Burjuva siyaset arenasında son haftalarda yine hareketli günler yaşanıyor. Genelkurmay karargâhında görevli bir albayın imzasını taşıyan “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın ortaya çıkmasının yarattığı gerginlik, sivillerin askeri yargıda yargılanmalarının önünü kapayan ve askerlerin adli yargıda yargılanmasına olanak tanıyan kanunla iyice tırmandı. İkinci Ergenekon davasının başlaması ve üçüncü Ergenekon iddianamesinin mahkemeye sunulmasına ise hâkim ve savcı atamalarında yaşanan kriz eşlik etti.
Egemen sınıf içi kapışma, her bir adımda yarılmanın derinleşmesiyle ve şimdiye dek elbirliğiyle örtbas ettikleri pisliklerin görülmedik bir şekilde ortaya dökülüp saçılmasıyla, daha bir kızışarak devam ediyor. Ancak şu da bir gerçek ki, yıllardır yürüyen bu it dalaşında statüko cephesi iyiden iyiye savunma pozisyonuna çekilmiş bulunuyor. Genelkurmay başkanının 36 generali arkasına dizip “belge değil kâğıt parçası” şovuna girişmesi bile düşülen aczin bir göstergesidir.
Parlamento denen tiyatro sahnesinde siyasal partiler iktidar rolü oynasalar da, Kemalist asker-sivil bürokrasi, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana belirleyici güç konumunu kimseye kaptırmamıştı. Ancak bu gerçek iktidar odağı son yıllarda darbe üstüne darbe alıyor. “TSK’ya karşı medya üzerinden asimetrik psikolojik harekât yürütüldüğünü” savunan genelkurmay başkanı, TSK’nın psikolojik savaş tekelini parçalayan AKP iktidarı karşısında feryat ediyor. Tüm bu yıpranma ve güç kaybı karşısında, söz konusu kesim, her türlü dümenle iktidarını korumaya ve en büyük tehdit olarak gördüğü AKP’yi saf dışı bırakmaya çalışıyor. Bu uğurda “İrtica ile Mücadele” adı altında “AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı” devreye sokuluyor, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) eliyle Ergenekon savcıları ve faili meçhulleri soruşturan savcılar görevden uzaklaştırılmaya çalışılıyor, Ankara’da Ergenekoncu hâkim ve savcılardan oluşan yeni bir ağır ceza mahkemesi kurularak dava buraya taşınmak isteniyor vb.
Genelkurmay’ın fevri çıkışlarının AKP’nin gücüne güç kattığını gören statükocu kanat, 22 Temmuz genel seçimlerinden bu yana yargıyı koçbaşı olarak kullanmaktadır. Ancak AKP, tüm bu manevralar karşısında geri adım atmanın daha güçlü yumruklarla yüz yüze gelmek demek olduğunu tecrübeyle öğrenmiş bulunuyor. Bu yüzdendir ki, tehdidin arttığı dönemlerde, savunmada kalmak yerine saldırı stratejisine başvuruyor. “Bitirme Planı”nın ortaya çıkmasının hemen ardından, “çete faaliyetleri, anayasal düzeni değiştirmeye yönelik suçlar, devlet başkanlarına vb. yönelik suikastlar” gibi ağır ceza (eski DGM) kapsamına giren suçlarda askerlerin adli mahkemelerde (“sivil yargı”) yargılanmalarının önünü açan kanunun meclisten geçirilmesi de bu tutumun bir örneğidir.
AKP’nin bu yasayı demokrasinin önünü açmak için değil, darbecilere gözdağı vermek ve kendisine yönelik tehditleri gerektiğinde adli yargı yoluyla bertaraf etmek amacıyla yürürlüğe koyduğuna şüphe yoktur. Ne var ki, siyasi iktidarın dar hesaplarından bağımsız olarak, bu yasa cumhuriyet tarihinde askerlerin ayrıcalıklarına el uzatan önemli değişikliklerden biridir. En basitinden, bu yasa sayesinde, askeri yargının sağladığı dokunulmazlık zırhıyla korunan Ergenekoncu subayların ya da Şemdinli davasında adli mahkemede 39 yıla çarptırılıp Yargıtay’ın davayı askeri mahkemeye pas etmesi sonucunda ilk duruşmada tahliye edilen iki astsubayın adli mahkemelerde yargılanmalarının, aynı şekilde JİTEM’in gerçekleştirdiği katliamların yargıya taşınabilmesinin vb. önü yasal olarak açılmıştır. Kuşkusuz bu, yargılamaların adil bir şekilde yapılacağı ve suçluların emir-komuta zincirinin tepe noktasındaki isimlerle birlikte cezalandırılacağı anlamına gelmiyor. Bunun yapılabilmesi, Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşın ortağı olan AKP’ye ve sahte demokratlara değil, devrimcilerin, tutarlı demokratların ve tarifsiz acılara maruz bırakılan Kürt halkının bindireceği basınca bağlıdır.
Bununla birlikte, söz konusu yasaya karşı takınılan tutumlar, aslında en sivil görünen güçlerin bile nasıl devletçi-askerci olduklarını açıkça ortaya sermektedir. Yasayı “sivil devrim” olarak niteleyen ve “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” şeklinde boş umutlar yayan liberalleri Marksist bir bakış açısıyla eleştirmek başka şeydir, “AKP sivil darbe yapıyor” çığırtkanlığına başvuran CHP’nin kuyruğuna takılıp bunu gerici bir düzenleme olarak değerlendirmek tümüyle başka şey. Kemalizmin eğitim çarkından geçen herkese enjekte edildiği ve eğitim düzeyi yükseldikçe enjeksiyonun daha da derinlere nüfuz ettiği bu topraklarda, askerci-devletçi ideoloji, bıraktık sosyal-demokrat geçinenleri, kendine komünistim diyenlerin hatırı sayılır bir bölümünü de esir almış durumdadır.
Demokratikleşmenin ve sivilleşmenin önünü açacak her adıma köstek olmayı amentüsü haline getiren CHP, mecliste “uyurken” onay verdiği bu yasayı utanmadan Anayasa Mahkemesine götürmüştür. Üstelik bunu “12 Eylül darbecilerinin yargılanması için 15. maddeyi değiştirelim” diyerek ucuz demokrasi kahramanlığına soyunduğu günlerde yapmıştır. “Geceyarısı darbesi” diyerek yasanın çıkarılış saatini eleştiren CHP ve apoletli medya, işçi sınıfına saldırı yasalarının (örneğin son Teşvik Yasasının) geceyarısı 3’te çıkarılmasını nedense hiç sorun etmemiştir. “Demokrat” geçinen eski-yeni baro başkanlarının, üniversite profesörlerinin ve bilumum titri yüksek zevatın, askerlerin adli mahkemelerde yargılanmalarına askerlerden çok daha fazla karşı çıkmaları, Türkiye’de CHP solculuğu maskesi altında, milliyetçiliğin, askere tapınmanın ve faşizan bir devletçiliğin nasıl hüküm sürdüğünün çarpıcı bir göstergesidir.
Genelkurmay Başkanlığı, statükocu kanadın genel seçimlerde uğradığı hezimetin ardından Eylül 2007’de yürürlüğe koyduğu “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı”nda, “Kamuoyu oluşturma gücüne sahip bulunan üniversiteler, üst yargı organları başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi suretiyle, bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması”nı görev olarak öne koyuyordu. Son yaşananlar, kendilerine yüksek yerden görev verilenlerin bu emre koşulsuz itaat ettiklerinin kanıtı niteliğindedir. Yargıdaki “çiftbaşlılığın” kaldırılması adına atılan son adıma “sivil” yargıdan yükselen tepkiler, Türkiye’de yargının ne kadar bağımsız, demokratik ve adil olduğunu bir kez daha ortaya koymuş bulunuyor! Bu aynı zamanda, yargıdaki “çiftbaşlılığın”, bir başı askeri yargının diğer başı ise “apoletli” adli yargının çektiği bir çiftbaşlılık olduğunu da çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
Askeri yargı, emir-komuta zinciri dahilinde her türlü suçu işleyen askerleri dokunulmazlık zırhına büründürerek koruyup kollama aygıtıdır. Gelişmiş bir burjuva demokrasisinin var olduğu hiçbir ülkede kapsama alanı Türkiye’deki kadar geniş bir askeri yargı sistemi bulunmamaktadır. Örneğin genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un “orada da var” diyerek dile getirdiği Avrupa ülkelerindeki askeri mahkemeler, sadece askerlerin disiplin suçları türünden davalarına bakan mahkemelerdir.
Bu gerçeğin yanı sıra, Türkiye’de “sivil” yargı da, demokrasi düşmanlığının, statükoculuğun ve askeri vesayet rejiminin temel ayaklarından birini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, şimdilerde AKP ve yandaş medyası eliyle yayılan “askeri mahkemelerin kaldırılmasının yargıyı sivilleştireceği ve demokratikleştireceği” beklentisi bir kandırmacadır. Avrupa tipi bir sivilleşme ve demokratikleşme için Anayasadan başlayarak her alanda köklü bir reformun yapılması gerekirken, AKP sadece iktidarını koruyacak adımları, üstelik de kendisi için gerektiği zamanda ve gerektiği kadarıyla atmakla yetinmektedir. En basitinden bu ülke halen, MGK tarafından belirlenen ve içeriği Bakanlar Kurulu dışında hiçbir parlamento üyesi tarafından bilinmeyen Milli Güvenlik Siyaset Belgesiyle (MGSB) yönetilmektedir. MGK internet sitesinde, böylesine önemli bir belgenin parlamento üstü oluşu “kuvvetler ayrılığı”yla açıklanırken, gizlilik gerekçesi ise şöyle izah edilmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ile milletin refahına yönelik tehdit ve risklere karşı izlenmesi öngörülen siyasetin açık olmasının, gerek iç, gerekse dış kamuoyunda yaratacağı sakıncalar, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesinin gizlilik dereceli olmasını gerekli kılmaktadır.” Öyle bir parlamenter demokrasi düşünün ki, “cumhuriyetin bekası ile milletin refahına yönelik tehdit ve risklere karşı izlenmesi öngörülen siyaset”, seçimle işbaşına gelmiş siyasetçiler tarafından belirlenmemek bir yana bilinmesin bile!
Askeri vesayet rejiminin kesintisiz devam etmesini sağlamak üzere yürürlüğe koyulan bir diğer garabetse, 28 Şubat’ı takiben Temmuz 1997’de devreye sokulan EMASYA protokolüdür. Bu protokolün Kürt illerinde olağanüstü hal uygulamasının kaldırılmaya başlandığı bir dönemde imzalanması, gerçek niyeti tüm çarpıcılığıyla ortaya sermektedir. Emniyet, asayiş ve yardımlaşma kelimelerinin kısaltmasından oluşan EMASYA, mevcut “iç güvenlik” birimlerince bastırılamayan toplantı, gösteri ya da ayaklanma benzeri toplumsal olaylarda, orduya müdahale yetkisi veren gizli bir protokoldür. Otoriteyi askere veren, bu bağlamda mülki otorite ile asker arasındaki hiyerarşiyi tersine çevirip “iç güvenlik” alanını askerileştiren bu protokol, vali tarafından görevlendirilip görevlendirilmediklerine bakılmaksızın bütün kolluk güçlerinin yardıma gelen askeri birlik komutanının emrine girmesini öngörmektedir. 1 Mayıslarda, Newrozlarda, binlerce polisin yanı sıra kuytu köşelere askeri birliklerin konuşlandırılması, işte bu protokolün ürünüdür.
EMASYA protokolleriyle kentlerin ordu kuşatmasına alındığı ve askerin olağan koşullarda dahi olağanüstü hal yetkileriyle donatıldığı bu ülkede, AKP’nin asker devletine karşı geliştirdiği alternatifse polis devletidir. Kemalist statüko, hukukun, demokrasinin ve rejimin teminatını ordu olarak görürken, Erdoğan’a göre rejimin teminatı polistir: “Emniyet teşkilatı hukuk sisteminin, demokrasinin ve daha genel anlamda rejimin sarsılmaz güvencesidir.” Yani bu ülkede emekçilerin, ülkeyi, CHP’yi seçerek kışlaya ya da AKP’yi seçerek karakola döndürme hakkının baki olduğu bir “demokrasi” hüküm sürmektedir. Sermaye kesimleri birbirleriyle dalaşadursunlar, rejimin her iki teminatının silahları da esas olarak aynı düşmana çevrilidir: İşçi sınıfına ve ezilen Kürt halkına!
Paşalara GATAkulli, devrimci tutsaklara ölüm hücreleri!
Ergenekon davasında devletin yüce şahsiyetlerinin sorgulanmaları ve bir kısmının tutuklanarak cezaevine konmaları, demokrat geçinen Kemalistlerde, “bu kadar da olur mu?” feveranlarına yol açtı. Kuddusi Okkır’ın cezaevinde ölmesi, Türkan Saylan’ın ölüm döşeğinde ev aramasına maruz bırakılması, “merhametli” Kemalistlerimizi derinden üzdü. Onlara göre, “devlete onca hizmeti dokunmuş” yaşını başını almış “hasta” paşalara, profesörlere, yazarlara reva görülen muamele, AKP’nin gerici bir darbe eliyle demokrasimizi ortadan kaldırmasının tartışılmaz kanıtıydı! Oysa bugün paşalar ve diğer darbeci subayların büyük bir bölümü GATAkulli yoluyla serbest bırakılmışlardır. Pek “muteber” profesör Mehmet Haberal yarım saatlik anjiyo nedeniyle 4 aydır hastanededir. İlhan Selçuk yaşı nedeniyle salıverilmiştir. Oysa Hurşit Tolonlara, Şener Eruygurlara, Arif Doğanlara, Levent Ersözlere karşı pek hassas, pek insancıl olan “demokrat”larımız ve yüce Türk adaleti, ağır hastalıklar yüzünden hücrelerde yaşam savaşı veren devrimci ve Kürt tutsaklar karşısında kör ve sağırdır.
Türkiye İnsan Hakları Vakfının tespitine göre 2008’de cezaevlerinde sağlık sebebiyle 39 kişi hayatını kaybetti. Bu yılın ilk altı ayında ise 6 tutsak yaşamını yitirdi.
PKK üyesi olduğu iddiasıyla 1994 yılında tutuklanarak müebbet hapis cezasına çarptırılan İsmet Ablak, üç yıl önce Erzurum H Tipi Cezaevindeyken cilt kanserine yakalanmıştı. Durumunun ağırlaşması üzerine hastaneye sevk edilen Ablak’ın tedavisi askerlerin gözetiminde yapılıyordu. Ailesinin, “son günlerini yanımızda geçirsin” talebine devletin kulakları tıkalı kaldı ve Ablak geçtiğimiz günlerde tek başına kaldığı mahkûm koğuşunda yaşamını yitirdi.
14 yıldır Adana Karataş Cezaevinde kalan devrimci tutsak Güler Zere’nin ağız kanseri olmasıyla başlayan tahliye talebi, Çukurova Adli Tıp Kurumunun “Yakın çevresinin ilgisine, bakımına, desteğine ihtiyacı bulunduğu, yaşama isteği ve çabasının tedavinin başarısı için gerektiği, bu nedenlerle hastanenin mahkûm koğuşları dahi yaşam riski oluşturacaktır” raporuna rağmen halen sonuçlandırılmadı. Bu da yetmezmiş gibi, Zere son ameliyatının ardından nekahat devresini geçirmesine izin bile verilmeden tekrar hapishaneye gönderildi.
85 yaşındaki Yusuf Kaplan, bir itirafçının “bize pil verdi” demesi üzerine PKK’ye “yardım ve yataklık” iddiasıyla 3 küsur yıl ceza aldı. Bir yılı aşkın süredir Elazığ E Tipi Kapalı Cezaevinde yatan Kaplan’ın vücudunun yüzde 79’u felçli. Buna rağmen tüm tahliye talepleri reddediliyor.
Hastalıkları tedavi edilmeyip geç müdahale edilen Erol Zavar, Samet Çelik, Nizamettin Akar, Aynur Epli ve daha onlarca tutsak, cezaevlerinde ya da kaldırıldıkları hastanelerin mahkûm koğuşlarında ölümü bekliyor. Erbakan’ı yaşı ve hastalığı bahanesiyle affeden Abdullah Gül, ölüm döşeğindeki devrimci tutsakların tahliye edilmesi için uygun bir yol bulamadığını duyuruyor.
Egemen sınıf kendi içinde dalaşırken, işçi sınıfına, devrimcilere ve Kürtlere karşı hiç tereddütsüz tek yumruk oluyor. İşçi sınıfına saldırı yasaları birbiri ardına elbirliğiyle Meclisten geçirilirken, sermaye tam bir fikir birliği içinde “teşvik” edilmektedir. Taşeron şirketler aracılığıyla sömürdükleri binlerce işçiyi işlerine gelmediğinde kapı önüne koyma konusunda AKP’li belediyelerle CHP’li belediyeler arasında hiçbir farkın bulunmadığını işçiler yaşayarak görmektedir. Kürt halkının en demokratik hakları “oydaşmayla” gasp edilmeye devam edilmektedir. Şimdilerde, kendisini o makama bizzat cumhurbaşkanı Gül’ün atadığı HSYK üyesi Ali Suat Ertosun’un son icraatlarından rahatsız olan AKP, aynı şahsa 2004 yılında Cemil Çiçek ve Bülent Arınç eliyle “Devlet Üstün Hizmet Madalyası ve Beratı” vermiştir. O Ertosun ki, F tipi cezaevlerinin mimarı ve 30 devrimcinin katledildiği ve utanmazcasına Hayata Dönüş Operasyonu adının takıldığı katliamın bir numaralı sorumlularındandır. Sabancı suikastının faili olarak cezaevine koyulan Mustafa Duyar’ın konuşma kararı almasının hemen ardından Nuri-Vedat Ergin kardeşler eliyle öldürtülmesine yönelik katkıları da aynı Ertosun’un devlete “üstün hizmetleri” arasında yer almaktadır. Her iki olayda da Cezaevleri Genel Müdürü olan Ertosun, bugün, Ergenekon savcılarının ve Diyarbakır’daki faili meçhulleri soruşturan savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi çabalarının baş aktörüdür. Anlayacağımız, devlete “üstün hizmetlerine” devam etmektedir.
Bu ikiyüzlülüğe, bu çirkefe, bu kokuşmuş sömürü düzenine dur diyebilecek tek güç vardır. O da devrimci işçi sınıfıdır. Onun baskısı ve mücadelesi olmadığı takdirde, iktidar partisinin kendi koltuğunu korumak için ya da AB’nin basıncıyla atmak zorunda kaldığı hiçbir demokratik adım kalıcı olmayacak, aksine bir elin kaşıkla verdiğini diğer el kepçeyle geri almaya devam edecektir.
link: İlkay Meriç, Statükonun Perde Önündeki Koçbaşı: Yargı, 1 Ağustos 2009, https://marksist.net/node/2193
Güler Zere’ye Özgürlük! Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın!
Mamak İşçi Kültür Evi’ne Polis Baskını