1970’ler Türkiye’sinde finans-kapitalin dışa açılma arzusu ve kapitalist düzenin yapısal dönüşüm sancısı
Ecevit’in iktidarda olduğu 1978-80 döneminin Türkiye’si, derinleşen yapısal ekonomik krizle ve buna eşlik eden toplumsal ve siyasal çalkantılarla sarsılan bir Türkiye’dir. Bu durumun devam etmesi ve yapısal krize bir çözüm bulunamaması halinde, sistemi temellerinden sarsacak daha şiddetli toplumsal patlamalar da kapıda beklemektedir. Krizle birlikte gelişen bu düzensizlik ve karışıklık ortamı, en başta yerli büyük sermaye çevrelerini, holdingcileri tedirgin etmektedir. Bu çevreler, kendi sınıf çıkarlarının ve sınıf egemenliklerinin ciddi bir tehdit altında bulunduğunu düşünmektedirler.
Öte yandan, NATO üyesi bir ülke olarak emperyalist-kapitalist zincirin önemli bir halkasını oluşturan Türkiye’nin bu durumu, ABD’li ve Avrupalı emperyalist “müttefikleri” de yakından ilgilendirmektedir. Bu emperyalist müttefikler, Türkiye’de olası bir devrim tehdidini bertaraf etmek ve Türkiye kapitalizminin gelecek on yıllarını güvence altına almak için, yerli finans-kapitalle birlikte planlar yapmaktadırlar.
Emperyalist sermayeyle kurduğu ortaklıklar sayesinde yerli finans-kapital, bu dönemde kapitalist ekonominin tüm alanlarını (bankacılık, ticaret, sanayi vb.) ahtapot kollarıyla sarıp sarmalamış ve ülke sermayesi üzerinde hegemon güç düzeyine yükselmiş durumdadır. Dolayısıyla bu süreçte gelişmelere asıl yön verecek olan güç, emperyalist sermayeyle sıkı işbirliği içinde hareket eden yerli finans-kapital ve onun örgütü TÜSİAD olacaktır.
1970’lerin sonlarına doğru yerli finans-kapital artık dış pazarlara açılmak ve bölgesel düzeyde emperyalist bir güç olmak için yanıp tutuşmaktadır. Fakat o yıllarda yerli-finans kapitalin bu arzusunu gerçekleştirebilmesinin önünde esaslı engeller bulunmaktadır. En önemli engel, 60’lardan beri uygulanmakta olan “dışa bağımlı, ithal ikameci” kapitalist ekonominin kendisidir. Artık bu sistemin işleyişi bir tıkanma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Yapısal bir bunalımın içinde debelenen bu içe kapalı kapitalist ekonomik yapı, yerli büyük sermayenin dışa açılmasını ve uluslararası finans-kapitalle bütünleşmesini de engelleyen bir yapı haline gelmiştir. Holdingci büyük sermaye grupları, Türkiye kapitalizminin bu yapısal bunalımdan çıkıp dengeli bir büyüme sürecine girebilmesi için, devletin ekonomi üzerindeki ağırlığının azalmasını, dış ticaretin tamamen liberalleştirilmesini, emperyalist sermayeyle daha sıkı bir entegrasyona gidilmesini, emperyalist sermayenin Türkiye’ye giriş ve çıkışını kolaylaştıracak yeni düzenlemelerin yapılmasını ve daha dışa açık ekonomi politikalarının uygulanmasını zorunlu görmektedir. Açıkçası, Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist kuruluşların uzun süreden beri Türkiye’ye ısrarla önerdikleri ve yapılmasını şart koştukları “neo-liberal kapitalist yapısal reformların” bir an önce gerçekleşmesini istemektedir yerli finans-kapital grupları.
Özetle durum buydu. Fakat büyük sermaye grupları, kendi çıkarları açısından hayati derecede önem taşıdığını bilseler de, Türkiye gibi bir ülkede bu yapısal dönüşümlerin öyle hemen ve kolay bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğinin de farkındaydılar. Çünkü IMF’nin önerileri arasında devletin sosyal harcamalarının kısılması ve tarıma devlet desteklerinin kaldırılmasının yanı sıra, işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren düzenlemeler de yer alıyordu. Örneğin toplu pazarlık sisteminin denetim altına alınması, işçi ücretlerinin belli bir dönem için dondurulması, sosyal hakların budanması, kıdem tazminatlarının kaldırılması vb. isteniyordu. Holdingci büyük sermayenin çıkarına olan bu düzenlemelerin, aslında işçi sınıfının kazanılmış haklarına bir saldırı anlamına geldiği çok açıktı. Böyle bir saldırı, ister istemez örgütlü işçi ve emekçi yığınların, sendikaların tepkisini çekecek ve onları daha da militan eylemlere sevk edebilecekti. Dolayısıyla, işçi sınıfının aleyhine olacak bu türden düzenlemelerin yapılabilmesi için, burjuvazinin ve onun devletinin her şeyden önce bunun koşullarını hazırlaması gerekiyordu. Bir başka deyişle, öncelikle mücadeleci sınıf sendikacılığını etkisiz hale getirecek, özgür toplu pazarlık düzenini fiilen askıya alacak ve işçi sınıfını baskı altında tutacak bir siyasal iktidarın iş başına getirilmesi gerekiyordu. Çünkü sınıf mücadelesinin yükseliş içinde olduğu ve mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının giderek yaygınlaştığı mevcut devrimci durum koşullarında, işçi sınıfının aleyhine olacak bu düzenlemeleri normal bir şekilde işçilere kabul ettirebilmek o kadar kolay bir iş değildi!
Nitekim normal yollardan bunu yapmaya kalkan Ecevit hükümetinin uygulamaya çalıştığı “toplumsal anlaşma ve sosyal barış” projesinin sınıf mücadelesini durdurmak ya da geriletmek bakımından bir işe yaramadığını çok iyi görmüştü burjuvazi. Ecevit’in iktidarı döneminde de işçiler ayaktaydı ve taleplerini gerçekleştirmek için sert mücadelelere girişiyorlardı. Yerli ve yabancı büyük sermaye çevreleri, Türkiye kapitalizminin ihtiyacı olan yapısal dönüşümün, bu verili güçler dengesi ortamında ve burjuva demokrasisi koşullarında gerçekleştirilemeyeceğini artık iyice anlamış bulunuyorlardı.
İşte bu koşullar altında, mevcut parlamenter işleyişten ve mevcut burjuva partilerden giderek umudunu kesen büyük sermaye çevreleri, tüm umutlarını başta ABD olmak üzere emperyalist Batı’nın ekonomik ve siyasi desteğine bağladılar. Bu aşamadan itibaren yerli finans-kapital ve onun örgütü TÜSİAD, işbirliği içinde olduğu emperyalist Batı sermayesinin (IMF, Dünya Bankası) önerileri doğrultusunda hareket edecek ve siyasal iktidarları da bu öneriler doğrultusunda etkilemeye ve yönlendirmeye çalışacaktı. TÜSİAD, IMF’nin istek ve önerilerinin yerine getirilmesini ilkin Ecevit hükümetinden talep etmişti. Fakat Ecevit hükümetini bu konuda ikna etmeyi başaramayan TÜSİAD, bu durumda Ecevit’ten umudunu tamamen kesmiş ve Türkiye kapitalizminin dışa açılması ve emperyalist sermayeyle entegrasyonu konusunda kendisine köstek değil destek olacak yeni iktidar alternatifleri arayışına girmişti.
ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapitalin örtüşen çıkarları
1970-80 dönemi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede güçler dengesinin ABD emperyalizminin aleyhine, SSCB’nin lehine geliştiği bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönem aynı zamanda ABD ile Sovyetler Birliği arasında soğuk savaşın tırmandığı ve bölge ülkelerinin de bundan doğrudan etkilendiği bir dönemdir. Bölgede soğuk savaşın tırmanması, bir NATO üyesi olan ve ABD ile sıkı işbirliği içinde bulunan Türkiye’yi de yakından ilgilendirmiş ve bu ülkedeki ekonomik, siyasal ve askeri gelişmeleri doğrudan etkilemiştir. Bu etkilenmenin ne yönde olduğuna ve ne gibi sonuçlar doğurduğuna daha sonra değineceğiz. Fakat ondan önce, bu dönemde ABD’nin gerek Uzak Asya’daki, gerekse Ortadoğu’daki konumunun ne durumda bulunduğuna kısaca bir göz atmakta yarar var!
Yıllardan beri Uzak Asya’nın Çinhindi (Vietnam, Kamboçya, Laos) denilen bölgesinde emperyalist bir savaş yürüten işgalci ABD, sonunda yenilgiyi kabul edip bu bölgeden çekilmek zorunda kalmıştı (1975). ABD’nin yenilmesi ve bölgeden çekilmeye başlamasıyla birlikte, bu bölgede SSCB’nin ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin nüfuzu artmıştı. Öte yandan bu dönemde ABD’nin Ortadoğu’daki durumu da pek parlak değildi. Bu bölgede de 1960’ların sonlarından itibaren anti-Amerikancı, anti-emperyalist akımlar gelişmiş ve bölge devletleri giderek Sovyetler Birliği ile yakınlaşma içine girmişlerdi. Mısır, Libya, Sudan, Güney Yemen gibi devletler ile Filistin Kurtuluş Hareketi Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurmuşlardı. Ayrıca Irak ve Suriye’de iktidarda olan BAAS rejimleri de 1970’lerin ortalarından itibaren dış politikalarında giderek Sovyetler Birliği ekseninde hareket etmeye başlamışlardı. Üstelik bu iki devlet, Sovyetler Birliği ile ekonomik, siyasi ve askeri alanda geniş çaplı anlaşmalar da yapmışlardı. Arap dünyasında BAAS’çı rejimler kendilerini “sosyalist” olarak tanımlıyor ve SSCB’yle yakınlaşıyorlardı.
Öte yandan, 1960’ların başından itibaren uluslararası politika arenasında kendilerini Bağlantısızlar olarak tanımlayan ve bloklar dışı kalan bir hareket de gelişmişti. Bu hareketi oluşturan devletler, ABD’nin yürüttüğü anti-Sovyet, anti-komünist kampanyaya dâhil olmak istemiyor ve silahlanma yarışına karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla bu devletler dış politikalarında ABD’ye mesafeli davranırken, Sovyetler’e karşı daha yakın bir politik tavır sergilemeye başlamışlardı. Hindistan’ın başını çektiği Bağlantısızlar Hareketi içinde Arap dünyasından Mısır, Suriye, Cezayir, Asya’dan Malezya, Endonezya, Pakistan, Latin Amerika’dan Küba, Bolivya, Venezuela, Kara Afrika’dan Zimbabwe, Somali, Kenya, Gana, Kongo, Avrupa’dan İsveç, Yugoslavya gibi önemli ülkeler bulunmaktaydı. Bağlantısızlar Hareketini oluşturan devletlerin bu süreçte silahlanma yarışına, askeri güç gösterilerine ve yayılmacı politikalara karşı çıkan deklarasyonları da ABD’yi esaslı bir şekilde rahatsız ediyordu. Çünkü Bağlantısızlar Hareketinin güttüğü politikalar, ABD’nin soğuk savaş stratejisine zarar veren politikalardı! İçinden geçilen konjonktürde mevcut dünya güçler dengesinin gelmiş bulunduğu bu durum, ABD’nin dünya politika arenasında istediği gibi at oynatmasına engel oluyordu.
ABD açısından son derece stratejik öneme sahip bulunan bazı Asya ve Ortadoğu ülkelerinde, ABD’nin canını daha da sıkan yeni gelişmeler yaşanacaktı bu süreçte. Bunlardan biri, Pakistan’ın Çin Halk Cumhuriyeti’yle yakınlaşması ve bu ülkede halk hareketlerinin ve solun hızlı bir yükseliş içinde olmasıydı. Nitekim ABD, Pakistan’daki bu “tehlikeli” gelişmeleri kontrol altına alabilmek için, 1977 yılında gerici bir askeri darbe (Ziya ül Hak darbesi) tezgâhlamak zorunda kalacaktı! Fakat hemen ardından, Nisan 1978’de Afganistan’da beklemediği bir askeri darbeyle karşılaşmıştı ABD. Darbe sonrasında Afganistan’da iktidar, ilerici subayların, kentli halkın, öğrencilerin, aydınların desteğini arkasına alan Sovyet yanlısı Afganistan Halk Demokratik Partisinin (AHDP) eline geçmişti. ABD açısından bu durum, Afganistan’ın bütünüyle Sovyet nüfuzu altına girmesi anlamına geliyordu. ABD, Pakistan’da yaptığını Afganistan’da yapamamıştı. Bu ülkede inisiyatifi bütünüyle Sovyetler Birliği’ne kaptırmıştı. Nitekim bir yıl sonra bu ülke tamamen Sovyetler Birliği askerlerinin işgali altına girecekti.
Ortada çok açık olan bir gerçeklik vardı: 1970’li yılların sonuna gelindiğinde, ABD gerek Uzak Asya’da gerekse Ortadoğu’da nüfuzunu yitirmiş ve rakibi SSCB karşısında dezavantajlı bir duruma düşmüş bulunuyordu. ABD’nin Ortadoğu’da askeri güç bakımından güvenebileceği iki müttefiki kalmıştı. Bunlardan biri, Avrupa ile Asya arasında bir köprü konumunda bulunan ve aynı zamanda bir NATO üyesi olan Türkiye idi. İkincisi ise, uzun bir zamandan beri ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması rolünü üstlenmiş bulunan Şah Rıza Pehlevi’nin monarko-faşist İran’ıydı. İkinci Dünya Savaşından sonra ABD ile İngiltere’nin gerek Uzakdoğu’da gerekse Ortadoğu’da SSCB’ye karşı oluşturdukları paktların (SEATO ve CENTO) artık hiçbir hükmü kalmamıştı. Şimdi sadece ABD’nin tek tek etkileyebildiği devletler kalmıştı bu bölgelerde. Bu devletlerden Türkiye ve İran, “komünizme karşı mücadele”de ABD’nin ayrıcalıklı müttefiki konumunda olan ülkelerdi hâlâ. Türkiye NATO üyesi olduğu ve belli bir silahlı güce sahip bulunduğu için, İran ise, İsrail’den sonra Ortadoğu’da açık ABD işbirlikçisi, hatta uydusu tek ülke olduğu için bu ayrıcalıklı konumunu sürdürüyordu ABD nezdinde.
Monarko-faşist şah rejiminin İran’da her türlü muhalefet hareketini şiddetle bastırması ve yok etmesinin verdiği güvenle, ABD emperyalizmi bu ülkede bir halk devriminin gerçekleşmesini ve anti-Amerikancı bir iktidarın iş başına gelmesini hiç olası görmüyordu. Fakat Türkiye için aynı şey söz konusu değildi ve bu da ABD’yi derinden endişelendiriyordu. Çünkü askerlerin nezareti altında geçen 12 Mart ara rejiminin sona ermesi ve seçimlerin yapılmasından sonra, Türkiye’de sınırlı da olsa bir burjuva demokrasisi işlemeye başlamış ve bu ortamdan yararlanan işçi hareketi ile devrimci sol hareket hızlı bir yükseliş sürecine girmişti. Yazımızın önceki bölümlerinde de değindiğimiz üzere, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yoğun bir örgütlenme seferberliğine girişmiş olan işçi ve emekçi kesimlerin hareketliliği ve genel olarak solun yükselişi, ABD’yi ve Türk egemen sınıflarını ciddi şekilde ürkütüyordu.
Öte yandan, Sovyet yanlısı bir partinin (illegal TKP) varlığı ve bu partinin sendikal hareket üzerindeki etkisinin giderek artması da ABD’nin endişelerini ciddi şekilde artıran bir faktör oldu. Üstelik NATO üyesi olan Türk ordusu içinde, “ulusalcı” ve de “sol cuntacı” geleneklerin hâlâ yaşıyor olması ihtimali de ABD’yi tedirgin eden diğer bir faktördü. Solun önemli bir yükseliş içinde olduğu Türkiye’de, işbaşına gelebilecek bir sol iktidarın, Sovyetler Birliği ile yakınlaşarak Türkiye’nin blok değiştirmesine yol açacağından çekindi ABD. İşte bunun için, ABD hem kendi gizli servislerini, hem de NATO bünyesinde oluşturulmuş anti-komünist kontrgerilla örgütünü ve onun Türkiye’deki ayaklarını derhal faaliyete geçirdi.
Başlangıçta bu örgütlerin amacı, henüz yeni gelişmekte olan ve bu bakımdan hazırlıksız ve donanımsız bir durumda bulunan sol hareketi provokasyonlar düzenleyerek, erken çatışmaların içine çekerek ve kendi içinde pek çok parçaya bölünmesini sağlayarak gücünü zayıflatmaktı. ABD’nin ve yerli ortaklarının hizmetindeki bu gizli örgütler, 1975’den itibaren bu amaçla faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bu örgütlerin karşı-devrimci faaliyetlerinin kamuoyunu şok edici ilk sonuçları, 1 Mayıs 1977 katliamıyla ortaya çıktı. Emperyalizmin ve yerli ortaklarının devrimci sola ve örgütlü işçi hareketine karşı yürüttüğü bu karşı-devrimci faaliyetler, bir askeri darbenin hazırlanması planını da içermekteydi. Fakat bu planın fiilen uygulamaya geçirilip geçirilmeyeceği, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin gelişim seyrine ve düzeni yıkmaya yönelik devrim tehdidinin büyüklüğüne bağlı olacaktı.
Nisan 1978’de Afganistan’da Sovyet yanlısı AHDP’nin iktidara gelmesi ve bundan tam 9 ay sonra İran’da ABD’nin hiç beklemediği muazzam bir halk devriminin gerçekleşmesi ve anti-Amerikancı mollaların iktidara yerleşmesi, ABD’yi iyice paniğe sevk etti. Çünkü Ortadoğu’da art arda yaşanan bu tarihi gelişmeler, ABD’nin bölgede esaslı bir tecridine yol açmıştı. Bu bölgede ABD’nin elinde tek “sağlam” kale Türkiye kalmıştı! Fakat bu “kale” de toplumsal ve siyasal çalkantılarla sürekli sarsılan, duvarlarında çatlaklar oluşan ve yıkılma tehlikesi taşıyan bir kaleydi. Bu kalenin hangi yöntemle olursa olsun korunması ve sağlamlaştırılması artık hem ABD emperyalizmi hem de ortağı yerli finans-kapital için yaşamsal önemdeydi. Bu konuda ABD emperyalizmi ile yerli finans-kapitalin (holdinglerin, bankaların, sanayi tekellerinin vb.) çıkarları tam olarak örtüşmekteydi. ABD bölgede nüfuzunu sürdürebilmek için, yerli büyük sermaye ise düzenini tehdit etmeye başlayan işçi ve devrimci hareketi durdurabilmek ve kapitalist düzende yapılması zorunlu hale gelmiş yapısal değişiklikleri yapabilmek için olağanüstü bir rejime ihtiyaç duyuyordu!
ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarının askerî darbe hazırlığı
Gelişmeleri bu bakımdan değerlendirecek olursak, Ecevit hükümetinin işbaşında bulunduğu 1978-80 döneminin, aslında ABD ve yerli finans-kapitalin bir askeri darbe seçeneğini ciddi olarak gündemlerine aldıkları ve burjuva düzenin “derin” örgütlerinin bu konuda yoğun hazırlıklara giriştikleri bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde sol politik örgütlerin, mücadeleci sınıf sendikalarının ve devrimci derneklerin etrafında toplanmış olan işçi ve emekçi kitlelerin, gençlerin, aydınların vb. eylemliliği artarken, düzen güçlerinin karşı-devrimci saldırıları ve provokasyonları da artmıştı. Açıkçası Türkiye, sponsorluğunu esas olarak ABD emperyalizmi ile yerli finans-kapitalin yaptığı karşı-devrimci bir askeri darbe hazırlığına sahne oluyordu. Bu karşı-devrimci darbenin hazırlanması sürecinde, yerli ve yabancı finans-kapitalin emrindeki karşı-devrimci mihrakların ve onların yönlendirdiği taşeron örgütlerin sahneye koydukları “iç savaş” senaryosu ve provokasyonlar zinciri, Türkiye’yi üç yıl içinde kan gölüne çevirecekti!
Daha önce de belirttiğimiz gibi, “iç savaş” senaryosuna göre hazırlanmış bu provokasyonlar zincirinin ilk halkası 1 Mayıs 1977 katliamıdır. Ecevit’in 1978’de hükümeti kurmasının hemen ardından ise ikincisi gelecektir. 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde toplu halde bulunan öğrencilerin üzerine bombalı saldırı düzenlenir. Bu saldırıda 7 öğrenci ölmüş, 40’a yakını da yaralanmıştır. NATO patentli kontrgerilla örgütünün planladığı bu saldırıda, daha sonrakilerde de olacağı gibi, Ülkücü faşist çeteler taşeron olarak kullanılmıştır. Öğrencilere yönelik bu katliamın ardından, 24 Mart 1978’de savcı Doğan Öz öldürülür. Bu cinayetin ardından Başbakan Bülent Ecevit’in talimatıyla kontrgerillanın “araştırılması” gündeme gelir. Ecevit bu örgütün Özel Harp Dairesi içinde örgütlendiğini tespit edecek fakat üstüne gidemeyecektir!
Görüntüde, Türkiye’de bir burjuva parlamenter düzen işlemektedir. Fakat devlet içinde ipler gerçekte ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarının (yerli finans-kapital) emrindeki “düzen koruyucu” derin güçlerin elindedir. Gerçekte burjuva devletin “güvenlik stratejisi”, burjuva partilerden bağımsız olarak bu güçler tarafından belirlenmektedir! Daha önce de belirttiğimiz gibi bu strateji, Türkiye’de karşı-devrimci bir askeri müdahaleyi hazırlama stratejisine dönüşmüştür. Bu stratejinin temel ekseninde, mezhep ve etnik çatışmalar yaratmak, küçük-burjuva temelde hareket eden sol örgütleri provokasyonlarla kışkırtarak bireysel terör eylemlerinin içine çekmek ve kitleden tecrit etmek, sol içinde bölünmeler yaratmak, sendikal hareket içinde faşist örgütlenmeler oluşturmak ve bunları sol ve devrimci sendikal hareketin (DİSK’in) örgütlenmesinin önünü kesmek için birer saldırı aracı olarak kullanmak vb. gibi planlar yer almaktadır. Esasında bu, bir “iç savaş görüntüsü yaratma” senaryosunun sahneye konmasıdır. Kitleler “iç savaş başlayacak” korkutmasıyla pasifize edilecek ve ardından da “düzen ve huzuru sağlayacak” bir askeri müdahalenin propagandası yapılarak, kamuoyunda bir darbenin psikolojik ortamı yaratılacaktır.
Yerli ve yabancı büyük sermayenin hizmetindeki “düzen koruyucu” karanlık güçler, 1978 yılından itibaren çok daha büyük kitle katliamlarına yol açacak provokasyonlar tertipleyerek, senaryoda yazılanları uygulamaya koyuldular. Bu tertipler için özellikle Alevilerle Sünnilerin, Kürtlerle Türklerin iç içe yaşadıkları bölgeler ve kentler seçiliyordu. Örneğin, 17 Nisan 1978’de Malatya Belediye Başkanı AP’li Hamit Fendoğlu’nun evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucunda Fendoğlu ve ailesinden üç kişi yaşamını yitirdi. Ertesi gün bu saldırıyı solcuların yaptığı söylentisi kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Aynı anda belediye hoparlörlerinden “camiler bombalanıyor” anonsu yapıldı ve “din elden gidiyor” söylentileri yayıldı. Bu kışkırtmalar o yörenin tutucu çevrelerini tahrik etmek için yetmişti. Kentte Alevilere ve solculara karşı saldırılar başladı. Sonuçta 8 kişi öldü, 1000’e yakın işyeri tahrip edildi ve yakıldı. Pek çok Alevi kentten göç etmek zorunda kaldı. Bu sırada Türkiye’nin yeni tanıştığı bu bombalı suikast paketleri, hem sağcı bilinenlerin evlerine, hem de solcularınkine gönderiliyordu. Ama özellikle de Alevilerle Sünnilerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu illerine!
Malatya olaylarından sonra Ankara’da Balgat katliamı (bir kahvehanenin taranarak 5 kişinin öldürülmesi) ve Bahçelievler Katliamı (7 TİP’li öğrencinin evlerinde hunharca öldürülmeleri) geldi. Tabii bu cinayetlerde tetikçi olarak kullanılan caniler, gene MHP’li Ülkücü faşist çeteler içinden devşirilmişti. 1978’in sonuna gelindiğinde ise, bu kez Cumhuriyet tarihinin en önemli katliamlarından birine yol açacak olan bir provokasyon tezgâhlayacaktı emperyalizm ve yerli ortaklarının emrindeki karanlık güçler. Kahramanmaraş olayları, Ülkücü faşistlerin 19 Aralık akşamı bir sinemaya bomba atmasıyla başladı. Hemen ardından kontrgerillanın propaganda mekanizması harekete geçmiş ve bombanın Alevi solcular, komünistler tarafından atıldığı haberleri kentte yayılmaya başlamıştı. Amaç, gerici bir güruhu tahrik edip Alevilerin ve solcuların üzerine saldırtmak ve bir Alevi-Sünni çatışmasını kışkırtarak bu kentte bir iç savaş görüntüsü yaratmaktı. Sonuçta bu katliamı planlayan ve kışkırtanlar arzularına ulaşmış ve üç gün süren kanlı olayların sonucunda, içlerinde kadınların, çocukların, bebelerin de bulunduğu, resmi rakamlara göre 111, gerçekte ise çok daha fazla kişi yaşamını yitirmiş, 1000’den fazla kişi yaralanmış, 210 ev, 70 işyeri tahrip edilmişti. Bunca cana kıyan caniler sürüsünün başında, gene Ülkücü faşist çetelerden ve gerici dinci örgütlerden devşirilmiş elemanlar bulunuyordu!
Neticede bu katliama bilerek yol açanlar, Türkiye’de bir askeri darbenin ve olağanüstü bir rejime geçişin hazırlığı içinde olan ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarından başkası değildi kuşkusuz. Bu güçler ordunun bir darbe yapmasını sağlayabilmek için, hem bu darbenin ön koşullarını yaratmaya hem de kamuoyunu bu darbeye psikolojik olarak hazırlamaya çalıştılar!
Daha önceleri askerlerin sıkıyönetim istemlerine direnen Ecevit hükümeti, Kahramanmaraş olaylarından sonra askerlerin bu isteklerine boyun eğmek zorunda kalacak ve Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Urfa olmak üzere toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edecekti. 26 Nisan 1979 günü bu illere Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve Tunceli de katılacak ve sıkıyönetim altına giren il sayısı 19’a çıkacaktı. Görüleceği üzere, sıkıyönetim altına giren illerin çoğu yoğunluklu olarak Kürtlerin ve Alevilerin yaşadığı illerdi. Böylece, Türkiye’de olağanüstü bir rejime geçişi hedefleyen ve bunun hazırlığı içinde olan yerli ve yabancı büyük sermaye güçleri, bu sıkıyönetim ilanıyla hedeflerine bir adım daha yaklaşmış oluyorlardı. Çünkü bu sıkıyönetim ilanıyla birlikte ordu, parlamentonun yürütme yetkisine de fiilen ortak edilmiş oluyordu!
Ecevit’in iktidarda olduğu ve sıkıyönetimler altında geçen 1978-79 döneminde, gene bu darbe planları çerçevesinde olmak üzere, kişilere yönelik suikastlar da hızla artmaya başladı. Bu suikastlar özellikle kamuoyunca tanınan ve ölümü ses getirecek olan ünlü politikacı, yargı mensubu, devlet görevlisi, bilim adamı, aydın, gazeteci, yazar vb. gibi şahsiyetlere yöneliyordu. Doç. Bedrettin Cömert, Doç. Necdet Bulut, İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Ümit Doğanay, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Gazeteci Abdi İpekçi… Tüm bu tanınmış kişiler Ecevit’in iktidarda olduğu dönemde öldürüldüler. Bireylere yönelen bu suikastlar ve terör dalgası, daha sonra da sürüp gidecekti!
Ecevit ve sol
1979 yılı günlük çatışmalar, şiddet olayları ve ölüm haberleriyle yatılıp kalkılan bir yıldır. Bazı günlerde ölüm haberleri günde 20’ye çıkmaktadır. “Demokrasi havarisi” Ecevit ve onun hükümeti, tırmanan faşizm karşısında pasif bir konumda beklemekte ve sol örgütlerin yaptığı faşizme karşı mücadele çağrılarına da kulak tıkamaktadır. Oysa MC’ler döneminde devlet aygıtlarına doluşmuş bulunan faşist kadroların (poliste, idarede vb.) bu mevzilerden sökülüp atılamaması durumunda, CHP iktidarının da altı oyulacaktır. Üstelik Ecevit, solcuların giderek daha yüksek sesle kendisini eleştirmeye başlamaları karşısında, bir süre sonra faşistlere değil, solculara karşı önlemler almaya başlayacaktır. Bunun en çarpıcı örneği, polis içinde yaşanan gelişmeler karşısında Ecevit’in o dönemde aldığı tutumdur. Ecevit hükümeti, polis içinde faşist bir örgütlenme olan Pol-Bir’i kapatırken, bunun karşılığında sol ve sosyal demokrat eğilimli polislerin örgütlediği Pol-Der’i de kapatacaktır. Tam da burjuva “demokratına” yaraşır bir tutumdur bu! Ecevit suret-i haktan görünmek ve böylece “tarafsızlığını” kanıtlamak (!) için, faşistlerin yanı sıra solculara da vurduğunu egemen güçlere göstermeye çalışıyordu!
Faşist saldırılar Ecevit iktidarı döneminde doğrudan DİSK’i de hedef alır bir şekilde tırmanmaya koyuldu. DİSK’e bağlı sendikaların şubeleri bombalanıp kurşunlanıyor ve pek çok sendika yöneticisi, işyeri temsilcisi ve DİSK üyesi öncü işçi, Ülkücü faşist çetelerin saldırısına maruz kalıyor, öldürülüyor, yaralanıyordu. Fabrikalarda da silahlı faşist çeteler terör estirmeye devam ediyordu. Bu konuda büyük sermayenin ve onun emrindeki karanlık güçlerin en çok kullandıkları sendikal örgütler, yönetiminde faşistlerin bulunduğu Türk-Metal gibi sendikalardı. Türk-Metal gibi sendikaların içinde kümelenen faşist saldırı çeteleri, özellikle DİSK’e bağlı sendikalara geçmek isteyen işçileri korkutup yıldırmak ve DİSK’e geçişlerini engellemek için işçilere saldırıyorlardı. Örneğin, Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş’ten DİSK’e bağlı Gıda-İş’e geçmeye çalışan Tekel işçilerine yıl boyunca saldırılar yapılmış ve iki işçi faşistlerce pusuya düşürülüp katledilmişti. Fakat tüm bu saldırılara karşın, 20 bin Tekel işçisi ne faşistlere ne de sarı sendikalara boyun eğmeye niyetliydi. İşçiler DİSK’te örgütlenme kararlılıklarını, yaptıkları eylem ve direnişlerle açıkça ortaya koyuyorlardı.
CHP iktidarı işçilere yönelen bu faşist saldırılar karşısında kılını kıpırdatmadığı gibi, bir de onların grevlerini yasaklamaya girişti. Örneğin 140 gün süren Mersin Soda Sanayi işçilerinin grevi Bakanlar Kurulu kararıyla önce otuz, daha sonra 60 gün ertelenmiş ve ardından da işveren işyerinde kanunsuz lokavt uygulamaya kalkmıştı. İşçiler durumu protesto etmek amacıyla Ankara’ya yürüdüklerinde ise Ecevit hükümeti işçilerin Ankara’ya girmesine izin vermeyecekti. Ecevit hükümeti 1979 yılında işçilerin İstanbul’da 1 Mayıs’ı kutlamalarına da izin vermedi. O gün İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, DİSK merkezi polis tarafından basılmış ve genel başkan Abdullah Baştürk ile yönetim kurulu üyeleri gözaltına alınmışlardı.
Tabii tüm bu gelişmeler, 1977 seçimlerinde CHP’yi desteklemiş ve onu iktidara taşımış olan işçilerde büyük hayal kırıklığına yol açmaktaydı. Ama işçileri hayal kırıklığına uğratan ve giderek umutsuzluğa sevk eden, sadece CHP iktidarının işçilere karşı takındığı bu olumsuz tutumlar değildi kuşkusuz. Bu dönemde solun bölünmüşlüğü, dağınıklığı, kendi içinde kavgalı oluşu ve dolayısıyla faşist saldırılar karşısında birleşik-mücadeleci bir güç oluşturamaması da işçileri olumsuz yönde etkiliyordu. Nitekim solun bu bölünmüşlüğü ve kendi içinde kavgalı oluşu DİSK’e de yansımıştı. CHP ağırlıklı DİSK yönetimi bu dönemde kendisine muhalefet eden dört sendika hakkında (Maden-İş, Banksen, Baysen, Yeraltı Maden-İş) geçici ihraç kararı almıştı. Böyle bir dönemde DİSK yönetiminin aldığı bu karar, öncü işçiler, sendika militanları tarafından tepkiyle karşılanacaktı. Faşizmin tırmandığı, işçi hareketinin faşist saldırılarla yüz yüze bulunduğu ve işçilerin her zamankinden çok daha fazla birliğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde, işçi hareketini zayıflatacak bu türden ihraç kararları almak ve bölünme eğilimini teşvik etmek, elbette işçilerin hoş karşılamayacağı ve onaylamayacağı bir tutumdu!
ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapital patentli faşist saldırılar sürüp giderken ve CIA’nın, kontrgerillanın örgütlediği “ölüm mangaları” etrafa ölüm saçarken, bu faşist tırmanışı durdurabilecek tek kitlesel güç olan işçi sınıfının pasif konumda bırakılışı, solda iyice moral bozukluğuna yol açmış ve hızla kendi başının çaresine bakma eğilimleri gelişmişti. Oysa tıpkı işçiler gibi, solun önemli bir bölümü de başlangıçta CHP’nin faşizme karşı kendileriyle birlikte mücadele edeceğine gerçekten umut bağlamıştı. Hatta bu nedenle seçimlerde DİSK gibi onlar da CHP’yi aktif olarak desteklemişlerdi. Fakat olayların içinde CHP’nin gerçek yüzünü gördükten ve bu partinin artan faşizm tehlikesi karşısında hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını anladıktan sonra, kendi başlarının çaresine bakmaya başlayacaklardı.
Fakat devrimci sol örgütlerin büyük bir bölümünün örgütsel yapısı ve dayandığı sınıf temeli zaten işçi sınıfından kopuk olduğu için, bu örgütler faşizme karşı mücadeleyi işçi sınıfının kitlesinden kopuk bir şekilde ve kendi küçük-burjuva öncü kadrolarıyla yürütmek durumunda kalmışlardır. Bu da ister istemez onları, lokal düzeyde kalan bir silahlı mücadele ve direniş anlayışına sevk etmiştir. Görünürde çok geniş ve yaygın bir kitle tabanına sahip olduğu sanılan bu küçük-burjuva sol örgütler (örneğin Dev-Yol), gerçekte örgütsüz, dağınık ve mücadelede kalıcı olmayan, istikrarsız bir kitle tabanı üzerinde yükselmektedirler.
Öte yandan, o dönemde işçi sınıfı içinde, fabrikalarda, sendikalarda örgütlenmiş bir sosyalist parti (TKP) de mevcuttur. Ne var ki bu partinin oportünist yönetimi, işçileri faşizme karşı militan bir mücadeleye sevk edecek yerde, onları pasif yöntemlerle oyalama yolunu seçmiştir. TKP’nin oportünist yöneticileri o dönemde faşizme karşı mücadelede devrimci güçlerle birlik yapacak yerde, burjuvazinin “sosyal demokrat” olarak nitelendirdikleri kanadıyla (CHP ile) ittifak yapmanın peşine düşmüşlerdir. Dolayısıyla, tırmanan faşizm tehlikesi karşısında, işçileri seferber etmek, birleşik-militan bir işçi cephesini örmek ve mücadeleci, devrimci sol örgütleri bu konuda yanına çekmek hiç aklına gelmemiştir TKP’nin bu oportünist yöneticilerinin! Tersine bu yöneticiler, “devrimci durum” saptaması yapan ve faşizm tehlikesine dikkat çeken TKP içindeki sol muhalefeti tasfiye etmeye koyulmuşlardır!
Açıkçası ortada olan gerçek durum şudur ki, faşizmin güncel bir tehlike haline geldiği bu dönemde, işçi sınıfı politik olarak örgütsüz ve gerçek bir devrimci öncüden mahrum bulunmaktadır. İşte, faşist tırmanışı durdurabilecek tek etkin mücadele gücü olan kitle grevlerini örgütleyebilmek de bu koşullarda imkânsız hale gelmiştir doğal olarak!
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XIV, 29 Nisan 2009, https://marksist.net/node/2103