20. yüzyılın tarihi, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin çeşitli paylaşım savaşlarıyla yol aldığı gerçeğini tartışma götürmez biçimde gözler önüne seriyor. 21. yüzyılın girişi de bu açıdan hiçbir şeyi değiştirmedi. Tersine, çürüyen kapitalizmin sistem krizi derinleştikçe büyük kapitalist güçler arasındaki çıkar çatışmaları yoğunlaşmakta ve bölgesel savaşlar zinciri şeklinde cereyan eden emperyalist paylaşım savaşının alanı genişlemektedir. Kapitalizmin büyük krizi ve emperyalist savaş sorunu geçmişte olduğu gibi günümüzde de o denli yakıcı bir önem taşıyor ki, bu sorunlar çerçevesinde sergilenen yaklaşımlar dünya sosyalist hareketinde yer alan farklı siyasal eğilimleri ayırt etmeyi mümkün kılıyor.
Birinci Dünya Savaşı döneminin, çeşitli ülkelerin sosyalistlerini ulusal ve uluslararası düzeyde sıkı bir sınavdan geçiren çarpıcı ve unutulmaz bir örnek teşkil ettiği hatırlanacaktır. Bu sınav dönemi, II. Enternasyonal’in ya da onun en önde gelen partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) liderliğinin ihanetini, çürümüşlüğünü gözler önüne sererken, yanı sıra devrimci Marksizmi ölümüne ve ödünsüz biçimde savunan devrimci önderleri de tarih sahnesinin önüne çıkartmıştır.
Emperyalist savaş ve ulusal sorun
Bu önderler arasında yer alan Rosa’nın II. Enternasyonal içinde yürüttüğü mücadelenin en önemli bileşenlerinden birini de, kuşkusuz, emperyalist savaş karşısında geliştirilecek devrimci tutum oluşturur. Birinci Dünya Savaşı dönemi dünya işçi hareketindeki reformist ve devrimci eğilimleri ayrıştıran bir katalizördür. Devrimci eğilim, Lenin ve Rosa gibi önderlerin savunduğu siyasal çizgi sayesinde ete kemiğe bürünürken, reformist eğilim ise SPD’nin veya II. Enternasyonal liderliğinin siyasetinde somutlanmıştır. Aynı dönem, “ulusal sorun” çerçevesinde Marksistler arasında yürüyen önemli tartışmalara da sahne olmuştur. Bu konulara daha önceki çeşitli yazılarımızda, Rosa’nın yaklaşımlarını da kapsayacak şekilde değindiğimizden burada yalnızca kısa bir hatırlatma yapmak yeterli olacaktır.
II. Enternasyonal’in 1907 Stuttgart kongresinde Rosa Luxemburg ve Lenin emperyalist savaşa karşı ortak tutum geliştirmişlerdi. Hazırladıkları karar taslağında, yaklaşan savaştan kapitalist sınıf egemenliğini devirmek için yararlanma görevi formüle edilmiş ve bu karar taslağı kongre tarafından onaylanmıştı. Fakat emperyalist paylaşım savaşı gerçekliğe dönüştüğünde, SPD’nin Almanya’da kabaran milliyetçi dalgaya ne denli prim verdiği, geliştirdiği şoven tutumlardan anlaşılacaktı.
Ayrıca o dönemde pek çok Avrupa ülkesini kapsamak üzere, II. Enternasyonal’in sosyalist geçinen parti liderleri yurtseverliğe methiyeler düzmekte adeta yarışa girdiler. Genel eğilim buyken, SPD içinde küçük bir azınlık ise enternasyonalist komünist çizgiyi savundu. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin, 1914 yılında Alman parlamentosunda savaş kredilerinin oylandığı ünlü 4 Ağustos gününde Rosa’nın evinde bir toplantı düzenlediler. İlerleyen tarihlerde Spartaküs Birliği’ni de kuracak olan bu devrimci liderlerin toplantısından çıkan karar, emperyalist savaşa karşı mücadeleye geçme kararı olmuştu.
Oysa o tarihlerde Marksizmin resmi otoritesi kabul edilen Kautsky ise, kapitalist devletler arasındaki savaşların genel silahsızlanma anlaşmalarıyla, uluslararası kuruluşların çabalarıyla veya kapitalizm temelinde bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin oluşturulmasıyla engellenebileceğini savunmaktaydı. Kautsky, emperyalizmi kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak değil, kapitalistlerin kötü bir politikası olarak değerlendiriyordu. O ve Bernstein gibi SPD liderleri, milyonlarca işçi ve emekçiye ölüm ve yıkım getiren emperyalist paylaşım savaşı patlak vermezden hemen önce, artık savaşların olmayacağı yolunda görüşler geliştirmişlerdi. Bu liderlere göre emperyalist ve militarist “politikalar” burjuvazinin çıkarları yönünden de anlamsız ve zararlı bir şeydi!
Rosa Luxemburg, emperyalizmin kudurgan yüzünü kitlelerden gizleyen ve adeta katilden merhamet dilenircesine kapitalizmden barış bekleyen bu anlayışı paçavraya çevirmekte gecikmeyecekti. Reformistlerin yaptığı gibi, emperyalizm ve militarizmin burjuva çıkarları yönünden de anlamsız ve zararlı bir şey olduğunu iddia etmek burjuvaziye akıl hocalığına soyunmak demekti. Rosa bu tür uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi yaklaşımları amansızca sergiliyor ve eleştiriyordu.
Junius takma adıyla yayınlandığı için Junius Broşürü olarak bilinen ve 1916 yılında yayınlanan Sosyal Demokrasinin Buhranı adlı broşüründe, Rosa Luxemburg, emperyalizm ve paylaşım savaşları da dahil pek çok önemli soruna değinecekti. Emperyalist vahşet Avrupa’yı yakıp yıkmakta serbest bırakılmıştı. Yaşanan olaylar, o çok kibar ve hassas ruhlu geçinen “kültürlü dünya”nın kalbi ve vicdanının Avrupa proletaryasının boğazlanmasına seyirci kaldığını dünyaya ilan ediyordu. Kapitalizm gerçek yüzünü ortaya koymuştu; tarihi sebebini yitirmişti ve sürüp giden varlığının artık insanlığın ilerlemesiyle bağdaştırılması mümkün değildi. Burjuva toplumu bir çıkmazla yüz yüzeydi. Rosa’nın deyişiyle insanlık bir seçimle yüz yüze bulunuyordu: Ya emperyalizmin zaferi ve bütün bir kültürün yok olması, eski Roma’daki gibi çökme, yıkılma, bozulma, uçsuz bucaksız bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi! Bu dünya tarihinin karşı karşıya bulunduğu bir ikilemdi. Sonucu belirlemek üzere tarihsel eylemin zarlarını proletarya atacaktı.
SPD ya da II. Enternasyonal liderliği dünya işçilerine en gerekli olduğu anda enternasyonalizme ihanet etti. Mücadeleyi bu alanda da sürdüren Rosa ve yoldaşları, devrimci teori ve devrimci eylem sayesinde enternasyonalizm bayrağını yükseltmeye çalışıyorlardı. II. Enternasyonal’in yozlaşması konusunda erken tarihlerden itibaren uyarı vermeye başlayan ve dünya işçi sınıfının artık yeni bir uluslararası örgütlülüğe ihtiyacı olduğunu dillendiren Rosa Luxemburg olmuştu. O, Lenin tarafından da genelde övgüyle karşılanan Junius Broşürü’nde yeni bir işçi enternasyonalinin kurulmasını ve bunun işçi sınıfı için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu vurguluyordu.
Rosa, Engels’in ölümünden sonra Marksizmin baş temsilcisi olan ve böylece II. Enternasyonal’e de kendi anlayışının damgasını vuran Kautsky’nin gerçek içyüzünü gecikmeden kavramıştı. Nitekim Lenin, Şalyapnikov’a gönderdiği 27 Ekim 1914 tarihli mektubunda bu gerçeği itiraf edecekti: “Rosa Luxemburg haklıydı; Kautsky’nin parti çoğunluğuna, kısacası oportünizme hizmet eden eyyamcı bir teorist olduğunu çok önceden anlamıştı”.
İçerdiği pek çok önemli açılım nedeniyle Spartaküs Birliği’nin temel metni olarak kabul edilen Junius Broşürü’nde, Rosa, emperyalizm çağının özelliklerini temel aldı. Broşüründe, bu nedenle sosyalist devrimin güncel bir değer taşıdığını ve artık “ulusal savaşlar” döneminin geçmişte kaldığını belirtti. Broşürün eki olarak yayınlanacak Tezler’de bu düşüncelerini açık biçimde ifade edecekti. “Ulusal çıkarlar, emekçi halk kitlelerini, can düşmanları olan emperyalizme hizmet edebilecek hale getirmek için ve bir aldatmaca aracı olarak kullanılmaktadır yalnızca” diyordu. (Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor?, Belge Yay., Birinci Baskı, s.109)
Rosa bu değerlendirmesini esasen Avrupa’nın emperyalist ülkelerini hedef alarak yapmıştı. Bu bağlamda yaklaşımında yanlış olan hiçbir taraf yoktu. Fakat vardığı sonucu genellemesi nedeniyle, bu tezi, tarihsel açıdan gecikmiş bazı ulusların durumuna uymayan ve o yüzden de eleştiriye açık bir uç içeriyordu. Nitekim Lenin onu, istisnaları (henüz ulusal bağımsızlıklarını kazanmamış halkların ulusal savaş yürütebileceği gerçeğini) hesaba katmadığı için eleştirecekti.
İşçi sınıfının savunacağı tek “anavatanın” Enternasyonal olması gerektiğine yürekten inanan Rosa, Marksizmin milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmayacağını belirtirken sonuna kadar haklıydı. Rosa Luxemburg, ezen ulus milliyetçiliğinin en çarpıcı tarihsel örneklerinden biri olan büyük Rus milliyetçiliği karşısında, ezilen Polonya ulusunun içinden çıkma bir Marksist olarak devrimciliğini kanıtladı. Bir ezilen ulus komünistinin sergilemesi gereken devrimci davranışı sergiledi ve hangi gerekçeyle olursa olsun Polonya milliyetçiliğine prim vermedi. Ulusal sorunda aralarında yürümüş olan tartışmaya rağmen, Lenin Rosa’yı bu bakımdan sonuna kadar haklı bulacak ve takdir edecekti. Ancak Lenin sorunun bir başka yönünün daha mevcut olduğuna dikkat çekiyor ve devrimci proletaryanın ezen ulus milliyetçiliğine karşı ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını (UKKTH) savunması gerektiğini belirtiyordu.
Kısaca vurgulamak gerekirse, ulusal sorunda Rosa’nın yaklaşımındaki eksiklik işte bu noktadadır. Ne var ki, doğru ve haklı bir eleştiri getirebilmek için de, Rosa’nın bir bütün olarak ne demek istediği tahrif edilmeden kavranmalıdır. Rosa ezilen ulusların varlığını ve bu temelde bir ulusal sorun olduğunu inkâr etmemiş, ezilen ulusların diğerleriyle eşit haklara sahip olmasını, özgür olmasını kuşkusuz yürekten istemiştir. Ancak o, genelde ezilen ulusların iç güçleri temelinde ulusal bağımsızlıklarını kazanamayacaklarını ve bunu yalnızca şu ya da bu emperyalist gücün müdahalesiyle elde edebileceklerini düşündüğünden, ulusal bağımsızlık sloganının ilerici değil gerici bir slogan olduğu sonucuna varmıştır. Böylece, ezilen ulus için bile olsa, kapitalizm altında ulusal bağımsızlık isteminin haklı bir nedeninin olamayacağı ve sosyalizmde ise buna zaten gerek kalmayacağı görüşünü savunmuştur.
Rosa’nın asıl vurguladığı husus, sosyalizmde ulusal baskı ve ezen ulus-ezilen ulus çelişkisinin son bulacağı, insanlığın enternasyonal birliğinin gerçekleşeceğidir. Rosa, nihai eşitlik ve özgürlük hedefi bakımından ulusal sorun konusundaki bu vurgusunda haklıdır kuşkusuz. Ancak buradan hareketle, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı diye bir şeyin olamayacağını ve dolayısıyla devrimci programın böyle bir hakkın kabulünü içermesine de ihtiyaç bulunmadığını iddia etmesi yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü ezilen uluslar kapitalizm altında da tıpkı diğer uluslar gibi siyasal bağımsızlıklarına kavuşmak isteyebilir ve bu temelde tarihsel açıdan gecikmiş fakat haklı bir ulusal kurtuluş mücadelesi yürütebilirler. Bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağı ve söz konusu ezilen ulusun siyasal bağımsızlığını kazanıp kazanmayacağı ya da ayrı devlet kurma hakkını kullanıp kullanmayacağı, tamamen somut koşullara, mücadelenin düzeyine ve dünya dengelerine bağlı bir sorundur. Ama her ne olursa olsun, devrimci proletaryanın ezilen ulusun güvenini kazanmak için çaba sarf etmesi ve ona ayrılma hakkı da dahil kendi kaderini tayin hakkını tanıması esastır.
Diğer yandan, ulusal sorun çerçevesinde Rosa’nın değerlendirmesinde eksik bir yön olsa da, II. Enternasyonal’in işçi sınıfını milliyetçiliğe çeken uğursuz şovenizmi karşısında onun devrimci bir tutum sergilediği asla unutulamaz. Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli yönlerden biri de, ulusal soruna kesinlikle tek boyutlu yaklaşılamayacağıdır. Yani, ne tek başına UKKTH’nın savunusu devrimci olmak için yeterli bir tutumdur ne de ezilen ulus milliyetçiliğine prim vermeme adına ezen ulus komünistinin de UKKTH’yı tanımasına gerek olmadığını savunmak doğrudur. Ancak bunun ötesinde, ulusal soruna boyundan büyük anlamlar yüklemek ve UKKTH’nın kabulünü proletaryanın asli devrimci görevlerini gölgeler tarzda öne çıkarmak da enternasyonalist komünist bakış açısıyla bağdaşmaz. Dolayısıyla, komünist bir hareketin görevleriyle ulusal bir hareketin görevlerini karıştıranların ve siyasal mücadelede çubuğu ezilen ulus hareketinden yana bükenlerin, Rosa’yı ulusal sorun konusunda fazladan eleştirmeye kalkışmalarına da prim verilmemelidir.
Yol ayrımında
Rosa Luxemburg sosyalist hareketteki yol ayrımını vurgulamak amacıyla “Ya; Ya da” başlıklı önemli bir broşür kaleme almış ve bu broşür 1916 yılı baharında Spartaküs grubu adına yayınlanmıştır. Enternasyonal hareketteki içler acıtan duruma işaret eden Rosa, bu utanç verici duruma bir son vermek için gerekenleri sıralar. Proletaryanın uluslararası dayanışmasını salt güzel bir söz olmaktan çıkararak, gerçek ve son derece ciddi, adeta kutsal bir yaşam ilkesi haline getirmek şarttır. Enternasyonal, kapitalist emperyalizmin ilerde patlayacak dalgalarına karşı sağlam bir baraj gibi yeniden kurulmalıdır. Rosa’nın satırları, onun enternasyonalizm inancıyla çarpan yüreğini ortaya koyar: “İşçilerin dünya çapındaki kardeşliği, bence, yeryüzünün en yüce ve en kutsal şeyi; benim yol gösterici yıldızım, idealim ve vatanım; bu ideale ihanet etmektense, hayatımı vermeyi seve seve kabul ederim!” (age, s. 105)
Rosa bu broşüründe reformizme karşı devrimci program anlayışını ve devrimci enternasyonalizmi savunan görüşlerini tezler biçiminde de ifade etmiş ve yoldaşlarını bu tezler etrafında toplanmaya çağırmıştır. On iki maddeden oluşan bu “Tezler”, Spartaküs Birliği tarafından Junius Broşürü’nün bir eki olarak yayına hazırlanmıştır. Tezlerde, savaşın Enternasyonal’deki gerçekliği açığa çıkardığına, Avrupa sosyalist parti liderliklerinin ihanetine ve emperyalist savaşın hiçbir halkın ulusal savunmasına ya da ekonomik ve siyasal çıkarlarına hizmet etmeyeceğine değinilir.
Emperyalizm sermayenin gelişmesinde varılan en son aşamadır ve bu nedenle tüm dünya proletaryasının ortak can düşmanıdır. Proleter sınıf mücadelesinin gerek barış ve gerekse savaş dönemlerinde, özellikle emperyalizme karşı yoğunlaştırılması elzemdir. Rosa’nın ifadesiyle, anti-emperyalist mücadele uluslararası proletarya açısından, aynı zamanda, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki son hesaplaşma ve siyasal devlet iktidarı için verilen bir mücadele demektir. Tezler, yeni bir işçi enternasyonalinin yaratılmasının sosyalizm için hayati bir zorunluluk haline geldiği vurgusuyla son bulur. Proletaryanın her şeyden önce savunmak zorunda olduğu vatanı, Enternasyonal’dir!
Rosa’nın sosyal demokrat hareketteki yol ayrımını belirgin hale getirmek ve Spartaküs Birliği’nin devrimci bir yol tutmasını sağlamak için ele aldığı son derece önemli konulardan biri de kuşkusuz program sorunudur. Aslında Marx ve Engels’in yaşadıkları dönem de dahil olmak üzere, Alman sosyal demokrat hareketinde program sorununda yanlış görüşlere ve reformizme çeken bir damar hep mevcut olmuştur. Nitekim Marksizmin kurucularının, bu damarın etkisiyle işçi partisinin programına bulaştırılan yanlış görüşleri eleştirdikleri, Gotha ve Erfurt programlarının eleştirilerinden hatırlanacaktır. Ne var ki oportünizm ya da reformizm durduğu yerde durmamış ve devrimci çizgiden sapmalar zamanla büyüyerek nihayetinde işçi sınıfı partilerini ve işçi enternasyonalini içten çökertmiştir.
Rosa Luxemburg, devrimci Marksizmin SPD’nin reformist liderleri veya II. Enternasyonal’in resmi otoriteleri tarafından katledilmek istenmesine karşı genç yaşından itibaren isyan bayrağını çekmiştir. Nitekim daha 1899 yılında SPD’nin Hannover Kongresinde, partinin asgari programatik taleplerini çarpıtan anlayışa karşı eleştiri oklarını yağdırır. Çünkü parti içinde, bu talepleri bile fazla bularak ve tam bir taksitçi tüccar mantığıyla “asgarinin de asgarisine” indirgemeye çalışan unsurlar vardır. Oysa sosyalizm hedefine oranla asgari nitelik taşıyan taleplerin (örneğin halk milisinin teşkili talebi) kırpılması durumunda (diyelim halk milisi talebinin yerine askerlik süresinin kısaltılması talebinin geçirilmesi) nihai hedefin de güme gideceği açıktır. Zira olması gereken asgarinin altındaki bir düzey savunulduğunda, o “olması gereken asgari düzey” neredeyse azami bir hedef haline gelecek ve esas azami hedef ise (örneğimizde sosyalizm) işçi sınıfının görüş ufkundan tamamen kovulmuş olacaktır. İşte Rosa’nın program sorununda sergilemeye çalıştığı ve karşı çıktığı durum tam da budur.
Aslında proletaryanın devrimci programı, işçi iktidarı altında sosyalizme ilerlemeyi başa almalıdır. Programa işçi iktidarından başka bir iktidar hedefi koymak veya sosyalizme ilerlemeyi durduracak bir anlayışla ara aşamalar icat etmek, proletaryanın devrimci mücadelesine su katmak anlamına gelir. Ne var ki Rosa’nın gayet isabetli bir biçimde dile getirdiği üzere, sosyalizmin bir tabancanın ateş alması gibi bir anda başlatılamayacağı hususu da yeterince açık olmalıdır. Bu bakımdan, aşamacı bir mantıkla birbirinden kopartılmamış olması koşuluyla, devrimci bir programda azami nitelikte hedeflerle o hedeflere ilerlemeyi mümkün kılacak çeşitli tür ve düzeyde asgari taleplerin birlikte yer alması gayet mantıklıdır.
Bu asgari talepler sınıfın kitle mücadelesini devrimci işçi iktidarının kurulması noktasına ilerletecek düzeye ve geçişsel karaktere sahip olmalıdırlar. Yukarıda değindiğimiz milis talebinin kırpılması örneğinde olduğu gibi, asgari programatik hedeflerin aşırı bulunarak daha geri taleplerin ileri sürülmesi, burjuvazinin elini güçlendirmek anlamına gelir. Rosa’nın da ifade ettiği üzere, “eğer biz kendimiz de, taleplerimizin aşırı ve pratikte imkânsız olduğuna inanmağa başlarsak, burjuva toplumuna moral açıdan en acı tavizi vermiş oluruz”. (age, s.58) Rosa Luxemburg, SPD ve II. Enternasyonal oportünizminin savunduğu “taksitçi” ve “aşamacı” zihniyete karşı çıkmakla yalnızca kendi dönemindeki çarpıtmalara işaret etmekle kalmamış, gelecekte Stalinizm diye adlandırılacak olan “resmi sosyalizm”in işçi sınıfının başına açacağı belalara da ışık tutmuştur.
Rosa, işçi hareketindeki reformizme ve oportünizme karşı mücadeleyi ulusal düzeye hapsetmez ve asıl olarak enternasyonal düzeyde bir kavga olarak kavrar ve yürütür. Onun Alman devriminin ateşleri içinden dünya işçilerine seslenen 25 Kasım 1918 tarihli ve “Tüm Ülkelerin Proleterlerine” başlıklı çağrısı buna iyi bir örnektir. Rosa tarafından kaleme alınan ve Spartaküs Birliği adına Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin tarafından imzalanan bu metin tüm ülke işçilerini sosyalizmin bayrağı altında toplanmaya çağırmaktadır.
Bu tarihsel çağrıda sosyalizm hedefi dünya işçilerine en özlü biçimde kavratılmaya çalışılmıştır: “Barışı sürdürmeyi yalnızca sosyalizm başarabilir, insanlığın yaralarını yalnızca o sarabilir, savaşın kıyamet atlıları tarafından çiğnenen kurak tarlaların çiçek açmasını yalnızca o sağlayabilir. Yok edilen üretkenliği on kat daha fazlasıyla yalnızca sosyalizm yenileyebilir, insanlığın tüm bedensel ve tinsel enerjisini yalnızca o uyandırabilir, kin ve anlaşmazlığın yerini kardeşçe dayanışmanın, uyum ve her insana karşı duyulan saygının almasını yalnızca sosyalizm sağlayabilir.” (age, s.116)
Rosa’nın devrimci Marksizmi derinden kavrayışının ve ona yürekten inanışının ürünü olan Çağrı, dünyayı cehenneme çeviren emperyalist savaşlardan kurtuluşun aslında hiç de zor olmadığını dile getirmektedir. Günümüzde de enternasyonalist komünistlerin savunduğu gibi, Rosa, tüm ülkelerin proleterlerinin temsilcilerinin bir kez sosyalizm bayrağı altında el sıkıştıklarında, barışın birkaç saat içinde erişilebilecek bir hedef olduğunu ifade eder. Dünya işçi sınıfının devrimci özlemleri onun satırlarında ete kemiğe bürünür: “Tek bir halk olacak yalnızca: her ırk ve dilden emekçiler. Tek bir yasa olacak: tüm insanların eşitliği. Tek bir amaç olacak yalnız: herkes için zenginlik ve ilerleme”! (age, s.117)
link: Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa /4, 27 Mart 2009, https://marksist.net/node/2076