Mart ayına burjuva siyasetinin yeniden karışmasına sahne olan gelişmeler damgasını vurdu. Ayın ilk günleri sınır ötesi askeri operasyonun fiyaskosu ile ilgili yoğun tartışmalara sahne oldu. Ordunun siyasal alandaki temsilcisi rolüne soyunan CHP ve MHP’nin ilk kez Genelkurmayı hedef alan eleştirileri duyuldu. Hatırlanacağı gibi bu durum söz konusu partilerle Genelkurmay arasında sert atışmalara yol açtı. Aynı günlerde üniversitelerde türban serbestisi ile ilgili düzenlemelerin CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmesi ile malûm laiklik tartışmaları da tekrar alevlendi. Türban davasının Anayasa Mahkemesince kabul edilmesinin üzerinden fazla geçmeden, bu kez AKP için kapatma davası açıldı. Bir hafta sonra da İlhan Selçuk, Doğu Perinçek, Kemal Alemdaroğlu gibi ulusalcı cenahın önde gelen isimleri Ergenekon davası kapsamında sansasyonel biçimde gözaltına alındılar.
Böylece egemen sınıfın kesimleri arasında yaşanmakta olan kapışma sürecinin yeniden alevlendiği bir raunt daha açılmış oldu. Burada kilit gelişme AKP için kapatma davası açılmış olmasıdır. Bunun anlamını da açık biçimde ortaya koyalım. Bu, statükocu burjuva güçlerin AKP hükümetini devirmek için 2003 yılından beri sürdürdükleri inişli-çıkışlı çabaların yeni bir hamlesidir. Daha somut olarak da, geçen yılın Nisan ayında başlayan ve ancak 22 Temmuz seçimleri sonrasında nispeten durulan krizin bir devamıdır. Geçen yıl 27 Nisanda yüksek askeri bürokrasi muhtırasını vermişti. Ancak, siyasal açıdan daha önceki hükümetlere nazaran güçlü olan AKP, birtakım tavizler temelinde uzlaşarak badireyi atlatmayı başarmıştı. Şimdiyse, 27 Nisan’ın yıldönümü yaklaşırken, bu kez kapatma davasıyla sivil bürokrasi üzerinden bir muhtıra gelmiş bulunuyor.
Bu çabaların somut hedefleri, Türkiye’yi, AB dolayısıyla içine girdiği kısmi açılım sürecinden çıkarmak, örneğin Kıbrıs konusunda eski uzlaşmaz çizgiyi tekrar tesis etmektir. Ayrıca, Kürt sorununda son yıllarda iç tutarlılığı nispeten bozulmuş olan baskı politikalarını yeniden, diyelim 90’lardaki rotasına oturtmak ve AKP’nin sivil-asker bürokrasinin konumunu zayıflatıcı yasal-idari düzenlemelerini elden geldiğince tasfiye etmektir. Bütün bunların, aynı zamanda, toplumsal ve siyasal hayatta militarist baskının arttırıldığı, yani devrimciler, işçi sınıfı, Kürt halkı, azınlıklar ve demokrat aydınlar üzerindeki baskıların yoğunlaştırıldığı, daha otoriter bir rejim anlamına geldiğini eklemeye gerek yok elbette.
Bugünkü somut duruma dönecek olursak, gelinen noktada oluşan manzaranın bir siyasi kriz manzarası olduğu açıktır. Devletin temel organları mahkemeye düşmüş durumdadırlar. Giderek her önemli mesele Anayasa Mahkemesinde karara bağlanır olmuştur. Bunun bir siyasi istikrar görüntüsü olmadığı açık. Bir açıdan bakıldığında Anayasa Mahkemesi heyeti adeta ülkenin temel meselelerinin karara bağlandığı bir konseye dönmüş durumda.
Kapatma davasının yakın arka planı
Daha önceki değerlendirmelerimizde Genelkurmay ile AKP arasındaki geçici uzlaşmaya rağmen genelde egemen sınıf içinde uzun zamandır yürümekte olan kavganın sona ermediğine dikkat çekmiştik. Aslında Genelkurmay ile AKP arasındaki bu geçici uzlaşma, tam da bundan memnun olmayan statükocular cephesinde tansiyonu yükselten bir gelişmeydi. Hele hele bu uzlaşmanın Ergenekon denen yapılanmanın çok deşifre olmuş unsurlarının şu ya da bu ölçüde tasfiyesini de içerdiğinin belirginlik kazanmasıyla, bunu mutlaka bozmaya dönük hamlelerin geleceği muhakkaktı. Yani Genelkurmay ve genelde ordu üzerindeki baskıyı arttırarak, onu hükümete karşı daha aktif ve keskin bir tutum almaya zorlamak gerekiyordu. Statükocu cenahın son tahlilde bel bağladığı esas gücün ordu olduğuna şüphe yok. Bu nedenle Genelkurmayın bu kesimlere göre hükümete karşı “yeterli tavır göstermemesi” eleştiri konusu edilir oldu. Aslında, meşhur Dolmabahçe görüşmesinden (Mayıs 2007) itibaren başladığı düşünülen Genelkurmay-AKP mutabakatının öncesinde de, benzer durumlar için bu tür eleştiriler olmaktaydı. Ta Hilmi Özkök döneminde yapılan “genç subaylar rahatsız” uyarılarını hatırlayalım. Hatta 27 Nisan muhtırası bile, bu kesimlerin keskin unsurları tarafından son derece cılız ve gecikmiş olarak değerlendirildi. Bugüne gelecek olursak, kapatma davası sonrası hükümetin karşı hamlesi olarak gerçekleştirilen Ergenekon tutuklamalarında, önde gelen isimlerin orduyu hareketlendirmeye dönük mesajları da genel olarak bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Elbette bu kızgınlıklar Dolmabahçe sonrasında yeni bir düzleme ulaştı. Güney’e yapılan sınır ötesi kara harekâtı sonrasında ordunun CHP ve MHP tarafından ilk kez açıkça eleştirilmesi ve Genelkurmayın da ağır karşılıklar vermesi bunun bir ifadesiydi. Aynı şekilde türbana ilişkin anayasa düzenlemesi konusunda Genelkurmayın alttan alması da bu mutabakatın muhtemel bir ifadesi oldu ve diğerlerini de kızdırdı.
Yeri gelmişken, gelinen noktada söz konusu mutabakatın belirli konularla sınırlı olarak karşılıklı tavizlere dayandığının daha bir netleştiğini tespit edelim. Besbelli ki Erdoğan, AKP’nin bir kez daha tornadan geçirilmesi ve sivriliklerinden arındırılması konusunda söz vermişti. Bu doğrultuda 22 Temmuz seçimleri öncesi hazırladığı milletvekili aday listeleriyle partinin milletvekili bileşimini çok ciddi oranda değiştirmiş, vitrine çok değişik kesimlere hitap edebilecek yeni isimler taşımış ve Arınç gibi sivri isimleri geri plana çekmişti. Politikalar düzleminde en önemli konu ise şüphesiz Kürt sorunu idi ve AKP bu konuda da Genelkurmay çizgisine uyarlandığını gösterdi. Aynı şekilde Erdoğan’ın AB süreci ve gereklerini ağırdan alma, savsaklama sözü verdiği de az çok anlaşılıyor. Karşılığında Genelkurmayın da, hükümetin Ergenekon benzeri operasyonlarına (sınırlar aşılmamak kaydıyla) ses çıkarmama sözü verdiği anlaşılıyor.
İşte bu mutabakatın kokusu çıkmaya başladığı ölçüde, statükocu güçler cephesindeki hareketlilik ve tepkiler de yükseldi: bir yandan türban cephesinde üniversite rektörlerinin kazan kaldırması, diğer yandan CHP ve MHP’nin sınır ötesi harekât üzerinden Genelkurmayı sıkıştırması ve son olarak da yargı cephesinden gelen kapatma davası ve hepsini sarıp sarmalayan medya salvoları cephesi… Tüm bunlar sonuç olarak statükocu burjuva güçlerin, aleyhlerine işlediğini düşündükleri süreci durdurma ve tersine çevirme çabalarının değişik cephelerini, değişik aşamalarını oluşturuyor. Kapatma davası, aynı zamanda, telâşa ve umutsuzluğa kapılan bu güçlerin, bir toparlanma ve safları sıklaştırma girişimi niteliğini de taşımaktadır.
Davayla hedeflenenler ve olası sonuçlar
Kapatma davasının statükocu güçler ve onların yönlendirmesindeki gözü bağlı kesimler için bir moral kaynağı olduğu görülüyor. Hatta patolojik bir bayram havası yaşandığından söz etmek mümkün. Diğer tarafta, AKP’de keyiflerin kaçtığı ve bir şaşkınlık yaşandığı da görülüyor. Bir kapatma davası yönünde hazırlıkların uzun zaman önceden yapılmakta olduğu bilinmekle birlikte, “Dolmabahçe mutabakatı” ve 22 Temmuz seçim zaferinin ardından, artık böylesi bir hamleye yeltenilmesine pek ihtimal verilmemiş olduğu anlaşılıyor.
Bu noktada, iddianamenin çürük olması ya da olmamasının pek bir kıymeti harbiyesinin olmadığını vurgulamak gerekiyor. Daha önceki Refah ve hele hele ardından gelen Fazilet iddianamelerinin “sağlam” iddianameler olduğunu kim söyleyebilir? Ya da meşhur 367 kararının ciddi bir hukuki karar olduğunu? Bu gibi hassas konularda tayin edici etmenin hukuki mülahazalar olmadığını sağır sultan bile bilir. Eğer bu dava mevcut yasal çerçeve ve şu an hâkim olan atmosfer içinde görülecekse, bu işlerin nasıl döndüğünü iyi bilen kulağı kesiklerin de söyledikleri ya da ima ettikleri gibi, AKP’nin kapatılması ya da Erdoğan gibi kilit unsurlara siyaset yasağı getirilmesiyle sonuçlanması olasılığı, aksi olasılıktan daha yüksektir. İddianamenin çürüklüğü, ciddiye alınmaması gerektiği ve bir sonuç çıkmayacağı yollu tüm söylemine rağmen, AKP’nin apar topar anayasa değişikliği çalışmalarına girişmesi boşuna değildir. Şimdiden Tayyip Erdoğan’ın postunu kapmak için sahneye arzı endam edenlerin varlığı da boşuna değildir. Bütün bunlar, davanın her türlü sonuca gebe, ciddiye alınan bir dava olduğuna işaret eder.
Kapatma davasının olası sonuçlarını ele alırken sürecin çelişkilerle dolu karmaşık niteliğini göz önünde bulundurmak gerekir. Söz gelimi bunun AKP’nin işine geleceği düşüncesi, işin yalnızca bir yönünü ifade etmektedir. Davayı açan güçlerin bu hamleyle riskli bir hareket yaptıkları kuşkusuzdur. Zira sonunda, bu raundu kritik kayıplarla kapatmaları bahis konusudur.
Diğer taraftan, bu hamleyi yapanların, AKP’yi ille de bir bütün olarak bertaraf etme hedefiyle hareket ettikleri de söylenemez. Ona bazı darbeler indirerek, onu bazı iç tasfiyelere zorlayarak kendilerince hizaya sokmayı hedefliyorlar. Meselâ partinin kapatılmayıp, Erdoğan ve önde gelen bazı isimlerin siyasi yasaklı hale getirilmesi suretiyle AKP liderliğinin zaafa uğratılması hesaplanmaktadır. Nitekim AKP oylarına gözünü dikmiş MHP’nin yaptığı parti kapatmayı sözde zorlaştırıcı anayasa değişikliği teklifi tam da kapıyı buna açıcı nitelikte. Ayrıca, iddianameyle hakkında siyaset yasağı istenen kişi sayısı da anlamlıdır. Bununla AKP’nin meclis çoğunluğu düşürülebilecek, hiç olmazsa anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu kırılacaktır.
Dolayısıyla bu, en azından AKP’nin bir kez daha terbiye operasyonundan geçirilmesi anlamına gelecektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, daha önce de, 22 Temmuz seçimlerinden evvel bu tür bir süreç yaşanmıştı. Bunun yeterli olmadığını, ya da AKP’nin birtakım mutabakatlara uygun davranmadığını düşünenler, bir yönüyle, şimdi ikinci bir balans ayarı çekme uğraşındadırlar. Kaldı ki şimdi zaten sermaye temsilcilerinin ana uğraşı, “sağduyu”, “tansiyon düşürülmeli”, “tüm taraflar bir adım geri atmalı” gibi çağrılar altında, AKP’ye geri adım attırma seçeneği üzerinde yoğunlaşmış durumda.
Her halükârda bugün bir siyasi kriz ve belirsizlik ortamına girildiği açık. Sadece bu durumun kendisi bile, TC’nin uluslararası planda “yükselen güç” şişinmeleriyle caka satan görüntüsünü zedelediği, AB nezdinde daha da zemin kaybettiği, bu konuda perspektifin daha da karardığını gösterir. Diğer yandan AKP’ye karşı hamle yapan güçlerin halk destekleri AKP’ye göre çok zayıftır. Uluslararası planda da destekleri yoktur. ABD ve AB emperyalizmleri kapatma davasına karşıt tutumlarını ortaya koymuşlardır. ABD ve AB mevcut konjonktürde bu tür bir girişimi uygun bulmuyorlar ve statükocu Kemalist güçler karşısında AKP’yi temelde destekliyorlar. Tabii bu, statükocu güçlerin işlerini zorlaştırıcı bir etmen. Ancak bu, onların hamle yapmasına ve oldubittilerle kartların yeniden karılmasını gerektiren durumlar yaratma çabalarına engel değil.
İt dalaşı devam ediyor
Davanın nasıl sonuçlanacağı, esas olarak, bugünlerde yaşanan ve önümüzdeki günlerde yaşanmaya devam edecek olan açık ve kapalı görüşmelere, pazarlıklara, hamlelere, güç denemelerine bağlı olacaktır. Bunların nasıl gelişeceğini kestirmek güçtür. Oluşan krizi aşmak için düzenin çeşitli temsilcileri şimdi “sağduyu” çağrıları yaparak tansiyonu düşürmeye çalışıyorlar. Ancak bu tür çağrıların hepsi esasen AKP’nin Anayasa Mahkemesinin kararını usluca beklemesini telkin eden çağrılardır. Ya da en azından AKP için somut anlamı bu olan çağrılardır. Ama bunun AKP için kabul edilemez bir şey olduğu da açıktır.
Liberaller AKP’nin bir an önce “demokratik” açılımlara hız vererek bir “demokrasi” hamlesi yapması gerektiğini ileri sürüyor ve AKP’ye akıl veriyorlar. Ancak, AKP’nin böyle yol tutturma niyetinin olmadığı görülüyor.
Ne var ki, müşkül bir duruma düşürülmüşse de, AKP’nin kendisini kolayca yedirmeyeceği de kesindir. Ergenekon operasyonunun yeni dalgasıyla dişini göstermiş ve bu alanda işi daha ötelere taşıyabileceği mesajını vermiştir. Sağduyu ve sükûnet çağrıları yapanların bir bölümünün asıl kaygısı da zaten buna bir dur demektir. Doğrusu hükümet, Ergenekon operasyonuyla kendisine karşı bu komplo yapılanmasını hayli ifşa etmiştir. Hatta komplocu faaliyetin Anayasa Mahkemesi dahil yüksek yargının içine kadar uzandığına işaret eden ifşaatlarla Anayasa Mahkemesine de bir anlamda gözdağı vermektedir.
Özetle bu tablo it dalaşının tümüyle devam ettiğini göstermektedir. Çatışma genel olarak kızışacaktır. Somutta ise, 27 Nisan öncesi başlayan cumhurbaşkanlığı krizinden 22 Temmuz seçimlerine uzanan kriz sürecinin bir benzerinin yaşanması uzak bir olasılık değildir. AKP yanlısı medya ve yazarların, yeni bir seçimden, yerel seçimlerle genel seçimlerin birleştirilmesinden, referandumdan vb. söz etmeleri aynı zamanda ortamı hazırlama işlevini de görmektedir. Ancak AKP’nin, şimdilik bir referandumla yetinmek istediği, ağırlığını buna verdiği görülüyor.
Kürt ulusal hareketindeki yeni canlanmanın mevcut siyasi kriz sürecine nasıl etki edeceği de ayrı bir konudur. Sınır ötesi operasyon sonrasında PKK’nin bütün Kürt coğrafyasında prestijinin arttığı açık. Diğer yandan, hatırlanacağı gibi düzen cephesinde Kürt halkının gözünü boyamak için ne idüğü belirsiz “yeni bir paket” tartışmaları yapılmaya başlanmıştı. Buradan hiçbir şey çıkmayacağı zaten belli olmuştu olmasına, ama bu son siyasi krizle birlikte, bu daha da kesin biçimde ortaya çıkmıştır. Kürt ulusal hareketindeki canlanma, elbette militarist baskıların aynen Newroz’da görüldüğü gibi artmasını beraberinde getirecektir. Statükocu güçlerin önümüzdeki günlerde vurguyu bu noktaya kaydırıp, orduyu bu noktadan ittirme yoluna yönelmeleri mümkündür. Ancak tüm çırpınışlarına rağmen, Kürt sorununun artık yeni bir düzleme sıçradığı ve mızrağın çuvala sığmadığı kesindir.
* * *
Doğrusu işçi sınıfının böylesi bir krize son derece örgütsüz ve dağınık vaziyette giriyor olması büyük bir olumsuzluktur. Bu durum işçi sınıfının burjuva kamplar arasında tekrar ve daha derin biçimde kutuplaştırılmasına yol açma riskini barındırmaktadır. Hele hele sosyal güvenlik yasa tasarısı nedeniyle bir kıpırdanma ve kitlelerde AKP’ye karşı bir hoşnutsuzluğun ilk adımları başlamışken, şimdi bir kez daha AKP mağdur ve “demokrasi kahramanı” rolüne bürünerek emekçi kitleleri manipüle etme uğraşına girecektir. Bu durum, mevcut sınırlı muhalefetlerini bile zaten ittire kaktıra yapan Türk-İş ve Hak-İş yönetimlerinin, “gerilime katkıda bulunmama” bahanesiyle, tasarıya muhalefet sürecinden çekilmelerini kolaylaştıracaktır. Böylece tasarıya karşı yavaş yavaş başlayan bilinçlenme ve mücadele sürecinin çabucak sekteye uğratılarak, istim tutturması engellenmiş olacaktır. Bu da hassas bir konuma düşmüş olmasına rağmen hükümetin tasarıyı geçirmesini kolaylaştıracaktır.
Siyasi krizin faturası hem siyasi hem de ekonomik bakımdan işçi sınıfına çıkacaktır. AKP’nin bertaraf edilmesi durumunda yerine gelecek yeni iktidar yapılanmasının daha otoriter bir yönelişi temsil edeceği açıktır. AKP’nin bu badireyi atlatması durumunda da, aynı “Dolmabahçe mutabakatı” sonrasında olduğu gibi, daha terbiyeli, yani statükocuları azdırmamaya daha özen gösterecek bir yol tutturacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Yani siyasal bakımdan bu krizden burjuva demokratik çerçevede bir genişlemeyle çıkılması söz konusu olmadığı gibi, az ya da çok bir daralmanın gelme ihtimali daha fazla görünmektedir. Diğer taraftan bu krizin, zaten göstergeleri bozulmaya başlamış ekonomide bir kriz dalgasını tetiklemesi durumunda, bunun bütün faturasının işçi sınıfına kesilmeye çalışılacağına en küçük bir şüphe yoktur.
Bu, Kürt sorununda da baskıların artarak devam edeceği anlamına gelmektedir. Kürt ulusal hareketinin Newroz’la birlikte yeni bir yükselişe girdiğinin iyice netlik kazanmasının düzen sahiplerini öfkelendirdiği açıktır. Hükümetin Newroz kutlamaları konusundaki tavrı bile onun Kürt sorunu konusunda malum sularda yüzdüğünü bir kez daha gösteriyor. Birçok ilde kutlamaların DTP’nin istediği günlerde yapılmasına izin verilmemesi, bazı illerde kutlamaya izin verilmemesi, iki kişinin polis kurşunuyla can vermesi, yüzlerce kişinin yaralanması ve gözaltına alınmasıyla sonuçlanan bir Newroz tablosudur söz konusu olan.
Sonuç olarak, işçi sınıfı, burjuvazi içinde uzun süredir yürüyen kavgada taraflardan herhangi birinin peşine takılmamalı, kendi bağımsız sınıf çıkarlarının çizgisi üzerinde hareket etmelidir. Bu bağlamda, somut ve güncel mücadele konuları olarak, kimden gelirse gelsin baskıcı düzenleme ve uygulamalara sonuna kadar karşı çıkılmalı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı ısrarla vurgulanmalı, krizin faturası sermayeye yüklenmeli, sosyal hak gasplarına ve diğer neo-liberal etiketli saldırılara karşı direnilmelidir. Aksi takdirde okkanın altına gidecek olanın kim olacağı, her zamanki gibi son derece net olarak bellidir.
link: Levent Toprak, Burjuva Cephede İt Dalaşı Devam Ediyor, 9 Nisan 2008, https://marksist.net/node/1753
Newroz Ateşi
1 Mayıs’a Doğru