İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ve Türkiye
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın siyasal haritasında çok önemli değişmeler olmuştu. Savaş sonrası dönemi karakterize eden ya da bu döneme damgasını vuran en önemli gelişme, dünyanın iki bloklu (kapitalist ve “sosyalist”) bir dünyaya dönüşmesi ve yıllarca sürecek olan bloklar arası bir soğuk savaş döneminin başlamış olmasıydı. ABD emperyalizmi ve Avrupalı müttefiklerinin tezgâhladıkları bu soğuk savaşın temel eksenini, Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanlığın körüklenmesi ve koyu bir anti-komünizm propagandasının dünya çapında örgütlenmesi oluşturuyordu. Başını ABD’nin çektiği emperyalist blokun dünya ölçeğinde yaymaya çalıştığı bu anti-komünist propagandaya göre Sovyetler Birliği ve yeni kurulan komünist rejimler “hür dünyanın ve demokrasinin düşmanı”, buna karşılık ABD emperyalizmi ise “hür dünyanın ve demokrasinin savunucusu” idi! O nedenle, hür dünyanın ülkeleri, ABD ve müttefiklerinin yanında saf tutmalı ve insanlığı bir felâkete sürüklemek isteyen komünizme karşı topyekûn mücadeleye hazırlanmalıydılar!
ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin, savaşın bitiminden hemen sonra soğuk savaşı başlatmalarının, dışa vuramadıkları daha temel bir nedeni vardı kuşkusuz. ABD’li ve Avrupalı kapitalistler, aslında savaş sonrası Avrupa’sında gelişebilecek bir işçi devriminden korkmaktaydılar ve esasen bu “tehlikeyi” önleyebilmek için başlatmışlardı soğuk savaşı! Milyonlarca insanın mahvına neden olan Nazizm ve Faşizm gibi insanlık düşmanı ırkçı-totaliter akımları kendi bünyesinde yaratmış olmanın suçluluğunu taşıyan burjuva Avrupa, bir yandan bu suçlu geçmişinin izlerini silmeye çalışırken, diğer yandan da savaş sonrasında emekçi kitleler arasında prestiji giderek artan komünizm düşüncesinin yayılmasının önüne geçmeye çalışıyordu. Savaş nedeniyle ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamı altüst olmuş bir Avrupa’da komünist fikirlerin yayılması, işsiz ve yoksul düşmüş milyonlarca emekçiyi harekete geçirebilir ve bir toplumsal devrimi tetikleyebilirdi pekâlâ! İşte emperyalizmi asıl korkutan da bu gerçeklikti.
Nitekim ABD ve Batı Avrupalı müttefiklerinin savaştan hemen sonra kurdukları Kuzey Atlantik Paktı Örgütü de (NATO) salt bu amaçla, yani “komünizm tehlikesi”nin Batı’da ve dünyanın başka bölgelerinde yayılmasını önlemek amacıyla kurulmuş anti-komünist bir organizasyondu. Soğuk savaş stratejisinin bir gereği olarak kurulan bu örgüt, dünyanın her tarafında doğabilecek işçi devrimlerine ve gelişebilecek “komünizm tehlikesine” karşı ekonomik, siyasi ve askeri bir savaş yürütmek üzere legal ve illegal düzeyde teşkilâtlanıyordu. 1950’li yılların başında ABD, “komünizmin yayılmasını önlemek” için çeşitli Avrupa ülkelerinde NATO bünyesinde paramiliter örgütler kurdu. “Gladio” adını taşıyan bu illegal örgütlerin kadroları, savaş sonrasında işsiz kalan faşistlerden, mafyaya bulaşmış güvenlikçilerden vb. oluşturulmuştu.
ABD’nin CIA marifetiyle örgütlediği bu Nazi artıkları, faili meçhul cinayetler işleyerek, bombalı sabotajlar düzenleyerek halkın komünizme düşman olmasını ve burjuva rejimin yanında yer almasını sağlayacaklardı. Bu Gladio faaliyeti, Avrupa’da komünist hareketin en güçlü olduğu İtalya’da başlatılmış ve daha sonra NATO üyesi olan tüm ülkelere yayılmıştı. Aynı illegal örgütlenme CIA tarafından Türkiye’ye de taşındı kuşkusuz. Bugün artık medyanın diline düşmüş bu soğuk savaş örgütü, Türkiye’deki adıyla “Kontrgerilla”, “Özel Harp”, ya da son olarak “Ergenekon” olarak ortaya çıkan örgütlenmelerdir. Bu anti-komünist gizli örgütleri kuran NATO, o yıllardaki gizli ve açık eylemleriyle, gerçekten de emperyalist saldırganlığın ve savaş kışkırtıcılığının bir simgesi haline gelmişti.
Fakat öte yandan bu emperyalist pakt, her türlü saldırganlığa başvurmasına, sıcak ve soğuk savaş yöntemlerini kullanmasına karşın, gene de emperyalizmin dünya üzerinde tekelci bir hâkimiyet kurmasını sağlayamamıştı. İkinci Dünya Savaşının bitiminde, Doğu Avrupa’nın tamamı ve Balkan ülkelerinin büyük bir bölümü kapitalist sistemden kopmuşlardı. Bu kopuş sürecine 1948’de Kuzey Kore, 1949’da da Çin katılacaktı. Kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan bu ülkelerin, ABD ve Avrupa emperyalizmine karşı SSCB’yle birlikte bir “sosyalist blok” oluşturmaları, savaş sonrası dünyada güçler dengesini tamamen değiştirmişti. İkinci Dünya Savaşından önceki güçler dağılımı ve dengeler mevcut değildi artık. Birbirine karşıt iki bloktan oluşan bir dünya vardı şimdi. Bir tarafta başını SSCB’nin çektiği ve kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan ülkelerden oluşan bir blok, diğer tarafta ise başını ABD’nin çektiği emperyalist-kapitalist ülkelerin oluşturduğu bir diğer blok. Bir de tabii, bu iki blok arasında kalan ve hangi yöne doğru hareket edeceği daha tam belli olmayan, “bloksuzlar” diye adlandırılan ülkeler vardı.
Öte yandan, savaş sonrasında oluşan bu yeni güçler dengesi, 1950’li ve 60’lı yıllarda sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş savaşlarının gelişmesine ve siyasal bağımsızlığını elde eden yeni ulus-devletlerin kurulmasına da önemli bir imkân sağlamıştı. Bağımsızlığını kazanan yeni ulus devletlerden bazıları, kapitalist bir “kalkınma” yolunu tutarak yeniden emperyalist-kapitalist ilişkiler ağı içinde yerlerini alırlarken, bağımsızlığını kazanan ülkelerden bazıları da SSCB ve diğer “sosyalist” devletlerle ilişkilerini geliştirdiler. Bunlar, “kapitalist olmayan yol” diye tanımlanan, ama gerçekte bir “devlet kapitalizmi” uygulaması olan “kalkınma” yolunu tuttular.
“Bloksuzlar” ya da “üçüncü dünya” diye adlandırılan bu ülkeler üzerinde 1950’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin etkisini giderek artırması, kapitalist dünyanın hegemon gücü olan ABD emperyalizmini daha da saldırganlaştıracaktı. Dolayısıyla 1950’li yıllar, iki blok arasında soğuk savaşın ve buna bağlı olarak çılgın bir silahlanma (konvansiyonel ve nükleer) yarışının başladığı yıllar oldu. ABD emperyalizmi bu yıllarda her türlü kirli yönteme ve saldırganlığa başvurarak, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve toplumcu-demokratik gelişmelerin önünü kesmeye çalıştı. Örneğin, azgelişmiş ülkelerde CIA eliyle askeri-faşist darbeler düzenlemek ve bu ülkelerdeki gerici oligarşik diktatörlükleri başa getirmek, ABD emperyalizminin bu dönemde en sık başvurduğu yöntemlerdi.
Kendini dünyaya “demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusu” olarak lanse eden ABD emperyalizminin çirkin yüzünün bu saldırılarla iyice açığa çıkması, bu yıllarda pek çok Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesinde ABD karşıtlığının yükselmesine ve anti-emperyalist eğilimlerin gelişmesine yol açtı. Nitekim bilindiği üzere 60’lı yıllar, bu anti-Amerikancı ve anti-emperyalist eğilimlerin daha da geliştiği ve Avrupa’yı da etkisi altına aldığı yıllar oldu.
Türkiye’de siyasal iktidarın liberal burjuvaziye geçişi
Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmelere bakarsak, aslında bu gelişmelerin de savaş sonrasında oluşan “uluslararası yeni güçler dengesinin” yarattığı siyasal konjonktürün doğrudan etkisi altında biçimlendiğini görürüz. Türkiye’de 1923’ten 1946’ya kadar süren yaklaşık çeyrek yüzyıllık tek partili burjuva diktatörlüğü döneminde, ekonominin ve siyasetin iplerini elinde tutan güç, bürokratik aristokrasi olmuştu. Bürokratik aristokrasinin burjuva iktidar bloku üzerindeki siyasal hegemonyası İkinci Dünya Savaşının nihayetine kadar kesintisiz olarak devam etmişti. TC’nin kuruluşundan itibaren burjuva devletin bürokratik cihazını elinde tutan Kemalist bürokrasi, kafaca burjuvalaşmış ve kapitalist Batı’nın burjuva değerlerini benimsemiş olmasına karşın, Osmanlı’dan devraldığı tarihsel mirastan, yani geleneksel “devletlû sınıf” anlayışından da tam kopabilmiş değildi. O nedenle, TC’nin kuruluşundan itibaren, mülk sahibi burjuvazi ile bu bürokrat kesim arasındaki ilişkiler hep çelişkili bir ilişki olmuştu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devletten sürekli destek görmesine karşın, emekleme dönemini aşıp da yeterli bir sermaye birikimine bir türlü ulaşamayan yerli burjuvazi, bu süre zarfında Kemalist bürokrasiye hep bağımlı kaldı ve onun hamiliğine hep ihtiyaç duydu. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında CHP hükümetinin uyguladığı “savaş ekonomisi” sayesinde bu burjuvazi oldukça palazlandı ve kendine güveni arttı. Savaştan sonra yerli burjuvazi, ekonominin ve siyasetin iplerini ulusal düzeyde kendi eline almak için çoktan planlar yapmaya başladı bile. Bir dönem devletin koruyucu kanatları altında gelişimini sürdüren ve yönetici bürokrasinin hegemonyasına katlanmak zorunda kalan yerli burjuvazi, şimdi bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve merkezi iktidarda daha hâkim bir konum elde etmek istiyordu doğal olarak!
Türkiye’de yatırımlar ve sermaye birikimi süreci, baştan beri kapitalist devlet işletmelerinin hâkimiyetinde gelişmiş olsa da, bu sürecin sonunda ekonomik olarak güçlenen ve zenginleşen son tahlilde gene özel kapitalist girişimciler, yani mülk sahibi burjuvalar oldu. Savaş sonrasında yerli burjuvazinin Kemalist bürokrasiye karşı tutumunda önemli bir değişikliğe yol açan da işte bu durumdu. Ekonomik gücü ve gelişkinlik düzeyi cumhuriyetin ilk yıllarıyla kıyaslanamayacak ölçüde artmış bulunan yerli burjuvazi, artık siyasal iktidarı da doğrudan kendi eline almak istiyordu. Beyin takımı İş Bankası Çevresindeki büyük kent burjuvazisinden oluşan bu liberal burjuva kesimin asıl arzusu, yabancı sermayenin de desteğini alarak ekonomide liberal bir atılımı gerçekleştirmekti. Türkiye’yi yabancı sermaye yatırımlarına açacak liberal bir ekonomik sistemi örgütlemek isteyen bu burjuva kesimle, kendi yönetimi altında devlet ağırlıklı bir kapitalist kalkınma ekonomisinin devamından yana olan Kemalist bürokrasi arasında içten içe yürüyen siyasal çatışma, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte iyice açığa çıkacaktı. Türkiye’de liberal burjuvaziyi bürokrasi karşısında daha aktif bir siyasal mücadele yürütmeye teşvik eden, ikinci emperyalist paylaşım savaşından sonra oluşan yeni uluslararası ekonomik ve siyasal konjonktürdü kuşkusuz. Avrupa’da savaşın sona ermesi ve liberal demokrasinin yükselişte olduğu yeni bir dönemin açılması, Türkiye’de de liberal burjuvaziyi siyasal iktidarı alma konusunda cesaretlendirdi.
İkinci Dünya Savaşının bitiminden hemen sonra, değişen dünya koşullarını değerlendiren CHP içindeki liberal burjuvazinin temsilcileri, tek parti diktatörlüğüne karşı çıkmaya başladılar. Bunlar esasen bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve kendi ekonomik ve siyasal projelerini hayata geçirmek istiyorlardı. Fakat bunu kendi başlarına ve kendi güçleriyle yapamayacaklarının da bilincindeydiler. Bu konuda kendilerine destek olacak ve “hamilik” yapacak dış kapitalist güçlere (emperyalist odaklara) ihtiyaç duyuyorlardı. Nitekim liberal burjuvazinin bu konuda da şansı yaver gidecekti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası konjonktür, Türkiye’de liberal burjuvaziye hem beklediği “hamiyi”, hem de ekonomik ve siyasal desteği sunacaktı.
İkinci Dünya Savaşında Hitler Almanya’sının, Mussolini İtalya’sının ve Japon militarizminin yenilgiye uğratılması, ırkçılığın ve faşizmin insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak lanetlenmesi ve Batı’da özgürlük ve demokrasi rüzgârlarının esmeye başlaması, Batı’yla ilişkilerini geliştirmek zorunda olan Türkiye’de de otoriter-devletçi kanadın (Kemalist bürokrasinin) süngüsünü düşürdü. Savaş sonrasında uluslararası konjonktürün değiştiğini ve oluşan yeni güç dengeleri ortamında artık içe kapanık bir ulusal ekonominin değil, emperyalist Batı ile bütünleşmeyi esas alan, dışa açık bir ekonominin kendi gelecekleri açısından daha “yararlı” olacağını düşünen büyük kent burjuvazisi ile Anadolu eşrafının büyük çoğunluğu artık iktidardaki statükocu Kemalist bürokrasiyi değil, değişim isteyen liberal burjuva muhalefet hareketini desteklemeye başladı.
CHP içinde burjuva muhalefetin başını çeken Bayar, Menderes, Koraltan, Köprülü gibi tanınmış isimler, 1946 yılında CHP’den ayrılarak Demokrat Parti adında yeni bir parti kurdular. Savaş sonrasında Avrupa’da esen demokrasi ve liberalizm rüzgârları nedeniyle, Türkiye’de de tek parti diktatörlüğü geri adım atmak zorunda kaldı ve liberal bir burjuva partisinin (DP’nin) kuruluşunu engellemeye cesaret edemedi. DP 1946’da yapılan ilk çok partili genel milletvekili seçimlerinde iktidara gelecek oyu alamasa da, önemli sayıda milletvekilini parlamentoya sokmayı başardı. Artık burjuva siyasal düzende eski yasakçı tutumun devam etmeyeceği, en azından burjuva partiler düzeyinde yasaklamaların olmayacağı bir dönem başlamış gibi görünüyordu. Hatta burjuva demokrasisinin sınırlarının bir parça genişlediği bu dönemde (1946-47), iki ayrı legal sosyalist partinin (Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi) kuruluşuna bile izin verildi. Böylece, Osmanlı’dan buyana Türkiye’deki siyasal değişim süreçlerinin, iç dinamiklerin zorlamasından çok, dış dinamiklerin zorlamasıyla gerçekleştiği bir kez daha kanıtlanmış oluyordu. Bu dönem ayrıca, tek parti diktatörlüğü dönemi boyunca süregelen sendikal yasakların da gevşetildiği bir dönem oldu. Sendikalar bu dönemde Türkiye’nin her tarafında hızla örgütlenmeye başladılar.
Türkiye’de meydana gelen bu siyasal zihniyet değişikliği, emperyalist Batı’nın savaş sonrası stratejileriyle de ters düşmediği için, Batı tarafından da olumlu karşılanacaktı. Nitekim 1946 yılında Türkiye’de çok partili parlamenter sisteme geçildiği ilan edilince ve çok partili ilk genel seçim gerçekleştirilince, ABD esasen Avrupa’nın onarılması için hazırladığı Marshall yardım planından Türkiye’yi de yararlandırdı. Resmi adı Avrupa Kalkınma Programı olan Marshall Planı, ABD dışişleri bakanı George Marshall tarafından ortaya atılan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük yıkıma uğramış kapitalist Avrupa’yı yeniden kalkındırmayı öngören bir programdı. Savaş sonrasında yaşanan işsizlik, yoksulluk ve kargaşa ortamının, Batı Avrupa ülkelerinde geniş emekçi kitleleri komünist partilere yöneltmesinden ve bir işçi devriminden çekinen ABD yönetimi, bu ülkelerin ekonomik durumlarını bir an önce düzeltmelerini istiyordu.
Fakat Türkiye’de yaratılan bu “demokrasi” iklimine rağmen, iktidardaki Kemalist bürokrasi işçi sınıfının ve sosyalistlerin örgütlenmesine fazla tahammül gösteremedi. İki legal sosyalist parti, kuruluşlarından altı ay sonra CHP hükümeti tarafından kapatıldılar ve ardından, sosyalistlerin öncülüğünde kurulan işçi sendikaları da kısa bir süre sonra aynı akıbete uğradılar. Fakat öte yandan, CHP’nin demokrasi konusunda takındığı bu ikiyüzlü tutumunun kendisine de bir yararı olmayacaktı kuşkusuz! Yıllardan beri halk kitlelerinin gözünde, halka yabancılaşmış baskıcı-otoriter bir devlet bürokrasisinin örgütü haline gelmiş bulunan CHP, çoktan halkın nefretini kazanmış bulunuyordu zaten. Bu nedenle de 1950’de yapılan genel milletvekili seçimlerinde ağır bir yenilgi almaktan kurtulamadı.
Seçim beyannamesinde ve yürüttüğü propaganda çalışmalarında, CHP’nin baskıcı-bürokratik yönetimini ve uyguladığı ayrımcı politikaları ağır bir dille eleştiren ve devlet karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerini korumayı, köylerde jandarma zulmüne son vermeyi vaat eden burjuvazinin yeni partisi DP, CHP karşısında ezici bir seçim zaferi kazanarak iktidara geldi. Otoriter-bürokratik tek parti diktatörlüğünden bıkmış olan ve ne pahasına olursa olsun değişim isteyen emekçi halkın (özellikle köylü kitleler) ezici bir çoğunluğu ve bu arada sosyalistler de 1950 genel milletvekili seçimlerinde DP’yi destekledi. Gerçekten de emekçi halk kitleleri, CHP’nin 1940’lı yıllarda uyguladığı savaş ekonomisinden en büyük zararı gören kesimdi. CHP’nin savaş yıllarında uyguladığı ekonomik politika nedeniyle işçi ve emekçi sınıflar alabildiğine yoksullaşırken, mülk sahibi sınıflar (burjuvazi ve eşraf) tam tersine bu yıllarda daha da zenginleşmişlerdi. Fakat burjuvazi zenginleştiği bu savaş yıllarında kendisini hep geri planda tutmasını bildiği için, sonuçta halkın gözünde suçlu olan, hep ön planda duran bürokrasi olacaktı. Halkın gözünde, işsizliği de, pahalılığı da, yoksulluğu da yaratan bu ön plandaki bürokrasi idi. Dolayısıyla, savaştan sonra burjuvazi bu durumu da kendi lehine kullanmasını bildi ve bu kez de bürokratik devletin baskılarına karşı yoksul emekçi halk sınıflarının “kurtarıcısı” olarak çıktı siyaset sahnesine. Tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi!
Burjuva siyasal rejimde meydana gelen bu “zihniyet” ve “siyaset” değişikliği, emperyalist Batı’nın izlediği savaş sonrası stratejiyle de uyum içinde olduğu için, Batı tarafından da hararetle desteklendi. ABD ve müttefikleri, savaşın bitiminden hemen sonra gündeme getirdikleri ve uygulamaya başladıkları “soğuk savaş” stratejisinde, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’ye de çok önemli bir rol biçtiler. Bunun karşılığında DP iktidarı da kendisini ekonomik ve siyasal bakımdan destekleyecek ve koruyacak yeni bir hamiye (ABD) kavuşmuş oluyordu!
Emperyalizmin dümen suyuna giren Türkiye’de burjuva demokrasisi
1950 seçimlerini kazanarak tek başına iktidar olan DP’nin ilk önemli siyasal icraatı, 1952 yılında NATO’ya girmek ve ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı başlattığı soğuk savaş saldırısına aktif destek vermek oldu. Daha baştan ABD emperyalizminin soğuk savaş stratejisine angaje olan DP, bu nedenledir ki “demokrasi ve özgürlükler” konusunda iktidara gelmeden önce verdiği sözlerin hepsini unuttu ve iktidarda kaldığı on yıl boyunca da Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisi uygulamaya hiçbir şekilde yanaşmadı. Çünkü DP iktidarı emperyalizmin dümen suyuna girdiği andan itibaren, ABD’nin soğuk savaş stratejisine uygun davranacağını ve bunun dışına çıkmayacağını taahhüt etmiş bulunuyordu. Dolayısıyla, DP iktidarının uygulayacağı burjuva demokrasisi de, sınırlarını ABD emperyalizminin çizdiği “demokrasi”den bir adım öteye geçemezdi. Tek parti diktatörlüğünün anti-demokratik, baskıcı, otoriter uygulamalarını eleştirerek ve de liberal söylemleri yükselterek iktidara gelen DP, kendi iktidarı döneminde, söylediklerinin tam tersini yapmak zorunda kaldı. Çünkü bu “liberal” burjuva iktidarı, ABD’den ve Batılı emperyalistlerden aldığı mali ve askeri yardımların karşılığını, demokrasi uygulayarak değil, soğuk savaşın gereklerini yerine getirerek ödeyebileceğinin bilincinde olan bir iktidardı! O nedenledir ki DP iktidarı, ana eksenini azgın bir anti-komünizmin ve anti-Sovyetizmin oluşturduğu soğuk savaş politikalarını uygulamaktan öte bir şey yapmadı kendi iktidarında. Öte yandan, DP iktidarının Türkiye’de Batı tipi bir burjuva demokrasisini işletip işletmediği konusu, Batılı müttefiklerinin (ABD’nin ve Avrupa’nın) de pek umurunda olmadı zaten. Onlar için önemli olan, Türkiye’deki ortaklarının yani burjuva iktidarların anti-komünist ve de anti-Sovyet olma görevlerini layıkıyla yerine getirip getirmedikleriydi.
Nitekim DP iktidarı, ABD emperyalizminin bu arzusunu hiç boşa çıkarmadı. Demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusu olduğu iddiasıyla iktidara gelen DP, daha iktidarının birinci yılında soğuk savaş stratejisinin gereklerini yerine getirerek komünistlere karşı saldırıya geçecek (1951-52 TKP tevkifatı) ve bu konuda ABD’nin ne denli sadık bir “anti-komünist müttefiki” olduğunu kanıtlamış olacaktı! Böylece TKP de tarihindeki en geniş tevkifatı, “özgürlük ve demokrasi şampiyonu” liberal DP iktidarı döneminde yaşamış olacaktı. DP iktidarının bu yıllarda düzenlediği ve aydınları da kapsayan “komünist avı”, Türkiye’de burjuvazinin hiçbir kesiminin (en liberalinin bile) demokrat olmaya nefesinin yetmediğini ve yetmeyeceğini göstermesi bakımından da ayrıca önemli bir olay oldu kuşkusuz.
“Liberal” ve de “özgürlükçü” bir parti olduğu iddiasıyla iktidara gelen DP, iktidara gelişinin daha ilk yılında komünistlere karşı uyguladığı bu saldırgan politikayla, ilerde işçi ve emekçi sınıfların ekonomik-demokratik talepleri karşısında nasıl bir tutum takınacağını ve ne tür bir politika izleyeceğini de açıkça ortaya koydu. İşçi sınıfının hakları sözkonusu olduğunda, bu “liberal” burjuva iktidarın da kendisinden önceki statükocu devletçi burjuva-bürokrat iktidardan (CHP iktidarı) pek farklı bir uygulama içinde olmayacağı apaçık ortaya çıktı. DP’nin işçi ve emekçilere yönelik uygulaması, onların ekonomik, demokratik hak ve özgürlüklerini son sınırına kadar kısıtlamayı hedefleyen bir uygulama olacaktı. 27 yıllık CHP iktidarından sonra, DP iktidarı döneminde de işçi sınıfı, grevli toplu sözleşmeli gerçek sendikal haklarından mahrum kalacaktı tabii ki. Devletçi Kemalist bürokrasinin tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi, serbest piyasacı DP’nin “liberal” iktidarı döneminde de, başta komünist düşünce olmak üzere her türlü sol, sosyalist ve demokratik düşünce üzerinde koyu bir yasakçılık ve sıkı bir sansür uygulaması devam etti.
Emperyalizmin dümen suyuna giren Türkiye’de kapitalist gelişme!
ABD’nin başlattığı soğuk savaş stratejisine dahil olmasıyla birlikte, Türkiye’nin üstleneceği rol de belirlenmiş oluyordu. Türkiye kendi bölgesinde Batı emperyalizminin ileri karakolu olacaktı. Bunun karşılığında Türkiye’ye yapılacak olan “yardımı” da ABD üstleniyordu. Türkiye için çizilen program belliydi: Muhtemel bir savaş durumunda ön sıralarda yer almaya itilen Türk ordusunun donatılması işini, ABD üstleniyordu. ABD İkinci Dünya Savaşından elinde kalan silahları bu işte kullanacaktı. Buna karşılık Türkiye de, savaşta yıkıma uğrayan sanayisini yeni baştan kurma uğraşı içinde olan Avrupa’ya hammadde ve gıda sağlamak üzere, üretim faaliyetlerini tarım ve madencilik sektöründe yoğunlaştırmayı taahhüt ediyordu. Özetle, Türkiye bir yandan kuzeydeki komşusu ve “ezeli düşmanı” SSCB’ye karşı Batı’nın fedailiğini yapacak, diğer yandan da Batı’nın tahıl ambarı ve hammadde deposu olacaktı. Böylece yeniden Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki konumuna dönmüş oluyordu Türkiye.
O dönemde emperyalist devletlerin görevlendirdiği ekonomi uzmanlarına göre, Türkiye’de bir sanayinin özellikle de ağır sanayinin kurulması sözkonusu değildir. Çünkü bunun mali kaynaklarının sağlanması çok zor bir iştir! Dolayısıyla, sanayileşme yerine öncelikle tarıma dayalı bir “ekonomik kalkınma” yolu benimsenmelidir! Türkiye’yi sanayileşmekten caydırmaya yönelik olan bu kaba telkinlerin, Türkiye’de bir rahatsızlık yaratabileceği de düşünüldüğü için, o dönemin Dünya Bankası yöneticileri bu öneriyi biraz yumuşatarak şöyle demekteydiler: “Türkiye’ye sanayileşme amacından vazgeçmesi gerektiği gibi bir telkinde bulunulmuyor. Ona telkin edilen şey, bu amaca en çabuk yoldan varmanın, tarım alanındaki kalkınmaya ağırlık tanımakla mümkün olacağı gerçeğidir.”[1]
1950 seçimlerinde tek başına iktidar olan DP, emperyalist kuruluşların telkinlerine uyarak tarım yoluyla gelişmeyi ekonomik programının temeli yaptı. DP iktidarının 1950-54 yılları arasında geçen ilk dönemi, CHP iktidarı altında uygulanan devlet kapitalizminin tersine, ekonomide mutlak bir liberalizm dönemi oldu.
DP iktidarının ilk yıllarında (1950-54) tarımda hızlı bir kapitalistleşme yaşandı. Özellikle Trakya, Ege, İç Anadolu’da toprakların kapitalist tarıma açılması tahıl üretimini hızla arttırmış ve tahıl ihracından Türkiye ekonomisine epey miktarda bir döviz girdisi sağlanır olmuştu. Tarımdaki bu kapitalist gelişme, en başta kapitalist tarıma yönelen büyük toprak sahibi tarım burjuvazisine ve büyük ticaret burjuvazisine (ithalatçı-ihracatçı burjuvalara) yaramıştı. Bayar-Menderes hükümetinin ilk dönemlerinde palazlanan burjuva kesimler bunlar olmuştu. Gene bu dönemde, NATO ve Marshall Planı çerçevesinde gelen dış yardımlar ve krediler de kapitalist gelişmeye ivme kazandıran unsurlar oldular. Fakat dış yardımlara ve dış borçlanmaya bağımlı hale gelen ve tek ayak üzerinde duran (esas olarak tarım sektörüne dayanan) bu kapitalist kalkınma hamlesi, çok kısa bir süre sonra hüsranla sonuçlanacaktı. Sanayi alt yapısı kurulmamış her azgelişmiş ülkenin düştüğü duruma, Türkiye de düşecekti kaçınılmaz olarak.
DP iktidarının ilk döneminde (1950-54) gerçekleşen tarımdaki kapitalist gelişme hamlesinin hemen arkasından, Türkiye ekonomisi sonu derin bir krizle noktalanacak olan bir bocalama ve kararsızlık dönemine (1954-58) girdi. Bu dönemde tarım ürünleri ihracatının gerilemesi ve aynı zamanda ihraç fiyatlarının düşmesi, ihracatı bütünüyle tarıma dayalı olan Türkiye kapitalizmini güç duruma soktu. Tahıl ihracından elde ettiği gelirlerdeki (döviz) bu ani düşüş, Türkiye’yi bir döviz dar boğazına sürükledi ve dış borçlarını ödeyemez duruma getirdi. Öte yandan, ihracat gelirlerindeki azalma, ister istemez, hem sanayi hem de tarım için gerekli olan girdilerin ithalatını da kısıtlamak zorunda bırakıyordu hükümeti. Bu da bir süre sonra, tarım üretiminin düşmesine ve ülkenin kendi üretimiyle insanlarını besleyemez hale gelmesine yol açacaktı. Yani bir bakıma CHP iktidarının “savaş ekonomisi” uyguladığı 1940’lı yıllarında çekilen kıtlık, yokluk ve yoksulluk, yeniden geri gelmiş gibiydi. Kuşkusuz ki bu olumsuz gelişmeler, kentlerde yaşayan işçi ve emekçi sınıfların yanı sıra, küçük devlet memurlarının, alt rütbeli subayların ve kimi orta katmanların yaşamını da olumsuz yönde etkilemeye başlamıştı.
Giderek ağırlaşan ekonomik koşullar, nihayet hükümetin OECD ülkelerine olan ticari borçlarını ödeyemez duruma geldiği 1958 yılında bir bunalıma dönüştü. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de uluslararası emperyalist kuruluşlar, bir “ekonomik istikrar” programını uygulamaya sokmadığı takdirde, Türkiye’ye yardımı ve borç para vermeyi keseceklerini söylediler ve acilen uygulanması koşuluyla Menderes hükümetine bir “ekonomik istikrar programı” sundular. Bu “istikrar” programı, uzun dönemde şu ekonomik dönüşümlerin yapılmasını istiyordu hükümetten: Kredilerin denetim altına alınması ve kaynakların egemen sınıf içindeki dağılımının yeniden düzenlenmesi, bir tarım reformu yapılarak pre-kapitalist toprak ağalarının elinde atıl vaziyette duran büyük toprak birimlerinin büyük ölçekli kapitalist tarıma açılmasının sağlanması, hükümetin pre-kapitalist ilişkileri ısrarla sürdüren kırsal kesimdeki büyük toprak sahiplerini değil kentlerdeki büyük sanayi ve ticaret burjuvazisini desteklemesi, ekonominin uzun vadeli ihtiyaçlarını ve ödemeler dengesinin sunduğu imkânları hesaba katan bir yatırım programının (beş yıllık kalkınma planlarının) hazırlanması.
Batılı emperyalist kuruluşlar ayrıca hükümetin bu “istikrar” programını uygulamaya geçmeden önce, yüksek oranda bir devalüasyon yaparak Türk parasının değerini düşürmesini de şart koştular. Menderes hükümeti bu son öneriye karşı başlarda bir süre direnecek, fakat 1958 Ağustosunda aldığı bir kararla, sonunda emperyalist kuruluşların bu isteğini de yerine getirmek zorunda kalacaktı. Alınan bu kararla, Türk lirasının değeri dolar karşısında bir seferde %260 değer kaybetmiş oluyordu. Derinleşen ekonomik kriz ve toplumsal yaşamda her geçen gün daha da artan sıkıntılar (tüketim maddelerinin kıtlığı, artan enflasyon ve fiyatların yükselmesi) bir süre sonra toplumda siyasal bir krize de yol açacaktı. Bu ekonomik ve siyasal kriz ortamında bocalayan ve kentlerde giderek seçmen desteğini yitirdiğinin de farkında olan DP iktidarı, bir süre sonra hırçınlaşmaya ve her türlü muhalefete (partilere, basına, aydınlara, üniversite gençliğine vb.) karşı baskıları arttırmaya ve genelde anti-demokratik uygulamaları yaygınlaştırmaya başladı.
Bu durum, 1950’de DP’ye kaptırdığı iktidarını geri almak için zaten ne zamandır hazırlık yapmakta olan bürokratik aristokrasiyi de harekete geçirdi. Esasen CHP içinde mevzilenmiş olan bürokratik aristokrasi, mülk sahibi egemen sınıflar arasındaki çelişkiyi de kullanarak iktidarda kendine yeniden yer açmaya çalışıyordu. 50’lerin sonunda Türkiye’de sanayi burjuvazisinin çıkarlarıyla büyük arazi sahiplerinin çıkarları çatışır hale gelmişti. Kredilerin büyük kısmının sürekli büyük toprak sahiplerine gitmesinden rahatsız olan sanayi burjuvazisi de Menderes hükümetinden umudunu kesmişti. Kendisi de büyük toprak sahibi olan Başbakan Menderes, sanayi burjuvazisinin taleplerine sürekli kulak tıkıyor ve tarımdan sanayiye kaynak aktarımını sağlayacak bir toprak reformuna da soğuk bakıyordu. Bu durumda emperyalist kuruluşların önerilerini de dikkate alan bürokratik aristokrasi, devletin ağırlıkta olacağı bir planlı kapitalist sanayileşme projesini savunmaya ve bu konuda sanayi burjuvazisini de yanına çekmeye çalışıyordu.
“DP politikalarının karşısına sanayileşme atılımı ihtiyacını, planlı bir kalkınma hamlesi zaruretini çıkartarak yeniden yükselişe geçmeyi amaçlayan CHP ise, dönemin muhalif unsurları için bir alternatif olmuştur. Ayrıca, uzun yıllar boyunca alışmış oldukları itibarlı konumlarından DP iktidarı döneminde uzaklaştırılmış bulunan sivil ve asker bürokrasi, devlet aydınları, artık DP döneminin sona ermesini ve CHP’nin önünün açılmasını şiddetle istemektedirler. Fakat olağan burjuva işleyiş içinde bu siyasal iktidar değişimini yaratmak hiç de mümkün görünmemektedir.
“Böylece ordu içinde, DP iktidarına muhalif bütün bu kesimlerin desteğini kazanacak olan bir darbe hazırlığı mayalanmaya başlar. CHP, Demokrat Parti iktidarını “anayasa ihlali” ile suçlar ve bu tutum kent aydınlarıyla üniversite çevreleri tarafından hararetle desteklenir. Ordu içindeki alt rütbeli subaylardan da DP’nin artık açıkça rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu sesleri yükselir. Devlet bürokrasisinden intikam alırcasına ordunun ve devlet memurlarının maaşlarını düşük tutan DP iktidarının uygulamaları, binlerce sıradan devlet çalışanını da (sivil veya asker) bunaltmış durumdadır. Bunun üzerine bir de DP’nin ekonomik uygulamalarının azdırdığı enflasyon yükü ve yoksullaşma binmiş, kısacası büyük kentlerde DP muhalifliği kitleselleşmiştir.”[2]
İşte böylece 1960 yılına girildiğinde, burjuva rejimdeki siyasal tıkanıklığı açacak ve siyasal yapıyı “istikrara kavuşturmak” üzere yeniden düzenleyecek bir askeri darbe için şartlar artık olgunlaşmış bulunmaktadır.
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /V, 30 Mayıs 2008, https://marksist.net/node/1806