinin sonucunda gerçekleşti.
Türk-İş Başkanlar Kurulu, 23 Aralıkta yaptığı toplantı sonucunda, başta Tekel işçileri olmak üzere, sınıfa yönelik saldırıları protesto etmek ve taleplerinin yerine getirilmesi için bir ay boyunca her Cuma günü işe 1 saat geç başlama ve her hafta bu sürenin 1 saat daha arttırılarak eylemin genişletilmesi kararını aldı. DİSK ve KESK’in de destekledikleri bu eylemin ilk ayağı 25 Aralık Cuma günü gerçekleştirildi. Türk-İş “Türkiye çapındaki tüm işyerlerinde üyelerimiz eyleme katılacaklardır” açıklamasını yapsa da, eylemin bir grup devlet işletmesiyle sınırlı kalması, bunun yasak savma mantığıyla alınan bir karar olduğunun apaçık göstergesidir. Türk-İş dostlar alışverişte görsün mantığıyla, bildik kararlarından birini daha almıştır. Ancak buna rağmen Türkiye çapında binlerce işçi, Tekel işçisinin yalnız olmadığını göstermek üzere iş bırakarak sınıf dayanışmasının güzel bir örneğini sergilemiştir. Tabanın mücadele arzusu bir kez daha sendikal bürokrasinin ataletinin önüne geçmiştir.
Bugün, ekonomik krizin vurduğu ve sermayenin saldırıları altında inleyen milyonlarca işçinin harekete geçirilmesi için son derece uygun bir zemin olduğu ortadadır. Ancak proletarya bunu gerçekleştirecek örgütlülükten yoksundur. En başta, böylesi bir bilinçle hareket edecek ve sendikalarda militan sınıf sendikacılığı anlayışını hâkim kılacak bir örgütlülük mevcut değildir. Ayrıca, sınıfın son derece küçük bir kısmı sendikal olarak örgütlüdür ve sendikal alandaki kan kaybı yıllardır artarak devam etmektedir. DİSK yok olma noktasına gelmiştir, Türk-İş en büyük konfederasyon olmakla birlikte inanılmaz bir üye kaybına uğramıştır, Hak-İş sırtını AKP hükümetine yaslayarak kan kaybını azaltma telâşı içindedir. Üstelik bunların tümünde, uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi bir anlayış hâkimdir.
Kurulduğundan bu yana devlet güdümlü sendikal anlayışın timsali olan Türk-İş bürokrasisinin, son dönemlerde hükümetle çatışmalı kararlar alması mücadeleci bir çizgiye gelmesinden değildir. Onun en büyük derdi kamudan tasfiye edilip arpalığı Hak-İş’e kaptırmamaktır. Ayrıca, Türk-İş içindeki statükocu eğilimin, tabandan gelen basıncı AKP’yi sıkıştırma yönünde kullanması da bu tutumda rol oynamaktadır.
Aynı kan kaybetme ve yarılma durumu kamu emekçileri sendikaları için de geçerlidir. Varlığını kamu emekçilerinin her türlü baskıyı, sürgünü, tutuklanmayı göze alarak yürüttükleri kararlı mücadeleye borçlu olan KESK, yasal statüye kavuştuktan sonra, bildik bürokratik çembere dahil olmuştur. Üyeleriyle bağları kopmuş, delegeler yönetim seçimlerinden seçimlerine hatırlanır olmuş, “toplu görüşme” rezaletine yıllarca rıza gösterilmiş, sendikal etkinlik her yıl bu “toplu görüşme” tiyatrosu öncesinde yapılan bir dizi eyleme indirgenmiştir. Bu anlayış sonucunda doğal olarak KESK üye sayısını hızla kaybederek bu alanı devlet sendikası olan Kamu-Sen’e kaptırmıştır. Ancak statükocu burjuvazinin ve asker-sivil bürokrasinin AKP hükümetini devirme eylemlerinin derinleşmesine ve faşist eğilimli Kamu-Sen’in hükümete tavır alması üzerine AKP de kendi güdümündeki Memur-Sen’in önünü açtı. Vurgulayacak olursak, Kamu-Sen’in bugünkü çıkışlarının temelinde esas olarak şu iki neden yatıyor: AKP’nin statükoyla çatışmasında faşist eğilimli Kamu-Sen’in devletin ve statükonun yanında yer alması ve bu yüzden AKP hükümeti tarafından tasfiyeye uğratılmaya çalışılması. Kamu-Sen’i yıllardır “komünist ve bölücü odağı” olarak gördüğü KESK’le ortak eylem yapma noktasına getiren de aynı nedenlerdir.
AKP saldırırken muhalefet partileri parsa toplama telâşında
AKP hükümeti işçi sınıfına saldırılarını dört bir koldan ilerletmektedir. Kıdem tazminatının gaspına yönelik çalışmalar, özel istihdam bürosu adı altında köle simsarlığının yasallaştırılmak istenmesi, temel tüketim maddelerine birbiri peşi sıra gelen zamlar ve buna rağmen yerinde sayan ücretler, ağırlaşan çalışma koşulları, %25’e çıkan işsizlik oranı; tüm bunlar işçiyi canından bezdirmektedir. Elektriğe, doğalgaza, ulaşıma, suya zam yaparken dolar kuru, enflasyon oranı, petrol fiyatı diyerek fahiş zamlar yapan hükümet, iş işçi ve memur ücretlerine, asgari ücrete gelince bütçeden, açıklardan, “ülkemizin şartları”ndan söz etmektedir. Türk-İş’in hesaplamalarına göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 795, yoksulluk sınırı 2588 liraya yükselmiştir. Buna rağmen Asgari Ücret Tespit Komisyonu net asgari ücreti 2010 yılının birinci yarısı için 577, ikinci yarısı içinse 599 lira olarak saptamıştır. Yani net asgari ücret yapılan bu zamdan sonra da açlık sınırının altında kalmıştır. Aynı şekilde, 2010 yılında memurlara yapılacak zam da her iki altı ay için yalnızca %2,5+2,5 olarak belirlenmiştir. Oysa aynı hükümet 2010 bütçesinde vergi gelirlerini %18 oranında arttıracak şekilde yeni vergiler ve vergi zamları hazırlamıştır.
“Demokratik açılımcı” AKP hükümeti, değiştirilmesi yılan hikâyesine dönen Sendikalar Kanununu da sendika bürokratlarıyla kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sonucunda bir oldu bittiye getirip yasalaştırmak istiyor. Daha doğrusu yasalaştırmak istediğini söylüyor, çünkü yıllardır ortada sadece laf var, icraat yok. Tıpkı “açılım”ın diğer ayaklarında olduğu gibi.
AKP’nin, işçileri düşman olarak gören diğer sermaye hükümetlerinden ve TC devletinden hiçbir farkı yoktur. Aksine, Erdoğan, pervasızlıkta diğerlerinden bir adım önde gitmektedir. Haklarımızın gasp edilmesini istemiyoruz diyen Tekel işçilerine, “yattığın yerden para kazanma dönemi bitmiştir” diye gürleyen Erdoğan, Tekel’i Türkiye’nin en kârlı işletmelerinden biri haline getirenlerin, “yatarak para kazanıyorsunuz” denilen on binlerce işçi olduğu gerçeğini gözlerden saklamak istiyor. Erdoğan, işçiye duyduğu sınıf kininde sınır tanımazken (üstelik Tekel işçilerinin yüzde 65’inin AKP’ye oy verdiğini bizzat işçiler dile getirmektedir), şimdi de binlerce öğretmen soruşturma terörüyle yıldırılmaya çalışılmaktadır. İstanbul’da 25 Kasım grevine katılan 15 bin öğretmen hakkında soruşturma açılmıştır. Erdoğan ve hükümeti bu yıldırma çabalarının ters teptiğini göremeyecek kadar kördür. Bu körlüğü yaratan şeyse işçi sınıfına duyulan nefret ve öfkedir.
Kuşkusuz bu nefret ve öfke yalnızca Erdoğan’a ve AKP’ye mahsus değildir. Bugün Tekel işçilerinin yanındaymış pozlarındaki MHP’nin de ondan bir farkı yoktur. Öte yandan, kendini sözümona sol bir parti olarak göstermeye çalışan CHP de işçi sınıfına karşı tutumunda bu sağ burjuva partilerden zerrece farklı değildir. Gaz yiyip kahraman kesilen CHP milletvekillerine ertesi gün MHP’li “ülküdaşları” da katılmıştır. Ve çok geçmeden Saadet Partisi de oyuna dahil olmuştur. AKP hükümetine karşı kullanılabilecek hiçbir fırsatı heba etmeme mantığıyla hareket eden bu statükocu burjuva partiler, Tekel işçilerinin direnişini kendi çıkar hanelerine kaydetme uğraşı içindedirler. Bunlar işçilerin tepkisini AKP hükümetine yönlendirerek sermayeyi aklamak ve AKP’yi sıkıştırarak bundan nemalanmak istiyorlar. Ankara’ya gelip Baykal’la görüşmek isteyen Kent A.Ş. işçilerini CHP Genel Merkezinin kapısından içeri sokmayan CHP’nin, şimdilerde işçi dostu rolüne bürünmesinin nedeni budur.
Bu oyunda sendikal bürokrasinin oynadığı rol de gözden kaçırılmamalı. İşçilerin Anıtkabir’e götürülmeleri, CHP ve MHP’ye teşekkür ziyareti düzenlenmesi, Tek-Gıda-İş bürokrasisinin işçileri nereye yönlendirmek istediğini ve oynadığı uğursuz rolü gözler önüne seriyor. Yapılmak istenen şey, AKP hükümetini düşürerek yerine CHP-MHP koalisyonuyla şekillenecek statükocu, milliyetçi-şoven bir hükümeti işbaşına getirmektir. Bu istek, darbeci güçlerin planlarıyla da son derece uyumludur. Dolayısıyla, yaşananları burjuvazinin iç çatışmasından bağımsız değerlendirmek son derece büyük bir eksiklik olacaktır. Bu gerçek, devletin ve sermayenin binbir türlü karanlık oyununa tanık olmuş sınıf devrimcileri için son derece net olmalıdır. İşçi sınıfı devrimcileri, sınıf hareketinin darbeci güçlerin planlarına alet edilmesinin önüne geçmek için, meseleyi tüm çıplaklığıyla ortaya koymalıdır. Sınıfın eylemliliğinin onun kendi örgütlü gücü ve bağımsız çıkarları temelinde yükseltmesi doğrultusunda çalışılmalı, sınıf düşmanlarının buradan prim yapmasının önüne geçilmeli, oyunları teşhir edilmelidir.
İşçi sınıfının bağımsız çıkarları, sadece AKP hükümetinin ya da düzenin diğer unsurlarının değil topyekûn sermaye düzeninin alaşağı edilmesinde yatmaktadır. Sınıf devrimcilerinin görevi, bu gerçeği işçi sınıfının bilincine çıkararak onu bu doğrultuda mücadeleye sevk etmek olmalıdır.
link: Marksist Tutum, Tekel İşçileri Yeni Yıla Sokakta Giriyor, 1 Ocak 2010, https://marksist.net/node/2350
Sürekli Devrim Üzerine /2
Açılımın Açmazı