Adım adım 12 Mart darbesine
15-16 Haziran büyük işçi eylemi, zaten kabına sığmayan devrimci gençleri daha da hareketlendirmişti. Devrimci gençlik liderleri politik olarak Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisine bağlılıklarını sürdürmekle birlikte, Mihri Belli’nin bir anlamda zinde güçlere bel bağlamış olan “beklemeci” çizgisini artık daha sert eleştirmeye başlamışlardı. Nitekim bu dönemde MDD çizgisi içinde gerçekleşen bölünmeler de devrimci gençlik liderlerinin farklı bir yöneliş içinde olduklarını açıkça ortaya koyuyordu. Dev-Genç liderleri (Mahirler) Ocak 1971’de yayınladıkları açık mektupta, Mihri Belli’nin siyasal çizgisini milliyetçilikle, sağ oportünizmle, reformizmle eleştiriyor ve artık bu çizgiyle yollarını tamamen ayırdıklarını açıklıyorlardı.
Dev-Genç liderlerine göre, yarı sömürge bir ülke olan Türkiye’nin kentleri bütünüyle emperyalizmin boyunduruğu altındaydı. O halde emperyalizme karşı devrimci savaş, emperyalist boyunduruğun en zayıf olduğu halkalarda yani kırlarda başlamalı ve kentlerin fethi doğrultusunda bir rota izlemeliydi. Devrim kırlardan başlayacağına göre, bu devrimin temel gücü de köylülük olacaktı. İşçi sınıfına gelince; işçi sınıfı devrimin önder gücüydü ama onun önderliği “fiili önderlik” değil, “ideolojik öncülük” olmalıydı!
“Emperyalist işgale karşı işçi-köylü ittifakı temelinde halk savaşı” stratejisini benimsediklerini söyleyen devrimci gençlik liderleri, bu stratejiye uygun bir askeri örgütlenmeye gitmek gerektiğini savunuyorlardı. Nitekim 12 Mart öncesinde yayınladıkları bildirilerde, bu askeri devrimci örgütlerin kurulduğunu kamuoyuna duyuracaklardı. Silahlı mücadeleyi esas alan bu askeri devrimci örgütlenmeler (THKO ve THKP-C), bir süre sonra giriştikleri askeri eylemlerle (bombalama, banka soygunu, adam kaçırma vb.), “halk savaşı”nı fiilen başlattıklarını ilan ediyorlardı!
1971 yılına girildiğinde ordu içinde de kıpırdanmalar artmış durumdaydı. Kendilerini Kemalist milliyetçi- devrimciler olarak tanımlayan radikal subaylar, AP hükümetini devirmek için bir darbe hazırlığı içindeydiler. Radikal subayların oluşturduğu “sol” cuntanın içinde eski 27 Mayısçı subayların yanı sıra, çeşitli meslekten Kemalist aydınlar da (Devrim dergisi çevresi) yer alıyordu. Ayrıca dönemin kuvvet komutanlarının da bu “sol” cuntayı desteklediği yaygın bir inançtı sol kamuoyunda! Bu ortamda darbeyi bir an önce gerçekleştirmek ve kendi “devrim” programlarını hayata geçirmek için sabırsızlanan radikal subaylar, darbe tarihini kesinleştirmeleri için kuvvet komutanlarına alttan basınç bindirdiler. Alttan gelen bu basınca daha fazla engel olamayacaklarını anlayan kuvvet komutanları, bu durumda darbe tarihini 9 Mart olarak bildireceklerdi cuntaya.
Fakat bu arada ABD ve yerli finans oligarşi de ordu içinde faaliyetlerini aralıksız sürdürüyordu. Belli ki, ABD ve yerli finans oligarşi, radikal subayların “sol” darbe girişimini engellemek için kuvvet komutanlarıyla üst düzeyde pazarlıklar yürütüyordu. Üst düzeyde yürütülen bu pazarlık, NATO’nun Güney Doğu kanadını oluşturan Türk ordusunun yapısıyla ve Türkiye’deki burjuva rejimin geleceğiyle ilgiliydi kuşkusuz! ABD ve yerli finans oligarşinin kısa dönemli amacı, kuvvet komutanları ve üst düzey generallerle bir anlaşmaya vararak, gerçekleşecek askeri müdahalenin kendi kontrolleri dışına çıkmasını engellemekti. Uzun dönemli amaç ise, orduda bozulan emir komuta zincirini yeniden ve sağlam bir biçimde tesis etmek ve kendi denetimleri dışında cuntasal oluşumlara bir daha asla izin vermemekti!
Radikal subayların aşağıdan yaptıkları baskı sonucunda, 8 Martı 9 Marta bağlayan gece yarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü alarma geçirildi ve önceden hazırlanmış olan darbe planı istikametinde askeri birlikler seferber edildi. Artık sıra, kuvvet komutanlarının (Kara, Hava, Deniz) hareket emrini vermesine gelmişti. Darbeci subaylar birliklerinin başında bu emrin gelmesini beklemekteydiler. Ancak bekledikleri emir hiçbir zaman gelmeyecekti. Çünkü o güne kadar radikal subaylarla ve sol cuntayla birlikte hareket ettikleri izlenimini veren kuvvet komutanları, eğer radikallerin planlandığı gibi bir sol darbe gerçekleşirse, ilerde kendilerinin de harcanacağından korkarak (ya da başkaları tarafından böyle korkutularak), son anda hareketten vazgeçtiler. Bu arada ordu içinde “sol” cunta yanlısı radikal subayları oyalamak için, onlara darbe tarihinin şimdilik Hazirana ertelendiğini bildirdiler.
Oysa gerçek durum bu değildi. Gerçekte kuvvet komutanları, o sırada ordunun tutucu ve Amerikancı kanadının görüşlerini dile getirdiği bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’la, dolayısıyla ABD ile bir anlaşmaya varmışlardı. Bu anlaşmaya göre, ilk adımda radikal subayların “sol” darbe girişimi engellenecekti. Daha sonra ise, kuvvet komutanları ile Genel Kurmay Başkanı’nın imzaladığı bir uyarı mektubu (meşhur 12 Mart Muhtırası) Senato ve Meclis Başkanlığına iletilecekti. TRT’nin haber bültenlerinde de okunan bu muhtırada, “parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşiye ve kardeş kavgasına sürüklediği” vurgulanıyor ve “ anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle yapacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı, partiler üstü bir hükümetin bir an önce kurulması” isteniyordu. Bu yapılmadığı takdirde, TSK idareye doğrudan doğruya el koyacaktı!
Ordu içinde radikal subayların nefretini en çok üzerine çekmiş ve darbenin esas hedefi haline gelmiş olan Demirel, 12 Mart Muhtırasının verilmesiyle birlikte “şapkasını alıp gitti” ve AP hükümeti de böylece düşürülmüş oldu! Fakat bunun karşılığında kuvvet komutanları da ABD’ye ve finans oligarşiye verdikleri “sözü” yerine getirdiler ve “sol” cuntayla ilişkisi olan radikal subayların tasfiye sürecini başlattılar. Sol cunta içinde yer aldığı tespit edilen pek çok subay emekli edildi ve bazıları da tutuklandı. Emekli edilen ve tutuklananlar arasında kilit görevler üstlenmiş olan generaller de bulunmaktaydı. TSK içinde sürecin kendi aleyhlerine işlediğini gören sol Kemalistler, artık her şeyin bittiğini anlayıp bir bozgun havası içinde geri çekildiler. Darbe öncesinde devrimci gençleri “gerillacılığa” teşvik eden sol Kemalistler, şimdi artık “gerillacılıktan” vazgeçilmesi çağrıları yayınlamaktaydılar! Sol Kemalistlerin devrimciliğine bel bağlayanlar ise, bu ibretlik manzara karşısında, şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaya çalışıyorlardı!
ABD ve yerli finans oligarşi “son anda” yaptıkları bu müdahaleyle, hem ordu içinde “emir-komuta” zincirinin bozulmasını engellemiş, hem de radikal subayların 9 Martta gerçekleştireceği “sol” darbeyi önlemiş oldular. Bu aynı zamanda, burjuva devletin temel direği olan silahlı kuvvetler bünyesinde muhtemel bir bölünme ve “iç çatışma”nın da savuşturulması anlamına geliyordu. Bu aşamadan itibaren, burjuvazinin tüm fraksiyonları, finans oligarşinin hegemonyası altında bir araya gelecek ve burjuva rejimde doğan otorite bunalımını aşmak üzere, olağanüstü bir rejimin uygulanmasına onay vereceklerdi.
Silahlı kuvvetlerin yüksek komuta kademesi, sermayenin doruğu ve ABD arasında varılan bu “kutsal” anlaşma, parlamentoda da hemen yansımasını bulmuştu. AP, CHP ve öteki burjuva partiler, finans oligarşinin direktifiyle başbakanlığa atanan CHP milletvekili Nihat Erim’in kuracağı “partiler üstü” hükümete bakan vereceklerini ve programını onaylayacaklarını açıkladılar. Fakat öte yandan, hem sol kamuoyunu oyalamak hem de ordu içindeki radikal subayları yatıştırmak için, kurulan bu hükümetin “ilerici, reformcu, sol bir hükümet” olduğu izlenimi de yaratılacaktı kamuoyunda. Nitekim bu izlenimi yaratabilmek için, Nihat Erim hükümetine parlamento dışından “sol” görüşlü olduğu bilinen kişiler de alınacaktı. Örneğin parlamento dışından atanan bakanlar arasında, Yön ve Sosyalist Kültür Derneği çevresinden olduğu bilinen ve o sırada OECD ve Dünya Bankasında çalışan Atilla Karaosmanoğlu, ismi “ilerici” öğretim görevlileri arasında geçen Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Türkân Akyol, NATO Genel Sekreter yardımcısı Osman Olcay ve 27 Mayısçı iki tabii senatör de yer almaktaydı. Böylece burjuvazi, teknokrasi ve asker-sivil bürokrasi, kapitalist düzenin bekası için bir “milli birlik ve beraberlik hükümeti” etrafında kenetlenmiş oldular!
Nihat Erim hükümeti programını açıkladığında, ilk kutlama mesajı finans kapitalin sembol ismi ünlü işadamı Vehbi Koç’tan gelmişti. Erim hükümetinin oluşumundan bir ay sonra ise, burjuvazinin finans kapital düzeyine yükselmiş olan unsurlarının örgütü TÜSİAD kuruldu! Zenginler kulübü olarak da anılan TÜSİAD, burjuvazinin genelini temsil eden sanayi-ticaret odaları ve işveren sendikalarının yanında, finans oligarşinin çıkarlarını temsil eden “daha özel” bir örgüt olarak inşa edildi. Nitekim TÜSİAD kuruluşundan itibaren bu “özel” durumuna uygun davranacak ve tüm burjuva kesimler üzerinde finans oligarşinin hegemonyasını tesis etmeye ve bu doğrultuda baskı gücü oluşturmaya çalışacaktı.
AP ve CHP, sermayenin doruğunda kararlaştırıldığı gibi hareket ettiler ve parlamentoda Nihat Erim hükümetine güvenoyu verdiler. İşin ilginç yanı, 12 Mart darbesiyle tasfiye edilmiş olan sol Kemalistlerin de (Devrim dergisi çevresi) başlangıçta Nihat Erim hükümetini desteklemiş olmasıydı. O dönemde Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk, Erim hükümetinin reformlara girişebilmesi için “Atatürkçülerin birlik içinde olması gerektiğini” vurgulayan yazılar yazıyordu. Oysa aynı dönemde TİP ve Dev-Genç, Nihat Erim hükümetini “tekelci kapitalistlerin”, “bürokratik faşizmin” hükümeti olarak tanımlayacak ve hiçbir biçimde destek olmayacaklarını açıklayacaklardı. O tarihte CHP Genel Sekreteri olan Bülent Ecevit bile, Türkiye’de Yunanistan usulü bir askeri diktatörlük kurulduğunu söyleyerek ve partisinin Erim hükümetine bakan vermesini protesto ederek, partideki görevinden istifa edecekti.
Nitekim Erim hükümetinin gerçek yüzünü göstermesi için çok beklemek gerekmedi. 12 Mart’ın gerçekte devrimci solu ve işçi hareketini ezmek için geldiği, Erim hükümetinin icraatıyla kısa zamanda ortaya çıktı. 12 Mart darbesiyle süreci kendi kontrolleri altına alan yerli finans oligarşi ve ABD, kurdurdukları Erim hükümeti aracılığıyla burjuva düzeni yeniden tahkim etmeye girişmişlerdi. Bu olağanüstü burjuva yönetim döneminde, komünistlere ve devrimcilere karşı mücadele de artık MHP’li, Ülkü Ocaklı sivil faşist çeteler eliyle değil, doğrudan doğruya emperyalizmin ve burjuva devletin derin aygıtları (kontrgerilla) eliyle yürütülecekti!
Nihat Erim hükümeti işbaşına geldikten bir ay sonra (26 Nisan 1971’de) Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay ve Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan etti ve hemen ardından devrimcileri, solcuları, örgütlü işçi hareketini ezmek için meşhur “Balyoz Harekâtı”nı başlattı. Sözde reform hükümeti olarak işbaşına gelen, gerçekte ise yerli finans kapitalin ve ABD’nin istediği ekonomik-siyasal düzenlemeleri yapmakla görevlendirilmiş bulunan Nihat Erim hükümeti, işbaşında bulunduğu süre boyunca bu uğursuz görevini eksiksiz yerine getirecekti.
Erim hükümetinin sıkıyönetim ilan etmesinden sonra tüm inisiyatif sıkıyönetim komutanlarının, dolayısıyla kontrgerillanın eline geçti. Sıkıyönetim ilan edilen tüm illerde ve özellikle azılı anti-komünist Faik Türün’ün sıkıyönetim komutanı olduğu İstanbul’da solcu ve devrimci avı başlatıldı. Binlerce polis ve asker eşliğinde, Fırtına Bir ve Fırtına İki adı verilen arama, kitap toplatma ve yakma harekâtı yürütüldü. Yüzlerce devrimci gözaltına alınıp işkencelerden geçirildi ve tutuklandı. TİP, Kürt sorunuyla ilgili aldığı kongre kararı nedeniyle Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından kapatıldı ve yöneticileri ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Dev-Genç, Türkiye Öğretmenler Sendikası, Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve daha pek çok ilerici ve devrimci dernek kapatıldı. Sendikalar sürekli baskı altında tutuldu ve faaliyetleri fiilen en aza indirildi. Devrimci gençlik liderleri Sıkıyönetim Mahkemelerinde idam cezalarına çarptırıldılar. Devrimci gençlik hareketinin önde gelen üç lideri asılarak, diğer gençlik liderleri kahpece pusuya düşürülerek ve bombalanarak hunharca katledildiler. Olağanüstü burjuva rejimin uyguladığı bu yıldırma ve pasifikasyon harekâtının uzun erimli amacı, devrimci ve sol hareketin bir daha belini doğrultamayacak şekilde ezilmesi, örgütsüzleştirilmesi ve böylece hem işçi hareketinin hem de gençliğin devrimcileşmesinin önüne geçilmesiydi.
Bu arada finans kapital, kendi düzeninin bir zaafı olarak gördüğü 61 Anayasasını değiştirmek için de harekete geçmişti. 61 Anayasasında yazılı olan özgürlüklerin kullanılmasından başı çok ağrıyan burjuvazi, şimdi bu özgürlüklere anayasada sınırlar getirilmesini istiyordu. Burjuvazinin bu isteğini Nihat Erim şöyle dile getirecekti: “61 Anayasası Türkiye için bir lükstür. Halk bu anayasanın getirdiği özgürlükleri kullanmaya henüz ehil değildir. Bu anayasadaki özgürlükler halka bol gelmiştir ve bu da anarşiye yol açmıştır. Onun için, özgürlükleri kısıtlayıcı gerekli anayasal değişiklikler derhal yapılacaktır!” Sonuçta, finans kapitalin mutemet adamı Erim’in istediği gerici anayasal değişiklikler, parlamentoda AP ve CHP milletvekillerinin oylarıyla bir bir gerçekleştirildi. Burjuvazinin asıl istediği, içinde düzene karşı devrimci muhalefet yürüten solcuların, devrimcilerin, komünistlerin bulunmadığı bir siyasal düzendi kuşkusuz!
Burjuvazinin olağanüstü yönetim biçimi olan 12 Mart rejimi iki buçuk yıldan fazla sürdü. Bu olağanüstü rejim döneminde, burjuvazi sarsılan düzenini tahkim etmeye ve kendi sınıfsal çıkarlarını uzun dönemli güvenceye alacak ekonomik-siyasal düzenlemeleri yapmaya çalıştı. Gerçi burjuvazi bu dönemde yapmak istediği değişikliklerin tümünü gerçekleştiremedi, ama gelişmesinden büyük ürküntü duyduğu örgütlü devrimci sol hareketleri ve işçi sınıfı hareketini belli bir süre için de olsa sindirmeyi başardı. Bu dönemde devrimci örgütler ağır darbeler yedi, devrimci kadrolar ağır kayıplar verdi. Öte yandan, 12 Mart rejimi işçi ve sendikal hareketi de sürekli baskı altında tutarak, kapitalistlere rahat bir sömürü ortamı sağladı. Dolayısıyla bu yıllarda hem yabancı sermaye ortaklığına dayanan ithal ikameci sanayi yatırımları artmış, hem de sanayide hızlı bir tekelleşme süreci yaşanmıştır. Sanayide yaşanan bu hızlı tekelleşme sürecinde başı çeken sermaye kuruluşları arasında, asker kökenli bir sermaye kuruluşu olan OYAK da yerini almıştır. Kısa zamanda hızlı bir büyüme gösteren bu tekelci sermaye gruplarının hepsi de yabancı sermayeyle ortak yatırımları olan kuruluşlardır. Dolayısıyla bu dönem, yerli-yabancı finans kapital ortaklığının, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yaşamı üzerinde tam anlamıyla hegemonyasını kurmaya başladığı tarihsel bir dönemeç noktası olmuştur. Fakat bu dönem aynı zamanda, ekonomide dışa bağımlılığın ve borçlanmanın arttığı ve Türkiye kapitalizminin yapısal krizini artıran koşulların da hızla birikmeye başladığı bir dönemdir.
1971 yılından itibaren burjuva siyasal rejim üzerinde hegemonyasını kuran güç, yukarıda da belirttiğimiz üzere, askeri-bürokratik elitin de içinde yer aldığı finans oligarşidir. 12 Mart rejiminde burjuvazinin tüm kesimlerini bir anlamda zora dayanarak kendi hegemonyası altında birleştiren finans oligarşi, diğer taraftan bu olağanüstü rejim koşullarının uzun yıllar sürdürülemeyeceğinin de bilincindedir. Bu konularda uzun dönemli düşünen ve planlarını buna göre yapan emperyalizm ve yerli finans oligarşi, Türkiye’de tekrar olağan burjuva yönetim biçimine geçildiğinde, devrimci harekete alternatif olabilecek bir burjuva reformist “sol” harekete ne denli ihtiyaç duyacaklarının da farkındadır. Bütünüyle burjuvazinin kontrolünde olacak böyle bir reformist “sol” hareketin burjuvazi açısından yerine getireceği tarihi görev, Türkiye’de işçi sınıfını, gençliği, aydınları ve geniş emekçi kitleleri devrimci örgütlerin, özellikle de gerçek proleter devrimci (komünist) örgütlerin etkisinden uzak tutmaktır.
Nitekim ilerde göreceğimiz üzere, burjuvazinin akıl hocaları, bu amaçla hazırladıkları bir siyasal projeyi 1973 seçimlerinde hayata geçirmeye çalışmışlar, fakat başarılı olamamışlardır. 1973 seçimleri öncesinde burjuva medyada bir “Ecevit efsanesi” yaratılmaya çalışılmıştır. “Karaoğlan Ecevit”, “halkçı Ecevit”, “umudumuz Ecevit” gibi popülist söylemlerle politikada imajı parlatılan Bülent Ecevit, emekçi kitlelere bir “kurtarıcı” olarak takdim edilmiştir. Burjuvazinin akıl hocalarının kafasındaki plan, yılların resmi devlet partisi CHP’yi, sosyal-demokrat bir parti olarak ambalajlayarak, işçi sınıfını, solcu aydınları, devrimci gençliği bu partinin kuyruğuna takmaktır. Burada asıl hedeflenen şey, Türkiye’de gelişme potansiyeli olan gerçek bir proleter devrimci hareketin önünün kesilmesidir kuşkusuz. Fakat burjuvazinin hazırladığı bu siyasal proje tutmayacak ve devrimci sol hareketleri CHP aracılığıyla ehilleştirme ve düzen sınırları içine çekme planları çok çabuk suya düşecektir.
70’li yıllar: Burjuvazinin liberalini de statükocusunu da ürküten devrimci yıllar
1973 yılının Ekim ayında milletvekili seçimleri yapıldı ve yeniden olağan burjuva parlamenter işleyişe geçildi. Seçimlerde hiçbir burjuva partisi tek başına hükümet kurabilecek bir sayısal çoğunluk elde edememişti. Bunun üzerine büyük burjuvazi yukarıda zikrettiğimiz siyasal projesini hayata geçirmek üzere harekete geçecek ve Bülent Ecevit’in başbakanlığında bir koalisyon hükümetinin kurulmasını sağlayacaktı. Burjuva basın, kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetini kamuoyuna “solla sağ arasında gerçekleşen tarihi uzlaşma” olarak lanse edecek ve bunu gerçekleştiren Ecevit’e övgüler yağdıracaktı.
12 Mart’tan çıkışta siyasal süreç, gerçekten de finans kapital kurmaylarının arzuladığı şekilde gelişiyor gibiydi. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, 12 Mart rejimi sona erip yeniden burjuva parlamenter rejime geçildiğinde, burjuva reformist bir “sol” hareketin yaratılması, aslında büyük burjuvazinin kurguladığı bir siyasal projeydi! Nitekim seçimlerden sonraki siyasal tabloya bakıldığında, burjuvazinin kurguladığı bu siyasal projenin bir biçimde gerçekleşmiş olduğu anlaşılıyordu. Üstelik Kıbrıs harekâtının da tam bu tarihlere denk düşmüş olması (Haziran 1974) ve ardından Yunanistan’da faşist Albaylar Cuntasının iktidardan alaşağı edilmesi, bu siyasal projenin tutmasını kolaylaştırmıştı. Öte yandan, bu süreçte Bülent Ecevit’in “sol” rüzgârlar estiren söylevleri de onu kamuoyunun gözünde, emekçiden yana, halkçı bir lider, bir kahraman haline getirirken, partisi CHP’yi de emekten yana, solcu bir parti haline getiriyordu. “Halkçı Ecevit” ve “ortanın solu” söylemi adeta bir mitos haline gelmişti bu dönemde. Solda artık yalnızca Ecevit’in ve onun burjuva reformist “ortanın solu” çizgisinin borusu ötecek gibi görünüyordu! Büyük burjuvazinin de burjuva parlamenter rejimde görmek istediği siyasal manzara buydu zaten!
12 Mart’tan çıkış sürecinde yaratılan bu politik atmosferden, kuşkusuz işçi sınıfı ve aydınlar da etkilenmişlerdi. Sosyalist hareketin henüz kendini toparlayamadığı, devrimci hareketin henüz yükselişe geçemediği bir ortamda, bu gelişmelerden yararlanan elbette ki CHP olmuştu. Örneğin, 12 Mart öncesinde CHP’yi en sert şekilde eleştiren ve TİP’i destekleyen DİSK bile şimdi CHP’yi desteklediğini açıklıyor ve bu partinin “Anayasal özgürlükleri, demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti” olduğunu söylüyordu. DİSK’in bu tutumu, onun tabanını da derin bir şekilde etkiliyordu tabii ki.
Ancak bu durum fazla uzun sürmeyecekti. Pek çok devrimcinin 1974 affıyla cezaevlerinden çıkışıyla birlikte, sosyalist sol yeniden toparlanmaya, işçi ve devrimci hareket yeniden yükselmeye başladı. Üstelik devrimci ve sosyalist örgütlenmelere katılanların sayısı 12 Mart öncesine göre çok daha artmış, devrimci ve sosyalist hareket çok daha kitleselleşmişti. Hepsi bu kadar da değil; bu kez toplumun her kesiminde düzen karşıtı muhalefet hareketleri gelişiyor ve bu temelde yoğun bir örgütlenme seferberliği yaşanıyordu. İşçiler, memurlar, öğretmenler, öğrenciler, teknik elemanlar, sanatçılar, aydınlar her geçen gün daha da politikleşiyor, toplumsal ve siyasal sorunlar karşısında devrimci duyarlılık her geçen gün daha da artıyordu. Bu arada DİSK de CHP’nin etkisinden çıkmış ve daha solda, daha mücadeleci, militan bir sınıf sendikacılığı anlayışına yönelmişti. DİSK’in bu çizgiye gelmesindeki en önemli etken, Türkiye Komünist Partisi’nin DİSK içinde örgütlenmesi ve DİSK’i etkilemiş olmasıdır kuşkusuz. Özellikle bu son durum, yani işçi hareketinin yeniden yükselişe geçmesi ve işçilerin akın akın DİSK’in çatısı altında toplanmaya başlaması, burjuvaziyi ciddi şekilde endişelendiren ve ürküten bir gelişmeydi.
Bu dönemde iç siyasal gelişmelerin yanı sıra, dış siyasal gelişmeler de burjuvaziyi etkiliyordu. Bir yandan Yunanistan’daki faşist askeri cuntanın yol açtığı Kıbrıs sorunu ve bu sorunun NATO içinde yarattığı ihtilaf, diğer yandan “haşhaş ekimi” dolayısıyla ABD ile Türkiye arasında yaşanan gerilim, burjuva devleti ciddi şekilde sıkıştıran gelişmelerdi. İçerde ve dışarıda gelişen olaylar ve yaşanan sorunlar, burjuvazinin tüm kesimlerini ve ordunun yüksek komuta kademesini, finans oligarşinin hegemonyası altında birleşmeye ve birlikte hareket etmeye zorluyordu. ABD ile ittifakın ve sermaye düzeninin çıkarları bunu gerektiriyordu çünkü! Nitekim böyle olduğu içindir ki, o dönemde burjuva iktidar bloku içinde yer alan askerler ile sivil politikacılar ve statükocular ile liberaller arasında, bugün yaşandığı gibi bir iktidar kavgası pek yaşanmayacaktı.
Her şeyden önce şu noktayı çok iyi anlamak gerekiyor. Bu yıllarda yönetici sınıfın çeşitli kesimlerini (askerini de sivilini de) birlikte davranmaya iten ya da zorlayan en önemli faktör, bu kesimlerin muhtemel bir işçi devriminden duydukları korkuydu. Devrimci ve işçi hareketinin 70’li yıllardaki yükselişinden duydukları bu korku, askeriyle siviliyle statükocusuyla liberaliyle tüm egemen sınıf kesimlerini “birlikte davranmaya” zorlamıştı. Egemen sınıfın duyduğu bu korku sanal değil, maddi temelleri olan gerçek bir korkuydu. Bunun somut kanıtı, keskinleşen sınıf mücadelesi ve her an kendini hissettiren bir devrimci durumun varlığıydı. Bu gerçekliği herkesten önce gören ABD emperyalizmi, yerli finans oligarşi ve ordunun yüksek komuta kademesi, düzenin “bekası” için gerekli önlemleri almaya çoktan karar vermişlerdi. Ve verdikleri bu kararı, burjuva partilerden bağımsız olarak nasıl uygulayacakları da ilerde görülecekti!
Aslına bakılacak olursa, 12 Mart darbesinden sonra Türkiye’deki gelişmeleri kontrol eden ve yönlendiren gerçek güç, asker kökenli sermayenin de içinde yer aldığı yerli finans kapitaldi. ‘70 dönemecinden itibaren ekonomide hâkim konuma geçmiş ve ahtapot kollarıyla bütün sektörleri sarıp sarmalamış olan yerli finans kapitalin gerçek arzusu, dış pazarlara açılmak ve uluslararası tekelci sermaye ile bütünleşmekti elbette. Yerli finans kapital esasen bu arzusunu gerçekleştirmeye hazırlanıyordu, ama önünde aşması gereken ciddi engeller vardı. Bu engellerin başında, örgütlü işçi hareketi geliyordu tabii ki.
Ecevit Kıbrıs harekâtıyla elde ettiği politik “başarısını”, bir erken seçimle oya tahvil etmek istemişti ama rakip partiler buna izin vermemişlerdi. Siyasal manevrası tutmayan ve erken seçim arzusunu gerçekleştiremeyen Ecevit 1974 yılı sonunda başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Demirel’in başbakanlığında Birinci Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti (AP, MSP, MHP, CGP) kuruldu.
MC hükümeti, beklendiği gibi anti-komünist bir siyaset izleyerek, sola, devrimci gençliğe ve işçi hareketine saldırmakla işe başlamıştı. Bir taraftan MHP’nin yönettiği para-militer faşist çeteler öğrenci gençliğin ve işçilerin üzerine saldırtılırken, diğer taraftan devlet dairelerinde ve poliste faşist kadrolaşmaya gidiliyordu. Öte yandan, sendikal harekette DİSK’in önünü kesebilmek için devlet de bizzat görev üstleniyordu. Örneğin MC iktidarı DİSK’in devlet ve özel sektör işletmelerinde örgütlenmesinin önüne geçebilmek için, buralarda Türk-İş’in örgütlenmesine yardımcı oluyor, hatta yer yer bu örgütlenmeyi bizzat kendisi organize ediyordu. DİSK’in örgütlenmesini engellemek için, işyerlerine yerleşen sarı sendikacılar ve para-militer faşist çeteler bizzat iktidarın yandaşlarından oluşuyordu.
Fakat MC iktidarının bu gerici, faşizan baskılarına rağmen, DİSK’in gelişmesi engellenemiyordu. DİSK gelişmesini sürdürürken Türk-İş geriliyor ve üyelerinin DİSK’e geçmesine mani olamıyordu. DİSK, hem özel sektör işyerlerinde, hem de devlete ait işyerlerinde sarı sendikacılara ve faşist çetelere karşı mücadele ederek örgütlenmesini sürdürüyordu. İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Kırıkkale MKE gibi stratejik işletmelerde işçilerin DİSK’te örgütlenmeye başlamaları burjuva devleti ciddi biçimde tedirgin etmişti. Bu süreçte DİSK’in mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışını benimsemesi ve yaptığı toplu sözleşmelerle ve grevlerle işçilerin çalışma koşullarını ve ücretlerini iyileştirmesi, işçilerin akın akın DİSK’e gelmesini sağlamıştı. 1976’da DİSK’in üye sayısı 300 binlere doğru tırmanıyordu.
70’li yılların ikinci yarısından itibaren DİSK, işçi ve emekçilerin, öğretmenlerin, teknik elemanların, öğrenci gençliğin, ilerici aydınların, sanatçıların vb. gözünde, işçi sınıfının sendikal örgütü olmaktan öte bir misyona ulaşmıştı. DİSK yaptığı eylemlerle ve düzenlediği kitlesel mitinglerle adeta ilerici toplumsal muhalefetin merkezi haline gelmişti. DİSK’in 20 Eylül 1975’de İstanbul’da gerçekleştirdiği “Demokratik Hak ve Özgürlükler” mitingine 40 bin, 1 Mayıs 1976 mitingine 100 bin, TOFAŞ işçisi ve DİSK üyesi Muammer Çetinbaş’ın faşistlerce öldürülmesi nedeniyle 10 Temmuz 1976’da Bursa’da yapılan mitinge 10 binlerce işçi ve emekçi katılmıştı. Bu dönemde Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) MC hükümeti tarafından yeniden yasalaştırılmak istenmesi, Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en büyük işçi eylemlerinden birine yol açmıştı. İşçiler yüzlerce işyerinde üretimi durdurarak direnişe geçmişlerdi. Bunun karşılığında ise patronlar, aralarında sendika temsilcilerinin de bulunduğu binlerce işçiyi işten atmış ve bu işçilerin başka fabrikalarda işe girmesini engellemek için “kara listeler” hazırlamışlardı. Fakat tüm bu faşizan baskılara karşın, başını DİSK’in çektiği bu militan mücadele sayesinde, burjuvazinin DGM’leri yeniden açma girişimi geri püskürtülmüştü. Can Yücel’in şiirinde dile getirdiği gibi, gerçekten de hava dönmüştü ve işçiden işçiden esiyordu yel! DİSK’in başını çektiği bu militan mücadeleler sayesinde işçilerin kendilerine güvenleri artmış ve devrimci bir sınıf olmanın bilinci ve gururu içinde işyerlerinde, miting alanlarında ve patronlarının karşısında başları dik gezer olmuşlardı.
İşçi sınıfı hareketindeki bu devrimci yükseliş, toplumun her kesimini etkilemişti. Devrimci gençlik hareketini temsil eden örgütlerin on binlerce üyesi ve taraftarı vardı. Gençler gözünü budaktan sakınmaksızın atılıyorlardı devrimci mücadeleye. Tabii aynı şekilde, kendi kitle örgütlerini yaratmış on binlerce öğretmen, mühendis, sağlık çalışanı, memur ve emekçi kadın, işçi sınıfıyla omuz omuza yer alıyorlardı dünyayı değiştirme mücadelesinde. Öte yandan kırsal kesimde de tarım işçilerinin ve emekçi köylülerin örgütlü mücadelesi yükseliş halindeydi. Özetle, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve toplumsal mücadelelerdeki bu kitlesellik ve devrimci kabarış, önceki yıllarla kıyaslanamayacak bir durum arz ediyordu.
Alt sınıfların hareket tarzındaki bu değişme ve gelişmeler, üstteki yönetici sınıflara büyük bir basınç bindirdi kuşkusuz. Bu basıncın görünür sonuçları ise, yöneticilerin eskisi gibi yönetememesi ve hem hükümette, hem parlamentoda, hem de devletin çeşitli kurumları (ordu, polis, idare, üniversiteler vb.) içinde derin bir siyasal krizin yaşanması oldu. Bu bakımdan 70’li yıllar, önceki yıllardan kesinlikle çok farklı bir nitelik taşıdı.
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XI, 26 Ocak 2009, https://marksist.net/node/2020