1980 dönemeci: Büyük burjuvazi kapitalist ekonomide yapısal dönüşüme hazırlanıyor
Ecevit hükümetinin iş başında bulunduğu 1979 yılı, ekonomik krizin derinleştiği ve hayat pahalılığının tırmandığı bir yıl olmuştu. Tüm göstergeler bir ekonomik çöküşe işaret ediyordu. Çok önemli bir sanayi girdisi olan petrolün 70’li yıllar boyunca yükselen fiyatı, Türkiye’de enflasyonu azdırmıştı. Enflasyon oranı 1977 yılının ortalarından itibaren üç haneli rakamlara ulaşmış ve işçilerin reel ücretleri hızla erimeye başlamıştı. Bu dönemde yatırımlar durma noktasına gelmiş ve sanayi üretimindeki azalma ciddi boyutlara ulaşmıştı. Türkiye’nin yıllık kalkınma hızı, nüfus artışını karşılayamaz durumdaydı.
Türkiye’de 1960’dan beri uygulanmakta olan ithal ikameci kapitalist ekonomik sistem, 1979 yılının sonlarına doğru artık işlemez hale gelmişti. Merkez Bankasında döviz olmadığı için petrol ve ara mal girdileri ithal edilemiyordu. Sanayi üretimi durma noktasına gelmişti. Günde 8 saate varan elektrik kesintileri nedeniyle evler dahi ısıtılamıyordu. Mazot ve gübre ithal edilemediği için tarımsal üretim bile doğru dürüst yapılamıyordu. Ecevit’in deyimiyle “devletin 70 sente muhtaç olduğu” bir dönemden geçiyordu Türkiye!
Türkiye ekonomisinin tam bir döviz dar boğazı içinde bulunduğu bu yıllarda Ecevit hükümeti döviz bulabilmek için dünyanın her tarafında görüşmeler yapıyor ve dış ülkelerden kredi temin etmeye çalışıyordu. Ama bu çabalar nafileydi! Çünkü bu koşullarda Türkiye’ye ancak bir tek kuruluşun onayıyla döviz gelebilirdi. Bu kuruluş, büyük kapitalist devletlerin uluslararası bankası konumunda olan IMF idi. IMF ise ancak bir koşulla Türkiye’ye para vermeyi kabul ediyordu: Eğer Türkiye onun şartlarına boyun eğerse ve ekonomisini bütünüyle onun denetimi altına sokmayı kabul ederse! Ecevit IMF’nin dayattığı bu şartları kabul etmeyi göze alamamış ve bu durumda IMF de Türkiye’ye kredi verilmesi için gerekli yeşil ışığı yakmamıştı. Bu koşullarda Ecevit hükümeti tek çıkar yol olarak uluslararası tefeci piyasasına gitmek zorunda kalmıştı. Fakat Ecevit hükümetinin kredi bulabilmek için yaptığı anlaşma, Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik anlaşmalarından biri olacaktı: Türkiye 150 milyon dolar kredi alabilmek için, bütün tarım ürünlerini bir Amerikan bankasına rehin etmek zorunda kalmıştı.
İşte Türkiye kapitalizminin yakın tarihindeki en önemli yapısal dönüşüm projesi bu koşullar altında gündeme geldi. Emperyalist sermayeyle (IMF) el ele veren yerli büyük sermaye, kapitalist ekonomide yapısal dönüşümleri başlatmak üzere 1980 dönemecinde bir dizi ekonomik kararlar alacak ve zaman yitirmeden bunları uygulamaya sokacaktı. Büyük sermayenin uyguladığı bu yapısal dönüşüm stratejisi, Türkiye kapitalizmini küresel kapitalizmle bütünleştirmeyi hedefleyen bir stratejiydi aslında. Bu stratejinin temel eksenini, Türkiye’de ücretlerin düşürülmesi ve bu yolla sağlanacak ucuz işgücünün bir avantaj olarak kullanması oluşturuyordu. Ucuz işgücü sayesinde Türkiye’de ihraç ürünlerinin maliyetlerinin düşeceği ve bu sayede Türkiye’nin sanayi ürünleri ihracatında büyük bir sıçrama yaşanacağı düşünülüyordu. Bu da kuşkusuz, ülkeye daha çok döviz girmesini sağlayacaktı! Öte yandan Türkiye’de oluşturulacak bu ucuz işgücü piyasası, yabancı sermayenin de Türkiye’ye doğrudan yatırım yapmasını daha cazip hale getirecekti!
Yerli finans-kapitalin karargâhı TÜSİAD, Dünya Bankası ve IMF’nin de yönlendirmesiyle harekete geçmiş ve Türkiye ekonomisinde yapısal dönüşümlerin bir an önce başlatılması için siyasal iktidara baskı yapmaya başlamıştı. 1979 yılında gazetelere tam sayfa ilanlar veren TÜSİAD, IMF’nin önerilerine soğuk baktığı için Ecevit hükümetini açıkça eleştiriyor ve uyarıyordu! İlanların dilinden de açıkça anlaşılıyordu ki, TÜSİAD, büyük sermayeyle uyum içinde çalışacak ve IMF’nin direktifleri doğrultusunda hareket edecek bir siyasal iktidarın bir an önce işbaşına getirilmesinin peşindeydi.
Ecevit’in gidişi ve ekonominin dümenine finans-kapitalin has adamı Özal’ın geçişi
İktidarda kaldığı süre boyunca ekonomik sorunlara hiçbir çözüm getiremeyen ve emekçi halk yığınlarının artan hayat pahalılığı altında ezilmesine seyirci kalan Ecevit hükümeti, kendisine bel bağlayan emekçi halkı hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu hayal kırıklığı bir süre sonra tepkiye dönüşecek ve Ecevit hükümeti halkın desteğini önemli ölçüde yitirecekti. Nitekim Ekim 1979’da yapılan ara seçimde Ecevit ağır bir yenilgi almış ve bu koşullar altında artık daha fazla iktidarda kalamayacağını anlayarak istifa etmişti. Ecevit hükümetinin istifasından sonra başbakanlık koltuğuna, MHP ve MSP’nin dışarıdan verdiği destekle yeniden Süleyman Demirel oturdu. Demirel’in yeniden başbakan olması, finans-kapitalin karargâhı TÜSİAD’ı kendi planlarını uygulatmak üzere harekete geçirecekti. Kapitalist ekonomide yapısal dönüşümleri başlatma konusunda Ecevit’i ikna edemeyen TÜSİAD, bu konuda Demirel’i ikna etmeyi başarmıştı. Üstelik TÜSİAD bu arada eski Dünya Bankası uzmanı ve MESS başkanı olan Turgut Özal’ın da ekonominin dümenine geçmesini sağlamıştı. Hükümeti kuran Demirel, Özal’ı kendine müsteşar yapmış ve ekonominin sorumluluğunu ona bırakmıştı.
Başbakanlık müsteşarlığına getirilen Turgut Özal’ın ilk işi, hemen bir “ekonomik istikrar” programı hazırlamak olacaktı. Bu “istikrar” programı, 24 Ocak 1980’de resmi gazetede yayınlanarak kamuoyuna açıklandı. Esasında IMF’nin ve TÜSİAD’ın direktifiyle hazırlanmış olan bu ekonomik istikrar programı, yerli ve yabancı büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda yapılacak ekonomik dönüşümlerin önünü açmayı hedefleyen bir programdı. 24 Ocak kararlarıyla Türk lirası %32,7 oranında devalüe edildi ve günlük kur uygulamasına geçildi. Alınan kararlar arasında devletin ekonomideki payının küçültülmesi, tarım ürünleri destekleme alımlarının sınırlandırılması, gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonların kaldırılması, dış ticaretin serbestleştirilmesi, yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi ve yabancı sermayenin kâr transferlerine kolaylık sağlanması, yurtdışı müteahhitlik hizmetlerinin desteklenmesi, ithalatın kademeli olarak serbestleştirilmesi ve ihracatçı firmaların vergi iadeleri, düşük faizli krediler ve çeşitli gümrük muafiyetleri ile desteklenip teşvik edilmesi gibi esaslı değişiklikler yer alıyordu.
24 Ocak kararlarından da anlaşılıyordu ki, asıl hedeflenen, devlet ağırlıklı kapitalist-karma ekonomiyi tasfiye etmek ve IMF’nin önerdiği serbest piyasacı neo-liberal kapitalist ekonomik politikaları uygulamaya geçirmekti! Göreve başlar başlamaz Özal’ın sosyal politika alanında yaptığı ilk önemli icraat, gerek kamu kesiminde gerekse özel sektör kesiminde ücret artışlarının sınırlandırılmasına yönelik önlemler almak oldu. Özal, 24 Ocak Kararları çerçevesinde toplu pazarlık sistemine doğrudan ve etkili biçimde müdahale etmek amacıyla, Başbakanlık bünyesinde bir “Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu” oluşturdu. Amaç, ulusal düzeyde toplu sözleşmelerin esaslarını ve genel çerçevesini belirlemek ve böylece gerek kamu sektöründe gerekse özel sektörde yapılacak toplu sözleşmelerin bu çerçevenin dışına çıkmasını engellemekti. Bu dönemde yayınlanan Başbakanlık Genelgesinde, işveren kesiminin müzakereleri bu esaslara göre yürüteceği ve Koordinasyon Kurulunun bilgisi dışında toplu sözleşme imzalanmayacağı açıkça ifade ediliyordu. Kamu sektöründe toplu pazarlığı bütünüyle kendi kontrolüne alan Başbakanlık Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu bununla da yetinmeyecek, 1980 Haziranında TİSK’e gönderdiği bir yazıyla, özel sektörde yürütülen toplu pazarlığa da doğrudan müdahale edecekti. Bu yazıda, “özel sektör kuruluşlarının en kısa zamanda kendi işkolundaki işveren sendikalarına katılmaları” isteniyordu. Başında Özal’ın bulunduğu bu Kurul, açıkçası sermayenin güdümünde bir toplu pazarlık sistemi oluşturmak ve sendikaları da bu sistemin birer piyonu haline getirmek niyetindeydi. Nitekim bu Kurul, 1980 yılında 700 bin kamu işçisinin toplu sözleşme sürecini kilitlemeyi başardığı gibi, özel sektörde yürüyen toplu sözleşmeleri de TİSK ve MESS gibi işveren sendikaları aracılığıyla kilitlemeye çalışacaktı.
Özal, 24 Ocak kararları hakkında yüksek askeri bürokrasiye de brifing vermiş ve kapitalist ekonomide yapısal dönüşümlerin yapılması konusunda onları da ikna etmişti. Böylece, burjuva cephede büyük sermaye, ordu ve siyasetçi üçgeni, IMF’nin önerileri doğrultusunda ekonomik dönüşüm programının uygulanması konusunda bir konsensüse varmış bulunuyorlardı. Ne var ki, Demirel hükümetinin uygulayamaya kalktığı bu IMF patentli ekonomik program, örgütlü işçi hareketinin ve mücadeleci sınıf sendikalarının tepkisini çekmekte gecikmeyecekti. Çünkü büyük sermayenin çıkarına olan bu program, özünde işçi ve emekçi kitlelerin zararına işleyen ve onları yıkıma uğratacak olan bir programdı.
Nitekim Demirel hükümeti 24 Ocak kararlarının hemen ardından, “KİT’leri ıslah etmek” bahanesiyle işçi çıkarmaya başlamıştı. Atılan işçilerin yerine MHP’li faşist çeteler yerleştiriliyor ve tüm kamu işletmeleri gerici mevziler haline getirilmeye çalışılıyordu. Hükümetin başlattığı bu işçi kıyımına karşı ilk tepki ve direniş eylemleri, İzmir’deki TARİŞ fabrikalarında çalışan işçilerden geldi. İşten çıkartılan binlerce işçi 22 Ocak 1980’de eyleme geçerek fabrikaları işgal ettiler. 11 bin TARİŞ işçisi direnişe geçmişti. Bu durumda polis panzerleri fabrikalara saldırmış ve ardından askeri komando birlikleri de fabrikaları kuşatmıştı. Fakat işçiler bu saldırılar karşısında yılmayacak ve barikatlar kurarak direnişlerini sürdüreceklerdi. Polis işçilere karşı silahlı saldırılar düzenlemiş, karşılıklı çatışmalar yaşanmış ve yüzlerce işçi gözaltına alınıp stadyuma doldurulmuştu. İşçi semtlerinde de halk işçilerle dayanışmak üzere sokağa dökülmüştü. İzmir genelinde de DİSK’e bağlı işyerlerindeki işçiler 2 saat iş bıraktılar. Üniversite öğrencileri de direnişteki işçileri desteklemek üzere 3 gün boykot yaptılar. Benzer olaylar ANTBİRLİK, ÇUKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK’te de yaşanacaktı. Demirel hükümetinin amacı, KİT’lerde çalışan binlerce DİSK üyesi işçiyi işten atıp yerine MHP’lileri doldurmak ve böylece DİSK’i KİT’lerden tamamen tasfiye etmekti!
İşçi sınıfı ne burjuva devletin bu faşizan saldırıları karşısında ne de IMF patentli 24 Ocak kararları karşısında sessiz kaldı. Tabandaki örgütlü ve bilinçli işçiler ile mücadeleci pek çok sendika yöneticisi bu süreçte birlikte hareket etmek ve büyük sermayenin saldırıları karşısında güç ve eylem birlikleri oluşturmak üzere harekete geçtiler. DİSK ve Türk-İş üyesi pek çok sendika, kendi işkollarındaki patron sendikalarına karşı mücadelede somut eylem birlikleri oluşturuyor ve olası grev mücadelesine birlikte hazırlanıyorlardı. Örneğin, MESS’e karşı mücadelede bağımsız Otomobil-İş sendikası ile DİSK’e bağlı Maden-İş sendikası güç ve eylem birliği yaparken, petrol ve cam işkollarındaki Türk-İş ve DİSK üyesi sendikalar da aynı şekilde güç ve eylem birliği yapacaklarını açıklıyorlardı. Petrol işkolunda DİSK’e bağlı Pet-Kim sendikası ile Türk-İş’e bağlı Petrol-İş sendikası, cam işkolunda ise Kristal-İş sendikası ile Hürcam-İş sendikası, işverenlere karşı birlikte mücadele kararı alıyorlardı.
Daha önceki yıllar gibi 1980 yılı da çetin sınıf mücadelelerine, grevlere, toplumsal çatışmalara, faşist saldırılara, siyasal cinayetlere, suikastlara sahne olacaktı. 1979 yılında Maden-İş ile MESS arasında başlayan toplu sözleşme görüşmeleri yine uyuşmazlıkla sonuçlanmış ve karşılıklı grev ve lokavt kararları alınmıştı. Maden-İş’in aldığı grev kararı, 122 işyerini ve 35 bin işçiyi kapsıyordu. 1980 yılının Nisan ve Mayıs aylarında, Maden-İş grevleri fiilen başlatmıştı. Bu tarihlerde greve çıkan işyeri sayısı 60’a, işçi sayısı ise 22 bine ulaşmıştı. Öte yandan, Otomobil-İş sendikası da MESS’e bağlı 14 işyerinde grev kararı almış ve MESS’e karşı mücadelede Maden-İş’le eylem birliği içinde olacağını açıklamıştı. Tüm bu gelişmeler sermaye cephesini ürküten gelişmelerdi kuşkusuz. Nitekim Demirel hükümetinin Maden-İş’in başlattığı grevlere müdahale etmesi ve etkili grevleri birbiri ardına ertelemeye başlaması, bu ürküntünün açık bir göstergesiydi.
Burjuvazi yapısal değişimi askeri diktatörlük altında gerçekleştirmeye karar veriyor
Aslında Demirel’in 1980 yılı başında kurduğu azınlık hükümeti de büyük sermaye açısından kalıcı bir çözüm oluşturmadı. Sınıf mücadelesinin sertleştiği ve devrimci durum koşullarının hâkim olduğu bir ortamda, büyük sermayenin tercihini olağanüstü bir burjuva rejimden yana yaptığı ve askeri bir darbeyi yeğlediği apaçık ortadaydı. Çünkü gerek ABD emperyalizmi gerekse yerli finans-oligarşi, işçi hareketinin ve devrimci hareketin 70’li yıllardaki muazzam yükselişini gördükten sonra, bu hareketi ancak askeri bir darbe ile durdurabileceklerine giderek daha çok kani olmuşlardı. Dolayısıyla, sınıfsal çıkarları Türkiye’deki sömürü düzeninin devamından yana olan yerli ve yabancı mali sermaye çevreleri, düzenlerini tehdit edici bir şekilde gelişen ve devrimcileşen işçi hareketini ezmek için bir askeri darbenin gerekli olduğu konusunda hiç tereddüt etmeden birleşmişlerdi. Bu andan itibaren Türkiye artık adım adım bir askeri darbeye doğru hızla ilerlemeye başlamıştı.
Olayların birbirini izlediği ve her gün siyasal cinayet ve suikast haberleriyle yatılıp kalkıldığı bu ortamda, Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren, 2. Başkan Haydar Saltık’a “müdahale için gerekli hazırlıkları yapın” talimatını çoktan vermiş bulunuyordu. Yerli finans-oligarşinin bir parçasını oluşturan yüksek askeri bürokrasi yönetime el koymaya ve burjuva rejimi “olağanüstü” koşullarda yönetmeye hazırlanıyordu!
Ordu bir darbe için gün sayarken, kontrgerilla da düzenlediği provokasyonlar ve siyasal cinayetlerle bu darbeye zemin hazırlama işlevini sürdürüyordu. MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak 27 Mayıs 1980 günü Ankara’da belirsiz kişilerin düzenlediği bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Bu cinayet, ardı sıra gelecek faşist saldırı ve katliamların bir habercisiydi adeta! Nitekim Gün Sazak’ın öldürülmesinden bir gün sonra, Alevi ve Sünni nüfusun iç içe yaşadığı Çorum’da, MHP’li faşist çetelerin bilinçli ve planlı kışkırtmasıyla olaylar patlak verecekti. Daha altı ay önce Maraş katliamının acı tecrübelerini yaşamış olan Alevi yurttaşlar, faşist cinayet şebekelerinin saldırılarından korunmak üzere, devrimci grupların da yardımıyla mahallelerinde barikatlar kurdular. Devrimci gruplar da bu kez gafil avlanmamak için, olayların daha başlangıcında direniş komiteleri ve öz savunma birlikleri oluşturdular. Faşistler Gün Sazak’ın öldürülmesini gerekçe göstererek Alevilere ve solculara saldırmaya başladılar. Çorum’daki çatışmalı olaylar Haziran ve Temmuz ayı boyunca devam etti. Olayların daha ilk gününde Alevilere ait işyerlerine ve evlere saldırılar olmuş ve bu saldırılarda dört kişi yaşamını yitirmişti. Yerli ve yabancı finans-kapitalin emrindeki karanlık güçler, Çorum’da da Maraş’taki gibi bir senaryoyu sahneye koymuşlardı. Amaçları, katliamla sonuçlanacak bir Alevi-Sünni çatışması yaratarak, bir askeri müdahalenin koşullarını hazırlamaktı! Nitekim 1 Temmuz günü halkı “cihada” çağıran bildiriler dağıtan bu gerici güçler, 4 Temmuzda da Alaeddin Camii’nin komünistler tarafından bombalandığı yalanını yayarak, halkı tahrik etmeye çalışmışlardı. Daha sonra ise, başka illerden ve kasabalardan topladıkları bin kişi civarındaki ülkücü faşist güruhu Çorum’a getirerek, Alevi mahallelerine ve solculara karşı silahlı saldırıları başlatmışlardı.
Neticede Çorum olaylarında 57 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, 300’e yakın işyeri ve ev tahrip edilmiş ve 600 civarında Alevi aile göç etmek zorunda kalmıştı. Benzer provokasyonlar aynı günlerde Fatsa ilçesinde de tezgâhlanmaya çalışılacaktı. İlericilerin hâkim olduğu ve belediye başkanlığı seçimini devrimci-demokrat bir emekçinin kazandığı bu ilçeyi bir “anarşi yuvası”, “devlet güçlerinin giremediği bir yer” gibi gösteren Demirel, konuşmalarıyla halkı tahrik ediyor ve Fatsa’yı hedef gösteriyordu. Gerici güçlerin ve burjuva medyanın günlerce yürüttüğü demagojik propagandalardan sonra, nihayet 12 Temmuz 1980’de kahraman devlet güçleri de tanklarıyla Fatsa’ya girmiş ve bu “kutsal vatan toprağını” komünistlerin “işgalinden” kurtarmayı başarmıştı! Bu şanlı operasyonda devlet güçlerine yüzleri maskeli ülkücü faşistler de eşlik etmişti tabii ki! Büyük sermayenin partisi AP ve onun başı Demirel, bu dönem boyunca gerici provokasyonlara çanak tutmaktan ve ülkücü faşist çetelere arka çıkmaktan hiçbir zaman geri durmadı. Demirel bunu yaparak, adım adım bir askeri darbenin hazırlanmasına katkıda bulundu şüphesiz! Aslında işin gerçeği, bu dönemde askeriyle, siviliyle, siyasetçisiyle tüm burjuva güçler, burjuva düzeni bir devrim tehlikesinden korumak için askeri müdahalenin şart olduğu konusunda “zımni” olarak anlaşmış durumdaydılar!
Ülkenin her tarafında sivil faşist çeteleri ve gericiliği harekete geçiren egemen güçler, Kontrgerilla-CIA-MİT eliyle düzenlettikleri saldırı ve provokasyonlarla solun ve işçi hareketinin örgütlü gücünü ve vereceği tepkileri tartmaya çalıştılar. Nitekim 1 Mayıs ‘77 katliamı, Maraş, Çorum, Fatsa operasyonu vb., hepsi de bu amaca yönelik testler oldu. Ve nihayet 22 Temmuz 1980’de darbe öncesinin son büyük testini yaptı sermayenin karanlık güçleri. İsmi işçi hareketiyle ve DİSK’le özdeşleşmiş olan Kemal Türkler, 22 Temmuz sabahı Merter’de evinin önünde faşistlerce katledildi. Bu saldırı, işçi sınıfının tepkisini ve örgütlü eylem gücünü ölçmek için egemenlerin yaptığı son test olmuştu. Çünkü Kemal Türkler’in öldürülmesinden 50 gün sonra, ABD destekli generallerin askeri faşist darbesi gerçekleşti!
Kemal Türkler’in öldürüldüğü günün ertesinde tüm ülkede DİSK üyesi işçilerin yanı sıra, bazı bağımsız sendikaların üyeleri ile Türk-İş üyesi işçiler de iş bırakarak protesto eylemlerine katıldılar. Protesto eylemlerine katılan işçilerin sayısı 1 milyona yaklaşıyordu. 24 Temmuz günü ise, on binlerce işçi çalışmayı bırakıp DİSK Genel Merkezinde Kemal Türkler’in katafalkı önünde saygı duruşunda bulundular. 25 Temmuz günü DİSK’in düzenlediği yürüyüşe katılan yaklaşık l milyon işçinin eşliğinde Kemal Türkler’in cenazesi Topkapı Mezarlığına getirildi. İşçilerin gerçekleştirdiği bu yürüyüş, 12 Eylül 1980 öncesindeki son görkemli işçi eylemi oldu. İstanbul’daki sıkıyönetim komutanlığının tüm engelleme çabalarına rağmen, 25 Temmuzda yapılan cenaze töreni yüz binlerin katıldığı büyük bir antifaşist gösteriye dönüştü.
Ne var ki, bir faşist darbe tehdidinin önüne sadece gösterilerle geçilemezdi! Onlarca kez yaşanan acı deneylerle kanıtlanmış bir gerçeklikti bu. Yığınların faşizme duyduğu tepkiyi büyük kitle grevleriyle daha da büyültmeksizin ve bu örgütlü tepkiyi asıl düşmana, yani emperyalist-kapitalist sistemin kendisine yöneltmeksizin, faşist darbe tehdidi savuşturulamazdı. Öfkeyle dolu olan işçi sınıfının bu öfkesini, düzene karşı devrimci bir başkaldırıya dönüştürmek ise, elbette ki işçi sınıfının devrimci politik öncüsünün göreviydi. Ne var ki Türkiye işçi sınıfı hareketinin zaafı da tam burada başlıyordu. Türkiye işçi sınıfı hareketi, kelimenin gerçek anlamında proleter devrimci, komünist bir politik öncüden yoksundu darbe öncesi dönemde. Sol politik örgütlerin çoğu işçi sınıfına dayanmıyordu. İşçi sınıfı içinde görece daha yaygın bir biçimde örgütlenmiş olan illegal TKP ise, izlediği reformist ve oportünist siyaset nedeniyle işçi sınıfının öncü kesimlerini devrimci çizgiden uzaklaştırıp, uzlaşmacı-pasif bir siyasal mücadele zeminine çekmiş bulunuyordu. Kemal Türkler’in öldürülmesinin işçilerde yarattığı öfke ve başkaldırı duygusu, TKP’nin ve DİSK yöneticilerinin izlediği uzlaşmacı ve pasif tutum nedeniyle bir süre sonra hayal kırıklığına ve umutsuzluğa dönüşerek sönüp gitti. Bu durum, o günlerde işçi sınıfından daha büyük eylemler ve hatta bir ayaklanma bekleyen korku içindeki burjuva çevreleri de çok şaşırtacaktı!
Sol güçlerin durumunu ve işçi hareketinin tepkilerini iyice ölçmüş bulunan ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapital, ordunun 12 Eylül 1980’de iktidara el koymasına ve olağanüstü bir rejim uygulamasına artık yeşil ışık yakabilirdi! 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte DİSK ve DİSK’e bağlı bütün sendikalar kapatıldı ve tüm mal varlıklarına el kondu. Binlerce DİSK’li işçi ve yönetici işkenceli sorgulardan geçirildi ve DİSK hakkında, 78 kişinin idamının istendiği 1477 sanıklı bir dava açıldı.
Büyük burjuvazi 12 Mart yarı askeri rejiminde tam olarak gerçekleştirmediği özlemlerini nihayet gerçekleştirmiş ve mücadeleci işçilerin örgütü olan DİSK’in kolunu kanadını kırmıştı. Faşist yönetim DİSK’in tüm çalışmalarını durdurduğu gibi, genel başkandan işyeri temsilcisine kadar binlerce DİSK üyesini de gözaltına almıştı. Tutuklanan sendika yöneticilerine ve işyeri temsilcilerine, 100 günü aşan gözaltı süreleri boyunca her türlü işkence uygulandı. 12 Eylül darbesiyle birlikte, Türkiye işçi sınıfı hareketinde mücadeleci sendikal anlayışın uzun süre belini doğrultamayacağı ve yeniden toparlanamayacağı bir dönem açılmış oluyordu.
Beş generalden oluşan ve kendine Milli Güvenlik Konseyi adını veren cunta, darbeden sonra bütün gücü elinde topladı. Tüm siyasi partiler kapatıldı ve liderleri tutuklandı. Finans-kapitalin has adamı Turgut Özal, oluşturulan cunta hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı oldu ve kabinedeki en güçlü kişi haline geldi.
12 Eylül faşist rejimi uyguladığı kanlı devlet terörü sayesinde devrimci ve sosyalist örgütleri, sendikaları dağıtmış, işçi sınıfının, emekçilerin, gençliğin, aydınların örgütlü toplumsal muhalefetini şiddetle bastırmış ve burjuva toplumda gerici bir stabilizasyon sağlamıştır. Ama bu arada olağan burjuva düzenin tüm kurumlarını da (burjuva parlamenter rejimi, burjuva partileri, hukuk sistemini, üniversiteleri vb.) tahrip etmiştir. 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğünün burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutları öylesine geniş oldu ki, geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan geleneksel burjuva partiler bile bu süreçten dağılarak çıktılar ve bir daha da eski konumlarına dönemediler. Kısacası 12 Eylül rejimi burjuva düzeni belirli bir dönem için krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan, devrim tehlikesinden vb. uzak tutmayı başarmıştır ama bu arada burjuva siyasal yapının çivisini de adamakıllı yerinden oynatmıştır. Bunun politik yaşamdaki uzun dönemli sonucu ise, burjuva parlamenter rejimin adeta erozyona uğraması şeklinde olmuştur. Cuntanın gidişinden sonra, klasik burjuva partilerin pek çoğu, bir daha eski durumuna gelememiştir. Bu partiler sürekli bölünen, küçülen ve seçmenleri nezdinde inandırıcılıklarını yitiren yapılara dönüşmüştür. Eski burjuva partilerin uğradığı bu erozyon durumu, burjuva rejimde siyasal istikrarsızlık dönemlerinin süreklilik kazanmasına yol açmıştır. Burjuva rejimde siyasal istikrarsızlığın sürüp gitmesi ise, 12 Eylül rejiminin öne çıkardığı kurumların (MGK gibi) ve bizzat ordu üst yönetiminin burjuva parlamento ve hükümetler üzerindeki hâkimiyetinin sürüp gitmesine yol açmıştır. 12 Eylül rejimi resmen sona ermiş gözükse de, onun yerleştirdiği ve ‘82 Anayasası ile güvence altına aldığı kurum ve kuralların siyasal erk üzerindeki etkisi hâlâ tam anlamıyla ortadan kaldırılamamıştır. Burjuva kurumlar arasında bugün de devam eden iktidar kavgası, Türkiye’de Batı tipi bir burjuva demokrasisinin hâlâ yerli yerine oturtulamadığının bir göstergesidir aslında.
12 Eylül darbesi özünde bir finans-kapital darbesidir
Her şeyden önce şu gerçeklik çok iyi kavranmalıdır: 12 Eylül askeri-faşist rejimi, darbeci generallerin kerameti kendinden menkul “tercihlerinin” bir sonucu değil, düzenleri tehlikeye giren büyük tekelci sermayenin ve bölgedeki çıkarları tehdit altında olan ABD emperyalizminin birlikte karar verip, bilinçli ve planlı bir şekilde uygulattıkları karşı-devrimci bir rejimdir. Dolayısıyla bazı kavramların, örneğin bugün sıkça tartışılmakta olan statükoculuk, liberalizm, demokrasi gibi kavramların sınıfsal özünden soyutlandıklarında hiçbir şey anlatmayacakları iyi bilinmelidir. Bu kavramlar, burjuvazinin içinden geçmekte olduğu konjonktürle ve bu sınıfın çıkarlarıyla bağlantılı bir şekilde ele alındıklarında ve ancak o zaman bir anlam ifade ederler. Daha açık söylemek gerekirse, bugün statükocu olarak karşımıza çıkan bir burjuva kesimin, yarın karşımıza liberal ya da “demokrat” bir burjuva olarak çıkması bize hiç şaşırtıcı gelmemelidir. Burjuvaziye ait bu sınıf gerçekliği doğru kavranmadığı takdirde, askeri darbelerin veya olağanüstü rejimlerin nedeni de tam olarak kavranamaz. Bu olağanüstü rejimlerin ortaya çıkış nedenleri sınıfsal temellerinden soyutlandığında, sanki sermaye sahibi sınıfın dışında gelişen olaylarmış gibi algılanmaya başlanırlar. Bu durumda örneğin 12 Eylül darbesi de, salt siyasilerle ordu mensupları arasında geçen bir çatışmanın ürünüymüş gibi algılanır. Ve Türkiye’deki ortalama algılayış biçimi ne yazık ki bu doğrultuda olmaktadır genellikle.
Örneğin, Türkiye’de bir askeri darbe olduğunda hemen akla gelen şey, bu darbenin mülk sahibi kapitalist sınıftan bağımsız olarak yapıldığı ve esas olarak da “sorumsuz ve basiretsiz” burjuva siyasetçilerin kötü yönetiminin sonucunda meydana geldiğidir! Tabii bu yanılgının asıl nedeni, burjuva toplumdaki işbölümünün ve bu işbölümüne göre biçimlenmiş olan burjuva kurumların, asıl sınıfsal özneyi gizlemiş olmalarıdır. Gizlenen bu özne, mülk sahibi kapitalistler sınıfının ta kendisidir! Ve işin gerçeğinde, statükoculuk da, liberalizm de, demokrasi ya da demokrasisizlik de doğrudan bu öznenin (kapitalist sınıfın) çıkarlarına göre bir anlam kazanmaktadır. Burada hemen hatırlatalım ki, 12 Eylül darbesinin hazırlanmasında ve gerici faşist yasaların yapılmasında en etkin rolü, finans-kapitalin örgütü TÜSİAD oynamıştır. Ama öte yandan aynı TÜSİAD, 12 Eylül rejimi çözülüp de burjuva parlamenter rejime geçilince, bu kez kamuoyunun karşısına “liberal” ve de “demokrat” giysilerini kuşanarak çıkmıştır. Üstelik bunu, hiç yüzü kızarmadan ve de herkese “demokrasi dersi” vermeye kalkarak yapmıştır. TÜSİAD bunu, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, dünyada güçler dengesinin değiştiği, sosyalizmin görünür bir tehlike olmaktan çıktığı ve dolayısıyla burjuvazinin de devrim korkusunun geçtiği koşullarda yapabilmiştir. Üstelik yeni dünya düzeninde Türk burjuvazisi uluslararası sermayeyle ve özellikle de Avrupa sermayesiyle bütünleşmek üzere yelkenlerini şişirmiştir. Artık ordunun vesayeti altında işleyecek otoriter-baskıcı bir rejime de ihtiyacı kalmamıştır. Böylece burjuvazi açısından, AB’ye üyelik tartışmalarının sürdüğü yeni bir konjonktür açılmıştır. Dolayısıyla, burjuvazinin örgütü TÜSİAD da temsil ettiği sınıfın çıkarları gereği “demokrat” bir görünüme bürünmüş ve burjuva demokrasisinin genişletilmesinden yana bir tavır sergilemeye başlamıştır. İşte Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde TÜSİAD’ın herkese “demokrasi dersi” vermeye kalkışması da bundandır!
Kıssadan hisse
Demokrasi konusunda burjuvazinin manevraları ve göz boyama çabaları bugün hangi düzeye gelmiş olursa olsun, proleter sosyalistler şu tarihsel gerçekliği asla unutmayacak ve göz ardı etmeyeceklerdir: Burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesinin otomatik olarak işçi ve emekçi sınıflara yarayacağını ve onların mücadelesini yükselteceğini sanmak, gerçekleri görmeyi engelleyen tehlikeli bir iyimserliktir. Tarihsel deneyimler göstermiştir ki, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz geriyse ve buna bağlı olarak işçilerin sınıf mücadelesine aktif katılım düzeyi düşükse, bu durumda burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesinden yararlanan gene burjuvazinin siyasal partileri olmaktadır. Çünkü böylesi durumlarda, çok daha örgütlü ve donanımlı olan liberal ya da sosyal reformist açılımlı burjuva partiler, demagojik söylem ve propagandalarla kendilerini emekçi kitlelere demokrasinin, hak ve özgürlüklerin savunucusu olarak yutturabilmekte ve türlü vaatlerle onları kendi peşlerine takabilmektedirler.
Öte yandan işçi sınıfının siyasal bilincinin ve siyasal örgütlülüğünün genel olarak zayıf olduğu dönemlerde, tamamen denetimsiz kalan sendikal bürokrasi de çok daha rahat bir şekilde sınıf uzlaşmacı bir davranış içine girebilmekte ve işçi sınıfını burjuva partilerin kuyruğuna takabilmektedir. Burjuva reformist düşüncelerin ve burjuva siyasetlerin işçi hareketi içindeki taşıyıcıları olan sınıf uzlaşmacı sendika bürokratları, çeşitli taktikler uygulayarak işçi sınıfının mücadele ruhunu da köreltebilmektedirler. Bu durumdan yararlanan son tahlilde gene burjuvazi olmaktadır. Yıllardan beri süregelen gerçeklik bu iken, bu gerçekliğin örgütsüz emekçi kitleler tarafından kendiliğinden görülüp kavranması da ne yazık ki mümkün olmamaktadır ve olamaz da!
Nitekim bu konuda çok yakın bir örnek gözlerimizin önünde cereyan etmektedir. Örgütsüz ve bilinçsiz emekçi kitlelerin yanılgısını ve aldatılmışlığını gözler önüne seren en yakın ve en çarpıcı örnek, AKP gibi has bir sermaye partisine emekçi kitlelerin gösterdiği büyük teveccüh ve 2007 milletvekili genel seçimlerinde bu partiye verdikleri büyük destektir. Oysa iktidarda bulunduğu beş yıl boyunca bu parti, emperyalist sermayenin dayattığı dizginsiz bir sömürü politikası olan neo-liberal iktisat politikalarının en sıkı uygulayıcısı olmuş ve bu uygulamalarıyla da tercihinin yerli ve yabancı büyük sermayeden yana olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu açık tercihine rağmen, AKP’nin gene de emekçi kitlelerin büyük çoğunluğu tarafından destekleniyor olması, yukarıda sözünü ettiğimiz emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünün ve bilinç bulanıklığının somut bir göstergesidir. AKP, genel olarak büyük sermayenin lehine ve emekçi kitlelerin aleyhine olan ekonomik ve sosyal uygulamalarına karşın, iktidara geldiğinden bu yana yürüttüğü sistemli propaganda çalışmalarıyla kendini emekçi kitlelere “demokrasinin ve özgürlüklerin gerçek savunucusu”, “çalışanların, dar gelirlilerin, yoksulların dostu” bir parti olarak sunmasını bilmiş ve onların açık desteğini kazanmıştır.
İktidara geldiği ilk günden beri, yerli ve yabancı büyük sermayenin has partisi olma yolunda hızla ilerleyen AKP’nin bu süreci kısa zamanda tamamladığı ve hem ulusal hem de uluslararası büyük sermayeyle sıkı organik bağlar içine girdiği bugün artık bir sır değildir. Fakat buna rağmen, pek çok işçi ve emekçi AKP’nin bu yüzünü hâlâ tam olarak görebilmiş değildir. Dinsel duyarlılığı ve popülist söylemleri yüzünden bu partiyi hâlâ kendine yakın hissetmekte ve onun demagojik vaatlerine hâlâ kanabilmektedir!
Ama “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” özdeyişinin günümüzde de geçerliliğini koruduğu hiç unutulmamalı! Türkiye gibi çelişkilerle ve sorunlarla yüklü bir ülkede, iktidar sahipleri yalanlara dayalı politikalarıyla ancak bir yere kadar halkı aldatıp yönlendirebilirler. Nitekim AKP’den önce de burjuva partiler, demagojik söylemlerle ve kandırıcı vaatlerle emekçi kitlelerinin desteğini bir süreliğine sağlayabilmişlerse de, verdikleri sözleri tutmadıkları ve emekçi halkın canını yakan sorunlara bir çözüm getiremedikleri için, kitleler nezdinde güvenilirliklerini çok çabuk yitirmişlerdir.
Cumhuriyet dönemini kapsayan 85 yıllık zaman dilimi, genel olarak otoriter bir burjuva devlet yapısının hüküm sürdüğü ve burjuvazinin kendi olağan siyasal rejimini doğru dürüst işletemediği bir tarihsel dönem olmuştur. Sözümona anlı şanlı bir burjuva devrimiyle kurulduğu iddia edilen burjuva cumhuriyet rejiminde ne burjuva demokratik devrimin gerekleri doğru dürüst yerine getirilebilmiş, ne de toplumsal ilerlemenin önündeki tarihsel engeller ve sorunlar ortadan kaldırılabilmiştir. Tam tersine, anti-demokratik uygulamalarını yıllardan beri sürdüregelen burjuva devlet, her konudaki statükocu tutumuyla toplumsal ilerlemenin önünde bizzat kendisi bir engel oluşturmuştur. Peki ama, kendini “Batılı”, “modern”, “demokratik”, “çağdaş” bir devlet olarak tanımlamaktan pek hoşlanan bu burjuva devlet (TC), Batı’dakine benzer tarzda “burjuva demokratik” açılımlar yapmaktan neden hep kaçınmıştır?
Bizce bu kaçışın tarihten gelen temel bir nedeni var: Despotik Osmanlı devletinin mirasçısı olan bu otoriter burjuva devletin (TC) gerçekte kendine hiç mi hiç güveni yoktur! Kendine olan bu güvensizliği nedeniyledir ki, yıllar yılı kendi demokrasisini (burjuva demokrasisini) bile doğru dürüst işletme cesaretini gösterememiştir. Çünkü bu “modern” burjuva devlette de bürokrasinin mantığı, gene o eski Osmanlı bürokrasisinin mantığı gibi işlemiştir hep. Bugünkü “modern” bürokrasinin Osmanlı’dan miras olarak devraldığı “devlet anlayışı”, kapitalist gelişmeye rağmen çok fazla bir değişim geçirmeden yerli yerinde kalmıştır. Bu devlet anlayışının temelini oluşturan geleneksel düşünce tarzı şudur: Eğer burjuva demokrasisi Batı’daki gibi normal işler de demokratik hak ve özgürlükler genişlerse, hem işçi sınıfı daha hızlı bir şekilde siyasal sınıf bilincine ulaşır ve örgütlenerek iktidar mücadelesine atılır, hem de Kürt halkı kendi ulusal kimlik bilincine daha çabuk kavuşarak ulusal demokratik taleplerle ileri atılabilir! Ve bu durumda “son Türk devletinin bekası” tehlikeye girer!
İşte bu topraklarda statükocu burjuva güçlere yıllarca korkulu rüyalar gördüren ve son tahlilde onları baskıcı, kıyıcı, acımasız bir devlet var etmeye iten asıl nedenler bunlardır. Statükocu burjuva devlet güçleri, bu tarihsel korkularının bir sonucu olarak, bir yandan işçi ve emekçi sınıfların mücadelesini bastıracak yöntemleri ve anti-demokratik yasaları kalıcı hale getirirken, diğer yandan da Kürt halkının ulusal kimliğine ve demokratik haklarına kavuşmasını engellemek için, şiddete dayalı, saldırgan, inkârcı ve imhacı uygulamaları resmi devlet politikası haline getirmişlerdir. Fakat burjuva devletin yıllardan beri süregelen yalana, inkâra, baskı ve şiddete dayalı bu kadim politikaları, ne sorunları ortadan kaldırabilmiş ne de tarihsel gerçekleri buharlaştırabilmiştir. Tam tersine, gerçekler daha da direngenleşirken, sorunlar daha da ağırlaşıp kangrenleşmiştir. Bugün artık bu sorunlar, baskıcı yöntemlerle daha fazla bastırılamaz ve daha fazla ertelenemez bir hale gelmiştir. Toplumsal ilerlemenin önünde gerçek bir engel teşkil eden bu sorunlar, mutlaka çözülmeyi beklemektedir. Dolayısıyla, bu sorunları çözmeyen ya da çözümüne engel olan burjuva partilerin bizzat kendilerinin çözüleceğinden hiç kuşkumuz olmasın. Bu bağlamda, AKP’yi bekleyen akıbetin de bundan başka bir şey olmayacağını söylemek bir kehanet olmayacak.
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar / XV, 30 Mayıs 2009, https://marksist.net/node/2136