Emperyalizmin ve yerli finans oligarşinin hegemonyası altında gelişen siyasal süreç
Daha önce de belirttiğimiz üzere, 1970-71 yılları yerli finans kapitalin ekonomik, siyasi ve askeri yapı üzerinde hegemonyasını pekiştirmek üzere önemli adımlar attığı tarihsel bir dönemeç noktasıdır. 1970 yılına girildiğinde, Türkiye’de siyasal manzara şudur:
Düzen karşıtı gerçek muhalefet hareketleri parlamento dışında gelişmekte ve eylemleriyle toplum kesimleri içinde etkilerini giderek artırmaktadırlar. Mevcut burjuva parlamentosu ise gelişen bu muhalefet hareketleri karşısında, siyasal gericiliğin ve tutuculuğun adeta kalesi haline gelmiş gibidir. Bir yanda, yerli ve yabancı büyük sermayenin ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarının savunuculuğunu yapan AP hükümeti gerici bir tutum sergilerken, diğer yanda ana muhalefet partisi CHP de geleneksel devlet düzeninin (statükonun) savunuculuğunu sürdüren tutucu bir burjuva “merkez partisi” tutumu içindedir. Parlamentodaki bu iki burjuva partisi birbirlerine karşı “uzlaşmaz” bir muhalefet yürütüyor gibi görünseler de, öte yandan işçilerin, gençlerin, aydınların parlamento dışında geliştirdikleri gerçek muhalefet hareketleri karşısında aynı egemen sınıf refleksini göstermektedirler. Parlamentodaki tek muhalif sol parti olan Türkiye İşçi Partisi ise, bir önceki döneme göre parlamento içinde etkisini tamamen yitirmiş bir parti konumundadır.
Egemen sınıf içi kavganın bir bakıma geri plana itildiği ve burjuva düzen savunuculuğunun ön plana geçtiği bu yıllarda, burjuva partiler de kendi aralarında adeta zımni bir işbölümü yapmış gibidirler. Örneğin, bir yandan AP iktidarı parlamento dışında gelişen devrimci sol hareketi bastırmak için doğrudan devletin baskı aygıtlarını harekete geçirirken, diğer yandan CHP de kendisine “solda” yeni bir yol (ortanın solu) belirlediğini “ilan ederek”, parlamento dışında gelişen devrimci sol muhalefeti düzen sınırları içine çekmeye ve kendine yedeklemeye çalışmaktadır. CHP’de İsmet İnönü’nün dillendirdiği ve bütünüyle burjuvazinin oportünist tavrını yansıtan bu “ortanın solu” siyaseti, daha sonra partinin genel sekreteri Ecevit tarafından sahiplenilecek ve daha da popülerleştirilecektir!
Fakat egemen sınıf partilerinin burjuva parlamenter rejim çerçevesinde uygulamaya çalıştıkları bu “sopa ve havuç” politikası, o dönemde ne işçi hareketindeki militanlaşmayı durdurabilecek ne de gençliğin devrimci eylemlerini, gösterilerini geriletebilecektir. Gerçekten de 1969 yılı işçi sınıfının ve devrimci gençliğin militan eylemleriyle dolu olarak geçmiş ve 1970 yılına da bu devrimci atmosfer içinde girilmiştir.
Diğer taraftan 1970 yılı, Türkiye kapitalizminin gelişim süreci içinde yerli büyük sermayenin bir üst evreye sıçradığı ve finans kapital sentezine ulaştığı bir dönemeç noktasıdır aynı zamanda. Büyük sanayi sermayesi ile banka sermayesini bünyesinde kaynaştıran ve her ikisine de hükmeden yerli finans kapital (mali sermaye), 1970 dönemecinden itibaren kapitalist ekonominin her alanında belirleyici olmaya ve burjuva siyasete daha etkin bir biçimde yön vermeye başlamıştır. Fakat her şeye rağmen gene de ulusal sınırların ötesine geçemeyen, dışa açılamayan ve henüz sermaye ihracını gerçekleştirebilecek bir düzeye ulaşamayan, dolayısıyla dış sömürüden pay alamayan yerli finans kapital grupları, artan sermaye ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sömürüyü ülke içinde derinleştirmek ve yoğunlaştırmak zorundadırlar. Ne var ki, mevcut koşullarda bunu başarabilmeleri de o kadar kolay bir iş değildir. Arzularını gerçekleştirebilmeleri için, öncelikle işçi sınıfının uzun süreden beri militan bir eylemlilik içinde olan örgütlü kesimlerini, özellikle de özel sektörde hızla örgütlenen ve ileri taleplerle patronların karşısına dikilen DİSK’i geriletmeleri ve böylece sınıf sendikacılığı hareketini etkisiz hale getirmeleri gerekmektedir.
İşçilerin devrimci sınıf tepkisi: 15-16 Haziran 1970 direnişi
Bugün olduğu gibi o gün de emperyalizmle sıkı bir işbirliği içinde hareket eden yerli finans kapitalin tepe adamları (finans oligarşi), sermayenin karşısına dikilen bu sınıf engelini bertaraf etmek için harekete geçtiler. Finans oligarşi, DİSK’in gelişiminin engellenmesi ve militanlaşan işçi hareketine tez elden müdahale edilmesi için, öncelikle parlamento ve hükümet nezdinde girişimlerde bulunacaktı. Bu konuda “ikna” çalışmaları yürüten finans oligarşinin temsilcileri, yalnızca AP’yi değil, CHP’yi de işbirliği içine çekmeye çalışıyorlardı. Nitekim finans oligarşinin parlamento düzeyinde yürüttüğü bu “ikna” çalışmaları semeresini verecek ve DİSK’i tasfiye etmeyi amaçlayan bir yasa tasarısı, aralarında CHP’li sendikacıların ve milletvekillerinin de bulunduğu bir komisyon tarafından hazırlanarak parlamentoya sunulacaktı.
Finans oligarşinin hegemonyası altında uygulamaya konulan bu planlar, militanlaşan işçi hareketini zapturapt altına almayı ve giderek tasfiye etmeyi hedefliyordu kuşkusuz. Ama egemen güçlerin parlamento aracılığıyla oynamaya kalkıştığı bu oyun, hiç de onların planladığı gibi yürümeyecekti. Burjuva siyasetçilerin parlamentoda ince hesaplar yaparak DİSK’i tasfiyeye girişmeleri karşısında, işçi sınıfının tepkisi çok sert oldu. Fabrikaları boşaltıp cadde ve sokakları dolduran on binlerce işçi, burjuvazinin bu sinsice girişimlerine militan eylemleriyle cevap verdiler: “DİSK biziz, bizi yok edemezsiniz!”
168 fabrikayı ve 150 bin işçiyi kucaklayan ve kimi bölgelerde Türk-İş üyesi işçilerin de katıldığı 15-16 Haziran Direnişi, başta İstanbul olmak üzere tüm Marmara bölgesini etkilemişti. Direnişçi işçiler başından sonuna kadar aynı kararlılık ve militan eylemlilik içindeydiler. Ordu tanklarıyla ve zırhlı araçlarıyla gösterilere müdahale etmek istediğinde de işçiler tankları ve barikatları aşıp geçtiler. Gösteriler esnasında polisin tutukladığı arkadaşlarını kurtarmak için işçiler karakolları bastılar ve arkadaşlarını polisin elinden çekip aldılar. Bu direniş günlerinde polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi ölmüş, iki yüze yakın işçi yaralanmıştı. İki gün boyunca devam eden işçilerin bu militan eylemliliği, ancak DİSK’in çağırısı ile son bulacak ve işçiler fabrikalarına döneceklerdi.
15-16 Haziran büyük işçi eylemleri, bu kadarını hiç beklemeyen burjuvaziyi adamakıllı ürkütmüştü. Korkuya kapılan pek çok patronun o günlerde İstanbul’u terk ettiği biliniyor. O dönemde Türk solunun büyük bir çoğunluğu bu gerçekliğin henüz farkında olmasa da, 15-16 Haziran işçi eylemlerinin ürküttüğü egemen sınıflar, kendi düzenleri için tehlike çanlarının çalmaya başladığının çok iyi farkındaydılar. Burjuvazi, kendi karşıtı ve gelecekteki mezar kazıcısı olan sınıfın taşıdığı devrimci potansiyel gücü görmüş ve gerçekten ürkmüştü. Bir proleter sosyalist devrimin dayanacağı devrimci sınıfın Türkiye’de nesnel olarak mevcut bulunduğu gerçeği, tüm tartışmaların ötesindeydi artık.
İşçilerin ortaya koyduğu 15-16 Haziran direnişini gördükten sonra, işçi hareketinin ve solun devrimci gelişiminin artık burjuva demokrasisinin “olağan” yöntemleriyle durdurulamayacağına kanaat getiren emperyalizm ve yerli finans oligarşi, bu durumda “olağanüstü” bir yönetimin koşullarını hazırlamak üzere hiç vakit geçirmeksizin harekete geçecekti. Bu aşamadan itibaren, bir yandan olağanüstü önlemlerin zorunluluğu konusunda parlamentoyu ikna etmeye çalışırken, diğer yandan ve esas olarak, ordu üst yönetimini kendi görüşleri doğrultusunda homojenleştirmeye çalışacaktı egemen güçler. Olağanüstü bir rejimi hayata geçirebilmeleri için, her şeyden önce ordu üst yönetimindeki çatlağı gidermeleri gerekiyordu çünkü!
27 Mayıs’la birlikte ordunun yönetim mekanizmalarında oluşmuş bulunan çatlağın hâlâ giderilememiş olması (Albay Talat Aydemir’in art arda gerçekleştirdiği iki darbe girişimi bunu kanıtlıyordu), ABD’yi ve yerli büyük sermayeyi ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Böyle bir ortamda, ordu içinde AP hükümetine karşı olan kimi radikal subayların gerçekleştireceği bir “sol” darbenin, burjuva devlet düzenini alt üst edebileceğinden ve hatta Türkiye’yi ABD’den ve Batı ekseninden uzaklaştırabileceğinden korkuyorlardı. Üstelik böyle bir “sol” darbe ihtimali, o dönemin koşulları dikkate alındığında hiç de yabana atılır bir ihtimal değildi! Bunun tedirginliğini yaşayan ABD ve yerli egemenler, ordunun yönetim kademelerinde baş gösteren istikrarsızlığın bir an önce giderilmesini istiyorlardı. Hele onlar açısından asıl önem taşıyan şey, hazırlık içinde olduğunu bildikleri radikal subayların denetimindeki “sol” bir cuntanın yapmaya hazırlandığı darbenin nasıl engellenebileceği idi. Bu aşamadan itibaren ABD emperyalizmi ve yerli finans oligarşi, radikal subayların denetimindeki bu sol cuntayı yakın takibe alacak ve onu tasfiye etmenin koşullarını hazırlamaya koyulacaktı.
Burjuvazinin kurmayları 15-16 Haziran büyük işçi eylemlerinden sonra gelişen süreci ve işçi sınıfının taşıdığı devrimci potansiyeli çok iyi görmüş bulunuyordu. Ama solda hâlâ bu gerçeği görmeyen ya da görmek istemeyen “sosyalistlerin” sayısı az değildi. İşçi sınıfı temelinde hareket edecek güçlü ve birleşik bir sosyalist harekete ne denli ihtiyaç duyulduğu apaçık ortadaydı ama ne yazık ki Türk solu bu ihtiyacı karşılayacak durumda değildi. Bir zamanlar pek çok sosyalist kadroyu bünyesinde toplayan ve solun birleşik partisi konumunda olan TİP de artık bölünmüş, güçsüz düşmüş ve etkisini yitirmiş bir parti konumundaydı.
12 Mart’a ilerlenen süreçte Türk solunun durumu
Bilindiği üzere Türkiye sol hareketindeki ideolojik-siyasal ayrışma ve saflaşmalar, 15-16 Haziran’a gelinmeden çok önce başlamıştı. Dolayısıyla Türkiye sol hareketi, işçi sınıfının tarihinde çok önemli bir dönemeç noktası oluşturan 15-16 Haziran işçi kalkışmasını örgütsüz, hazırlıksız ve kendi içinde birkaç parçaya bölünmüş olarak karşılamıştı. Soldaki bu ideolojik-siyasal ayrışma ve saflaşmanın tam olarak başladığı dönem ise, “Türkiye devriminin karakteri” üzerine yoğun tartışmaların yürütüldüğü 1968 dönemiydi. Bu dönemde üzerinde en yoğun tartışılan sorular, Türkiye’nin önündeki devrimci aşamanın niteliği, bu devrimin hangi sınıfın öncülüğünde yürütüleceği, hangi sınıflara dayanacağı ve temel görevinin ne olacağı gibi sorulardı. Aslında çok karmaşık ve yanıtlanması çok zor olan sorular değildi bunlar. Ama öte yandan bu sorular Türkiye’de bir devrimin gerekliliğini savunan kişi veya grupların siyasal olarak nerede durduklarını, nasıl bir devrimi savunduklarını ve esas olarak da hangi sınıf temelinde hareket etmeye eğilimli olduklarını açığa çıkaran sorulardı. Bu açılardan bakıldığında, 60’lı yılların Türkiye sol hareketinde başlangıçta en genel hatlarıyla belirginleşen ayrışma, çok açık olarak söylemeliyiz ki, devrimcilerin içten içe taşıdıkları (ya da yöneldikleri) sınıf eğilimlerini açığa vuran bir ayrışmaydı.
Bu ayrışmada bir tarafta, Türkiye’de gerçekte var olmayan bir “milli burjuvazinin” tarihsel misyonunu üstlenmeye kalkışan küçük-burjuva sol Kemalistlerin tepeden inmeci “devrim” (darbecilik) anlayışı belirginleşirken, diğer tarafta siyasal programı henüz tam olarak netleşmemiş olsa bile, genel bir yönelim olarak işçi sınıfı iktidarını ve sosyalizmi savunan bir Marksist sol anlayış[*] belirginleşmekteydi.
Türkiye’de devrim sorununu bir “ulusal bağımsızlık ve ulusal kalkınma” sorunu olarak gören ve kendilerini de “ulusal devrimci” olarak tanımlayan birinci gruptakiler (küçük-burjuva sol Kemalistler), bu görüşlerini önce YÖN dergisinde, daha sonra da DEVRİM dergisinde dile getirmiş bulunuyorlardı. 21 Ekim 1969’da Doğan Avcıoğlu’nun yönetiminde yayına başlayan DEVRİM dergisi, devrimcilerin önündeki tarihi görevin, “yarım kalmış Kemalist devrimi tamamlamak” olduğunu çok açık olarak söylüyor ve bu amaçla tüm devrimcileri “İkinci Kurtuluş Savaşı” çizgisi etrafında birlik olmaya çağırıyordu.
Sol Kemalistlerin 1970’li yılların başında yapmış oldukları Türkiye tahlili özetle şöyledir: Türkiye Atatürk devrinden beri sanayileşme sürecini tamamlayamamış ve Batı’daki gibi bir kapitalist endüstri toplumu olamamış bir ülkedir. Dolayısıyla bugün Türkiye’de hâkim üretim biçimi kapitalizm değildir ve sanayileşmeyi sağlayacak gelişmiş bir burjuva sınıfı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla ve bu nedenle, Türkiye’de gelişkin bir işçi sınıfı da mevcut değildir. Türkiye esas olarak emperyalizme bağımlı, yarı-feodal, yarı-sömürge bir tarım ülkesi konumundadır. Türkiye’deki hâkim güçler emperyalizm, toprak ağaları ve kökü dışarıda komprador burjuvazidir. Dolayısıyla, Türkiye’de devrim esas olarak bu hâkim güçlere karşı yapılmalı, yani “anti-emperyalist, anti-feodal, milli-demokratik” bir devrim olmalıdır! Bu devrimin temel görevi ise, Kemalist ilkeler doğrultusunda, devlet ağırlıklı “bağımsız, milli bir kalkınmayı” gerçekleştirmektir!
Diğer taraftan sol Kemalistler, “zinde güçler” diye adlandırdıkları asker-sivil aydın zümreyi de bu devrimin öncü gücü olarak görüyorlardı. Onlara göre Türkiye, Kemalist asker-sivil kadroların milli-devrimci iktidarında ve milli burjuvazinin de desteği ile ulusal sanayileşme hamlesini başlatabilir ve planlı bir kalkınmayı başarabilirdi! İşçi sınıfına gelince, Kemalistlere göre Türkiye’de işçi sınıfı gelişmiş bir sınıf olmadığı için, öncü ve devrimci bir rol üstlenebilecek yetenekte de değildi. İşçi sınıfı olsa olsa artçı bir rol, bir destek güç rolü üstlenebilirdi yalnızca! Kemalistler bu konuda kendilerine katılmayan ve sınıf mücadelesini öne çıkararak işçi sınıfının öncülüğüne ve sosyalizme vurgu yapan sosyalistlere çok kızıyorlardı. Çünkü onlara göre Türkiye’de işçi sınıfının öncülüğünü savunmak, vurguyu sınıf mücadelesine ve sosyalizme yapmak, zinde güçleri (yani askerleri) küstüren ve “ulusal güçlerin” birliğine zarar veren bir davranış olmaktaydı!
Oysa durum hiç de Kemalistlerin dediği gibi gelişmiyordu Türkiye’de. İlginçtir, o dönemde işçi sınıfının öncülüğünü ve sosyalizmi savunanların tutumu “ulusal güçlerin birliğine” herhangi bir zarar vermemişti ama, Kemalistlerin başlattığı “zinde güçler” tartışması sosyalist solu kısa zamanda bölmeyi başaracaktı! Sosyalist solda bölünmenin fitilini ateşleyen ise, o dönemde Kemalistlerle flört eden eski tüfeklerden Mihri Belli’nin, sosyalist hareket içinde birdenbire MDD tezini yükseltmesi olmuştu!
Mihri Belli grubunun 1968 sonlarında yayınlamaya başladığı Türk Solu Dergisi de tıpkı Doğan Avcıoğlu gibi, Türkiye’yi “emperyalizme bağımlı, yarı feodal, yarı sömürge” bir ülke olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin önündeki devrimin anti-kapitalist bir devrim değil, tam bağımsızlığı ve demokratikleşmeyi hedefleyen “anti-emperyalist, anti-feodal, milli-demokratik” bir devrim olduğunu söylüyordu. Bu devrimde sosyalistlerin Kemalistlerle ittifak yapmasını da mutlak bir zorunluluk olarak gören Mihri Belli, bu konuda daha da ileri giderek, “zinde güçler” olarak tanımladığı asker-sivil bürokrasi ile devrimci gençliğin, aydınların, milli burjuvazinin ve işçi sınıfının bir “milli cephe” içinde birleştirilmelerinin, önde gelen “acil bir görev” olduğunu propaganda ediyordu!
Mihri Belli’ye ve onun gibi düşünen “sosyalistlere” göre, zinde güçlerle birlikte oluşturulacak böyle bir milli demokratik cephenin temel görevi, “milli devrimci” bir iktidarı iş başına getirmek ve ülkenin tam bağımsızlığını garanti altına alacak bir “milli kalkınma” hamlesini başlatmak olmalıydı! Türkiye’de bir işçi sınıfı partisinin kurulması ve bir sosyalist devrimin hedeflenmesi ise, ancak bu milli demokratik devrimin başarılmasından ve “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye”nin kurulmasından sonra sözkonusu olabilirdi, daha önce değil! O halde “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” ideali gerçekleştirilinceye değin, kimsenin hakkı yoktu sınıf mücadelesini öne çıkarmaya ve “sosyalist devrim” ya da “sosyalist Türkiye” sloganını atmaya! Bu kurala uymayanlar (örneğin TİP gibi) “milli güçlerin birliğine” büyük zarar vermiş oluyorlardı!
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, MDD tezini savunan ve bu temelde Kemalistlerle (yani asker-sivil bürokrasi ile) bir ittifak arayışını her şeyin önüne geçiren Mihri Belli gibi “sosyalistlerin” gerçekte nasıl bir devrim düşledikleri, bu devrimde işçi sınıfına nasıl bir “rol” biçtikleri apaçık ortadaydı: MDD’ciler de tıpkı Kemalistler gibi, işçi sınıfına öncü değil artçı bir rol biçiyorlardı demokratik devrimde! O dönemde devrimci gençliği de etkileyip yanına çekmeyi başaran “sosyalist” Mihri Belli’nin Türkiye için önerdiği “devrim teorisi” böyle bir şeydi işte!
Oysa olayların gelişimini çok daha farklı yorumlayan ve Türkiye’deki sınıf gerçeğine farklı bir gözle bakan sosyalistler de vardı Türkiye’de. Ve onlar hiç de MDD’ciler gibi düşünmüyorlardı gelişen süreç hakkında! MDD’cilere kıyasla daha bir sınıf temelinde hareket etmeye çalışan bu sosyalistlere göre, proleter devrimcilerin görevi, Kemalistlerle bir ittifakı her şeyin önüne geçirmek ya da devrimci mücadelede asker-sivil bürokrasiye (zinde güçlere) bel bağlamak değil, işçi sınıfı temelinde devrimci sosyalist bir hareket yaratmaktı. Çünkü bu yapılmadan, hiçbir devrim başarılamazdı Türkiye’de. Oysa bir küçük-burjuva aceleciliği içinde kısa yoldan “başarı” elde etme peşinde koşan MDD’ci sosyalistler, farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu esas devrimci görevden yan çizdikleri sürece, işçi sınıfını sol Kemalistlerin ya da ne idüğü belirsiz “zinde güçler”in kuyruğuna takmış oluyorlardı! Bu kuyrukçu tutum ise, uzun dönemde işçi sınıfını burjuvazi karşısında örgütsüz ve güçsüz düşürmekten ve devrimci mücadeleyi sakatlamaktan başka bir sonuç getirmeyecekti!
Her şeye rağmen proleter sınıf temelinde hareket etmeyi savunan sosyalistler, MDD’cilerin Türkiye için yaptıkları sosyo-ekonomik tahlillere de hiç katılmıyorlardı. Bu sosyalistlere göre, 1970’ler Türkiye’sinde hâkim üretim biçimi ne feodalizm ne de yarı feodalizmdir. Türkiye’deki hâkim üretim biçimi, bünyesinde derebeylik kalıntılarını da barındıran, orta düzeyde gelişmiş bir kapitalizmdir. Bu kapitalizmde belirleyici olan hâkim sınıf ne feodal beyler, ne de “kökü dışarıda”, “gayri milli” bir sınıf olarak tanımlanan komprador burjuvazidir. Bu kapitalist düzende hâkim sınıf, kökü düpedüz içerde olan, yani ulusa dahil bulunan yerli büyük burjuvazidir. Türkiye iktisaden emperyalizme bağımlı bir ülke haline gelmişse, bu, emperyalizmin bir saldırısı ya da ülkeyi işgali sonucunda değil, yerli büyük burjuvazinin emperyalist sermayeyi “ülkeye davet etmesi ve onunla ortaklık kurması” sonucunda olmuştur. Yıllardır Kemalist devletin koruyucu kanatları altında beslenip palazlanan bu yerli büyük burjuvazi, 1950’lerde kendi arzusu ve iradesiyle emperyalist sermayeyle bağlaşmış, emperyalizmin askeri ve iktisadi örgütlerine katılmış ve Türkiye’yi iktisadi ve askeri açıdan emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirmiştir. Kaldı ki, Türkiye’de emperyalist sermayeyle bütünleşmek istemeyen ve MDD’cilerin iddia ettiği gibi gerçekten anti-emperyalist nitelik taşıyan bir “milli burjuva” kesim zaten hiç olmamıştır.
Sonuç olarak, Türkiye’de hâkim düzen, emperyalizmle iç içe geçmiş bir kapitalist düzendir. O halde ülke içinde emperyalizmin temel dayanağı olan bu kapitalist düzene ve bu düzenin başındaki yönetici sınıfa, yani yerli büyük burjuvaziye ve onun devletine karşı başat bir mücadele verilmeden, ülkenin emperyalizme bağımlılıktan kurtarılması da mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla devrimci sosyalistler, Türkiye’nin önündeki devrimin anti-kapitalist, anti-emperyalist bütünsel bir devrim olduğunu açıkça belirtmelidirler. Böyle bir devrimin öncüsü ve temel gücü ise, Marksist ideolojiyle donanmış devrimci bir parti tarafından yönetilen örgütlü-devrimci işçi sınıfı olabilir ancak! Türkiye’de demokratik görevleri de çözecek, ülkeyi emperyalizme bağımlılıktan da kurtaracak devrim, bir proleter devrim olabilir ancak! Bunun dışında, Türkiye’de anti-kapitalist mücadeleden tamamen soyutlanmış ve önderliği burjuva/küçük-burjuva “zinde” güçlere terk edilmiş, kerameti kendinden menkul bir “anti-emperyalist” mücadele anlayışı ya da “demokratik devrim” düşüncesi, gerçekte bir aldatmacadır, bir saptırmacadır!
1968 ve 1969 yıllarında sosyalist hareket içinde yürüyen bu tartışma, sonuçta sosyalist kadroların “devrim” anlayışlarını ve sınıf eğilimlerini esaslı bir şekilde birbirinden ayrıştıran bir tartışmaydı. Ama bu döneme ilişkin burada vurgulanması gereken en önemli nokta, sosyalist hareket içinde Kemalizmle flört eden MDD’ci görüşün, hem sosyalist solun bölünmesinde, hem de başlangıçta sosyalizme yönelmiş olan devrimci gençlerin, daha sonra bu konumlarından uzaklaşarak “ulusal devrimciliğe” yönelmelerinde belirleyici bir rol oynadığı gerçeğidir. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan fakat Marksizmi kavramak bakımından daha yolun başında olan devrimci gençlerin ezici bir çoğunluğu, bu dönemde MDD çizgisinin yürüttüğü “ulusal devrimcilik” propagandasından güçlü bir şekilde etkilenerek, özünde bir küçük-burjuva devrimciliği olan MDD’ciliği benimsemişlerdir. Bu gelişmeler, o dönemin sosyalist gençlik örgütü olan Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun da bölünmesine yol açacaktır. 1969 yılının Ekim ayında yapılan FKF kongresini MDD’ci gençler kazanacak ve derneğin ismi Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirilecektir.
O dönemde devrimci gençlerin önemli bir bölümünün kendilerini hem sosyalist olarak görmeleri, hem de Kemalizme yakınlık duymalarının esas nedeni, MDD’ci tezlerin etkisi altında kalmış olmalarındandır kuşkusuz. Aslında kendilerini sosyalist olarak tanımlayan devrimci gençler, MDD’ci “teorisyenlerin” yürüttüğü propagandalar sonucunda, Kemalizmin de tıpkı sosyalizm gibi anti-emperyalist, devrimci, halkçı bir ideoloji olduğuna kendilerini inandırmaya ve bu nedenle Kemalizme de yakınlık duymaya başlamışlardı. Gerçekte onlar, emekçi halkın kurtuluşu uğruna mücadeleye atılmış devrimci gençlerdi. Ama ne yazık ki Kemalizmi de “devrimci-halkçı” bir ideoloji sanma yanılgısından kendilerini henüz kurtarabilmiş değillerdi. Bu yanılgının devrimci harekette yarattığı yıkıcı sonuçlar ise, ancak ilerde, yani iş işten geçtikten ve büyük kayıplar verildikten sonra bilince çıkarılmaya başlanacaktı; ama gene de tam olarak değil!
Konuyla doğrudan bağlantılı olduğu için, burada devrimci gençlerin konumuyla ilgili bir noktaya daha değinmek gerekiyor. O dönemde devrimci gençlerin Kemalizm hakkındaki yanılgılarını artıran ve siyasal tahlillerinde Marksizmden uzaklaşmalarına yol açan en önemli etkenlerden biri de, dönemin büyük sosyalist liderleri olarak belledikleri tarihi figürlerin (Mao, Ho Shi Min, Enver Hoca, Che Guevera, Castro vb.) siyasal yazılarında ve ideolojik-teorik açılımlarında da esas vurgunun “ulusal kurtuluş” devrimlerine yapılması ve “ulusal” devrimciliğin, “sınıfsal” devrimciliğin önüne geçirilmiş olmasıdır. Tıpkı yerli MDD’cilerinki gibi, bu sosyalist liderlerin görüşleri de bir anlamda sol Kemalistlerin görüşleriyle paralellik taşıdığı için (kapitalist olmayan yol, milli kalkınma, yeni demokrasi, milli devrimci iktidar vb.), o dönemde Kemalizmin “anti-emperyalistliği” ve “devrimciliği” daha kolay benimsenir olmuştur devrimci gençler tarafından!
15-16 Haziran işçi direnişinden 12 Mart darbesine
15-16 Haziran direnişinin işçi sınıfının kendine olan güvenini artırdığı ve öncü işçilerin sınıf bilincini daha da pekiştirdiği görünen bir gerçeklikti. Direniş sonrasında gerek işyerlerinde, gerek sendika şubelerinde, gerekse öncü işçilerle devrimci gençlerin birlikte yaptıkları toplantılarda, direniş günleri değerlendiriliyor ve sık sık devrimci politik bir önderliğe duyulan gereksinim üzerinde tartışmalar yürütülüyordu. 15-16 Haziran eylemlerinin, o güne kadar sosyalist solda ve devrimci gençlik hareketi içinde “Türkiye devriminin karakteri” ve “işçi sınıfının bu devrimdeki rolü” üzerine yürütülen tartışmaları yeniden alevlendirdiğine hiç kuşku yok.
Ne var ki, 15-16 Haziran büyük işçi eylemlerinden sonra yeniden başlayan bu tartışmalar, gerek sosyalist solda gerekse devrimci gençlik hareketi içinde daha önce başlamış bulunan ideolojik-politik ayrışmayı ve örgütsel bölünmeleri hiçbir biçimde ortadan kaldırmayacak, tersine daha da derinleştirecekti. Tartışmalardan çıkan sonuçlar, sosyalist solda ayrışma ve bölünmenin artık geri dönüşsüz bir noktaya gelmiş bulunduğunu apaçık gösteriyordu. Özellikle devrimci gençlik hareketi içindeki ayrışma iyice belirginleşmişti. MDD’ci gençler küçük-burjuva devrimciliği yolunda ilerleyip Kemalistlerle ittifakı sürdürürlerken, baştan beri MDD çizgisine ve küçük-burjuva devrimciliğine mesafeli duran sosyalist gençler ise yollarını küçük-burjuva devrimciliğinden tam olarak ayıracak ve işçi sınıfı içinde örgütlenmeye, öncü işçilerle bağlar kurmaya yöneleceklerdi.
Öte yandan, 1971 yılına ilerlenirken, sosyalist soldaki bölünme yalnızca TİP ile MDD çizgisi arasındaki genel bir bölünme olarak kalmayacak, aynı zamanda MDD çizgisinin kendi içinde de bölünmeler yaşanmaya başlayacaktı. Başlangıçta MDD içinde yer alan ve Mihri Belli grubuyla birlikte hareket eden devrimci gençlik liderleri, daha sonra yollarını ayırmaya ve kendi bağımsız örgütlenmelerini inşaya giriştiler. Önce Maoculuğu benimseyenler (Doğu Perinçek grubu) yollarını ayırdılar. Daha sonra ise, Che Guevera çizgisini benimseyenler (Mahirler ve Denizler), Mihri Belli’yi oportünizm ve pasifizmle suçlayarak ayrı örgütlenmelere (kır ve şehir gerillacılığı) yöneldiler.
Gerçekten de bu yıllar, “zaman” kavramının hızlandırılmış ve sıkıştırılmış bir şekilde yaşandığı yıllar oldu. Esas olarak 1968 sonlarından itibaren yaşanmaya başlanan sosyalist soldaki tartışma ve bölünme süreci, 1970’in sonuna gelindiğinde artık “tamamlanmış” ve taraflar kendi örgütsel yapılarını oluşturmaya başlamış bulunuyordu. Egemen sınıflar, işçi hareketinin ve solun 1968’den beri devam eden kitlesel yükselişini engelleyememişlerdi, ama son bir yıl içinde (1970) solda yaşanan bu derin çalkantı ve bölünme süreci bunu başaracağa benziyordu! Çünkü tam da bu dönemde, devrimci hareket ile işçi hareketi buluşup kaynaşacak yerde, giderek birbirinden uzaklaşıyor ve her ikisi de güçsüz düşüyordu. Üstelik devrimci hareketin işçi hareketinden uzaklaşmasının, özellikle 15-16 Haziran büyük işçi direnişinden sonra daha da belirgin bir hal almış olması gerçekten de düşündürücüydü! Oysa tam tersi yönde bir gelişme beklenirdi doğal olarak. Yani sosyalizme inanan devrimci kadroların ve gençlerin, 15-16 Haziran eylemlerinden sonra işçi sınıfının nesnel varlığını ve taşıdığı devrimci potansiyeli daha iyi kavrayıp, daha kararlı bir şekilde sınıfa yönelmeleri gerekirdi. Ama öyle olmadı! İşçi sınıfının 15-16 Haziran’da sergilediği militan eylemlilikten sonra, sosyalist solda ve devrimci gençlik hareketinde tam tersi yönde bir gidiş başladı. Sanki iyi sıhhatte olsunlar devrimci sürece müdahale etmiş ve bunun sonucunda, sosyalist solda derin bir ideolojik-siyasal kayma yaşanmaya başlanmıştı. Bunun somut göstergesi ise, sosyalist solda işçi sınıfı temelinden kopuk bir küçük-burjuva devrimciliğinin giderek daha çok prim yapması ve açık farkla proleter devrimciliğin önüne geçmesi oldu. Solda galebe çalan bu küçük-burjuva devrimciliği, sosyalist devrim hedefinin yerine “ulusal devrim” hedefini geçirerek, “sol” Kemalist cuntaların darbe değirmenine su taşıdı adeta!
Oysa 15-16 Haziran’la doruğuna ulaşan militan işçi eylemleri, bir yandan mücadeleye atılan işçilerin kararlılığını ve gözüpekliğini ortaya koyarken, diğer yandan aynı işçilerin politik bilinçle donandıklarında ve örgütlendiklerinde, kapitalist düzeni nasıl da temellerinden sarsabileceklerinin işaretlerini veriyordu. Aslında öncü işçilerin de o dönemde şiddetle ihtiyacını duydukları şey, politik sınıf bilinçlerinin daha iyi gelişmesini sağlayacak örgütlü bir politik faaliyetin içinde yer almaktı kuşkusuz. Ne var ki solda eksik olan tam da buydu işte. Sınıf temelinde hareket eden ve öncü işçileri kendisine çekebilecek olan gerçek anlamda devrimci komünist bir örgütlülük yoktu ortada. Dolayısıyla, o dönemde kendisine “proleter devrimciyim” diyen çevre ya da grupların her şeyden önce yapmaları gereken şey, bu eksikliği kavrayıp giderilmesi için bir araya gelmek ve işçi sınıfı içinde sabırlı, kararlı bir örgütsel faaliyet yürütmek olmalıydı elbette. Ne var ki, o dönemde gerek TİP içindeki gerekse TİP dışındaki sosyalist kadroların ancak çok küçük bir bölümü bu tarihi görevin gerekliliğini ve zorunluluğunu kavramış durumdaydı! İşçi sınıfının bu militan eylemlerinin taşıdığı devrimci potansiyeli görmezden gelen sosyalistlerin büyük çoğunluğu ise, işçi sınıfı dışında daha “zinde” ve daha “devrimci” güçler aramakla meşguldüler hâlâ! İşçi sınıfı içinde devrimci faaliyet yürütmekten ve komünist bir örgüt inşa etmek görevinden sürekli yan çizen bu “sosyalistler”, diğer taraftan kendilerini “proleter devrimci”, “Marksist-Leninist” vb. olarak adlandırmaktan da hiç geri durmadılar tabii ki! Solda ideolojik-politik ortam bu olunca, işçi sınıfı içinde örgütlenme fikri de, zaten kafası küçük-burjuva “devrim” teorileriyle iyice karışmış olan devrimci gençlerin tamamen görüş ufku dışına çıkmış oldu.
Öte yandan bu dönem, gençliğin ateşli duygularına hitap eden küçük-burjuva “ultra-sol” teorilerin ortalıkta kol gezdiği bir dönem niteliği taşıdı. İşçi sınıfının fiili öncülüğü olmadan da sosyalist bir devrimin yapılabileceğini vazeden bu “yeni devrim teorileri” ve “devrim stratejileri”, küçük-burjuva devrimci gençlik içerisinde bol miktarda alıcı da buldu. “Kısa yoldan” devrim yapmanın “maceracı” yollarını sunan bu küçük-burjuva “sol” teoriler, elbette ki daha cazip gelmeye başlamıştı devrimci gençlere! Başlangıçta işçi sınıfının öncülüğünü, sosyalizmi benimsemiş olan (en azından, geçmişte TİP içinde yer almış kadrolar için bunu söylemek mümkün) devrimci gençler, daha sonra darbeciliğe de göz kırpan MDD’ci görüşlerin cazibesine kapılarak “ulusal devrimciliğe” evrilmiş ve nihayet dünyada dolaşımda olan “ultra-sol” yeni teorilerden etkilenerek bizzat kendileri eklektik devrim teorileri üretmeye girişmişlerdi. Nitekim “fokoculuk”, “şehir gerillacılığı”, “öncü savaşı”, “silahlı propaganda” vb. gibi “teoriler” hep bu dönemdeki eklektik düşüncelerin bir bulamacı olarak ortaya saçıldı.
Kendileri her ne kadar farkında olmasalar da, 12 Mart öncesinde bu teorilerin yol göstericiliğinde devrim için eyleme geçmiş olan devrimci gençlerin tüm fedakâr çabaları, yiğitlikleri ve adanmışlıkları, ne yazık ki proleter sınıf temelinde gelişecek gerçek bir devrimci sosyalizm mücadelesine hizmet etmemiştir. Tersine bu çabalar, sonunda ordu içindeki Kemalist cuntaların kendi iç hesaplaşmalarına ve darbe tezgâhlarına yem olmuştur. Proleter devrimci sınıf pusulasını (Marksizmi) yitiren ve küçük-burjuva ulusal devrimciliğin girdaplarında yolunu kaybeden 1968 devrimci gençliğinin 12 Mart döneminde yaşadığı büyük trajedinin nedenleri de burada yatmaktadır!
(devam edecek)
[*] Öte yandan, kendi içinde geniş bir siyasal yelpaze oluşturan bu ikinci eğilimin sosyalizm ve devrim anlayışının da o dönemde oportünizmle, parlamentarizmle veya resmi komünizmin dogmalarıyla önemli ölçüde sakatlanmış olduğu da bilinen bir gerçekliktir. Ama konunun bu yönünün incelenmesi, bu yazının konusu değildir. Türk solunun bu dönemine ilişkin ideolojik-siyasal ayrışmaların ve ortaya çıkan sosyalizm anlayışlarının daha ayrıntılı bir incelenmesi için bkz. M. Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, www.marksist.com
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /X, 1 Ocak 2009, https://marksist.net/node/1959