Türkiye 27 Nisan muhtırasıyla birlikte yeni bir siyasal kriz ve baskı dönemine girmiş bulunmaktadır. Böylece 2005 Newroz’undan bu yana genel bir geriye kayma biçiminde cereyan eden geçiş süreci bir bakıma tamamlanmış ve AB süreci bağlamında yaşanan göreli gevşemeden, ufukta kara bulutların belirdiği bir baskı dönemine geçilmiştir. Bu geçiş dönemine damgasını vuran ve ağırlık merkezinde ordunun olduğu baskı ve gerilim, cumhurbaşkanlığı seçimi süreciyle birlikte tırmanmış ve muhtırada doruk noktasına varmıştır. Ancak içine girilen sürecin niteliği yeni doruklara gebedir. Nitekim Ankara’daki bombalamanın ardından alevlenen Güney’e operasyon tartışmaları bunu çıplak biçimde göstermektedir.
Bu bir siyasal krizdir. Egemen sınıf içindeki kapışma, gelinen noktada devlet iktidarının temel direklerini oluşturan kurumlar (hükümet, ordu, Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanlığı) arasında, olağan işleyiş kurallarının çiğnendiği açık bir kavga düzeyine varmıştır. İsyancı bir halk hareketinin olmaması nedeniyle devlet aygıtının gündelik işleyişi aksamamakla birlikte, tepede temel siyasal sorunlarda bir irade parçalanması iyice su yüzüne çıkmıştır.
Bu krizi hazırlayan siyasal dinamikler, uzun zamandan beri analiz ettiğimiz üzere, aşağı yukarı son iki yıldır belirgin bir biçimde işlemekteydi. Bugünden geriye bakıldığında, Marksist Tutum olarak sıkça dikkat çektiğimiz üzere, 2005 Newroz’unun bir dönüm noktası olduğu gerçeği daha berrak biçimde ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimi sorununun da hükümeti sıkıştırmak üzere iki yıl önceden bir gerilim unsuru olarak gündeme getirilmeye başlanmış olması doğrusu yeteri kadar anlamlıdır. O günlerden bugüne kadar siyasetin ağırlık merkezinde yavaş yavaş daha gerici bir zemine kayma süreci yaşanmış ve nihayet muhtırayla yeni aşamaya geçilmiştir. Süreci bu noktaya getiren esas dinamik, ekseninde ordunun yer aldığı Kemalist-statükocu burjuva güçlerin bindirdiği basınçtır. Darbeci kampanya bugün hem acil somut hedefine, yani AKP’ye kendi istediği bir cumhurbaşkanını seçtirtmeme hedefine, hem de daha genel olarak siyaseti kendi isteklerine daha elverişli bir zemine çekme amacına ulaşmış bulunmaktadır.
Şüphesiz bu aşağı yukarı iki yıllık kayma süreci kopuşsuz olmamış, karşıt burjuva cephenin süreci geri çevirmeye dönük bazı hamlelerinin belirdiği aralıklar yaşanmıştır. Ancak sürecin genel karakteri değişmemiştir. Hatta söz konusu hamleler statükocuların basıncını daha da arttıran, onlar açısından müdahaleyi acilleştiren bir işlev görmüşlerdir. Özellikle, Mehmet Ağar, emekli MİT müsteşar yardımcısı ve nihayet Kenan Evren gibi devletin derinlerinden gelen isimlerin bile çatlak sesler çıkarmaya başlayarak, Kürt sorununu yeniden tartışmaya açma ve açılım yapılması ihtiyacını dile getirmeleri bu aciliyeti pekiştirmiştir.
Bu kritik sürece ilişkin olarak işçi sınıfı açısından doğru bir siyasal tutum oluşturma zorunluluğu açıktır. Bugün gelinen nokta, doğru siyasal tutumun ancak doğru analiz ve tespitlere dayanabileceğini çok daha iyi ortaya koymaktadır. Olağan dönemlerde genel olarak ilerici-devrimci saflarda yer alan birçok eğilim, turnusol kâğıdı işlevi gören böylesi kritik süreçlerde yalpalamaya ve bünyesindeki zaafları açığa vurmaya başlar. Nitekim bugünkü somut durumda, demagojik “laiklik” ve “anti-emperyalizm” söylemine kapılıp darbeciliğe karşı kararlı bir tutum alamayan ve hükümetle darbecileri türlü formüllerle (“Ne Şeriat Ne Darbe!” gibi) aynı kefeye koyanlardan, darbeci eğilim karşısında “istemem, yan cebime koy” tutumunda olanlara, hatta açıktan darbe destekçiliği irtifasına alçalanlara kadar uzanan bir yelpaze bulunuyor.
Darbeci muhtıra sonrası hükümetin cumhurbaşkanı seçmekten vazgeçerek erken seçim kararı almak zorunda kalmasıyla krizin yatışma yoluna girdiğini söylemek mümkün değildir. Bugünlerde patlayan bombalar ve çalınan savaş tamtamları krizin şiddetlenerek devam ettiğini şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermektedir. Önümüzdeki erken seçimin (şayet yapılabilirse) her halükarda sıradan bir seçim olmayacağı açıktır. Bu durum kızışan gündem ve kutuplaştırma gayretleri nedeniyle geniş kitlelerde olağan seçim dönemlerine göre daha fazla bir politizasyona yol açmış bulunuyor. Bu da, bu burjuva kutuplaştırmaya karşı işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf perspektifinin öne sürülmesini ve en azından sınıfın duyarlı kesimlerine taşınmasını daha acil ve önemli hale getirmektedir.
Sorunun gerçek niteliği
Türkiye’nin özgün tarihsel koşullarıyla ilişkili egemenler arasındaki kapışmayı doğru tespit ve analiz etmenin işçi sınıfı ve devrimci hareket açısından önemli olduğunu başından beri hep vurguladık. Kıbleyi şaşıranların ve sallananların hızla çoğalması, utanç verici tutumların belirmesi herhalde bunun önemini bugün daha iyi göstermektedir. Lenin Ne Yapmalı’da boşuna dememişti:
“Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entellektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz.”
Bu anlayışı özümsememiş olanlar, meselâ bir siyasi kriz biçiminde açılışı yapılmış olan yeni dönemin, mevcut öznel şartlarda işçi sınıfı, devrimci hareket ve Kürt ulusal hareketi açısından baskıların ve zorlukların daha da artacağı bir dönem olacağını bile görmüyorlar ya da görmezden geliyorlar. Aksine onlar için süreç ilerici-laik-antiemperyalist mücadelenin ya da değerlerin yükseliş yaşadığı olumlu bir nitelik taşımakta. Kimileri bunu elbette açık açık söylemiyorlar, ama için için ordunun “mürteci” hükümete müdahalesinden memnuniyet duyup umutlanıyorlar.
Bu bakımdan kapışmanın “şeriat tehlikesi” ya da laiklik sorunuyla ilgili olmayıp, temelde Kemalist-statükocu güçlerle küresel kapitalizme entegrasyon ve “normalleşme” yanlısı büyük sermaye arasında iktidarın tamamına hakim olma kavgası olduğunu tekrar tekrar vurgulamakta yarar var. Bugün ne statükocu güçler ne de karşıt burjuva cephe devlet iktidarına kendi açılarından bütünsel anlamda sahip değildir. Paylaşılmış bir iktidar söz konusudur ve iktidar doğası gereği bölünmeyi sevmez. Çünkü bölünmüş güç son tahlilde zayıf düşürür. Kapitalizmin belirli bir gelişme aşamasından sonra, iktidar sorununun bu niteliği daha da yakıcı bir hal alır. Türkiye’de mevcut gelişme aşamasındaki büyük sermaye için, son tahlilde burjuva sınıfın bir parçası olmakla beraber statükocu güçlerin iktidardaki payı tolere edilebilir sınırların ötesindedir. Bu nedenle Türkiye kapitalizminin gecikmişliği ve tarihsel özgünlüklerinden kaynaklanan bu durumun değişmesi, yani esas olarak ordunun “normal” bir burjuva rejimdeki sınırlara çekilmesi gerekmekteydi. Yaşanan kapışmanın özeti budur.
Bu kapışma statükocu güçlerin iktidardaki ayrıcalıklarının somutlandığı konu ve alanlarda ete kemiğe bürünmektedir. Örneğin, şimdilerde geri dönülmez biçimde uluslararası nitelik kazanmış bir iç sorun olarak Kürt sorunu alanı, bunun en önemli boyutunu oluşturmaktadır. Keza Kıbrıs sorunu ve ordunun devlet aygıtı içinde “olağan” konuma getirilmesi ile doğrudan ilgili birçok konu (genelkurmay başkanlığının savunma bakanlığına bağlanması, askeri mahkemelerin yetki alanlarının daraltılması, askeri harcamaların meclis denetimine tâbi kılınması, askeri personelin dokunulmazlıklarının kaldırılması ya da sınırlandırılması, Kemalizmin katı etkinliğinin kırılması vb.) buna eklenebilir. Bunların bütünü uzunca bir süredir büyük sermayenin politik programının omurgasını oluşturmaktadır. AKP, AB’ye katılım bağlamında bu programı hayata geçirmeye soyundu ve giderek şiddetlenen direniş ve karşı taarruzla birlikte programın geldiği belli bir noktadan itibaren geri yuvarlanmaya başladı. Bunlar biliniyor.
Statükocu güçlerin hamlelerinin AKP’yi hedef almasının, onun gücünü ve etkinliğini kırmaya yönelik olmasının temeldeki sebebi, yürütmekte olduğu ve fakat patenti hiç de ona ait olmayan bu programdır. “Gizli gündem”di, “şeriat tehlikesi”ydi, bunların hepsi lafıgüzaftır, örtüdür. AKP’nin özelliği, mecliste sahip olduğu büyük sandalye sayısı ve güçlü halk desteği sayesinde, son 15-20 yılın hükümetlerinden farklı olarak, söz konusu programı hayata geçirme konusunda çok daha büyük bir potansiyele sahip olmasıdır. Bu da statüko odaklarının siyaseti yönlendirme ve bu programı bozma (ya da kendileri için en az zararlı hale getirme) yolunda ellerinde bulundurdukları manevra olanaklarını (özellikle meclis içi manevra olanaklarını) daraltmıştır. O nedenle olağanüstü müdahale araçlarına başvurmak (şakağına silah dayamak suretiyle anayasayı bizzat Anayasa Mahkemesine çiğnetmek gibi) giderek kaçınılmazlaşmıştır.
Büyük sermayenin programı, Türkiye kapitalizminin geldiği tarihsel gelişme aşamasının ihtiyaçlarını yansıtmaktadır. Ancak egemen sınıfın önemli bir parçası buna ikna olmadığı için bu aynı zamanda sarsıntılı bir tarihsel kırılma niteliğini kazanmaktadır. Genelkurmay başkanının ve cumhurbaşkanının son dönemde yaptıkları bir dizi kritik konuşmada sık sık rejimin kuruluş döneminden bu yana en büyük tehditle karşı karşıya olduğunu vurgulamaları boşuna değildir. Gerçekten de daha önce çokça dile getirmiş olduğumuz gibi Kemalist rejim tarihinin en önemli kırılma noktasından geçmekte ve sarsılmaktadır. Burada vurgulamamız gereken nokta, tüm bu sorunlar yumağı içinde depremin odak noktasına Kürt sorununun yerleşmiş olmasıdır. Zaten söz konusu kritik konuşmalarda da şeriat demagojisine başvurulmaması ve hatta ima bile edilmemesi bunun açık bir itirafıdır. Keza, (henüz kimsenin bilmediği padişahlık yanlısı güçlere (!) karşı yapıldığı tahmin edilen) “Cumhuriyet” mitinglerinin siyasal içeriğini laiklikten çok, “anti-emperyalizm” soslu şoven milliyetçiliğin doldurması da bunun bir ifadesidir. Statükocu güçlerin, gerçeğe de uygun biçimde, asıl sorunu bir bölünme sorunu olarak gördükleri izaha muhtaç değildir. Tam da bu nedenle Kürt sorununda güdük de olsa zaman zaman gündeme gelen açılım çabaları ne zaman devletin kritik noktalarına uzansa, “iyi saatte olsunlar”ın gölgesi belirmektedir.
Baskı dalgası
Gelinen noktanın siyasal kriz niteliğini vurguladık. Ancak bu, mevcut şartlarda ucu devrime açık bir siyasal kriz değildir ne yazık ki. Çünkü bu kriz işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak sahnede henüz yer alamadığı bir kesitte gerçekleşmektedir. Üstelik zaman zaman Latin Amerika’da yaşananlara benzer biçimde genel olarak örgütsüz kitlelerin sokaklara akarak yine de bir fark yaratabildiği türden bir durum da yoktur. Bir bütün olarak daha gerici bir zemine gelinmiştir ve kriz bu zemin üzerinde cereyan etmektedir. Bu noktanın ayırdına varmak gerekiyor.
Yüzeyde cumhurbaşkanlığı sorunu bağlamında gerilimin hızlandığı son aylardaki gelişmelere ve oluşan duruma baktığımızda genel eğilimi daha iyi görmek mümkündür. Başta Kürt halkına ve onun politik sözcülerine karşı baskılar artmıştır. PKK ateşkes konumunda olduğu halde bölgede hız verilen askeri operasyonlar, sınıra iki aydır yapılan askeri yığınak, DTP’li birçok yöneticiye yönelik tutuklama ve mahkeme dalgası, DTP’li bağımsız adayları önlemek için Kutsal İttifakla gerçekleştirilen birleşik oy pusulası düzenlemesi gibi baskılar sadece kaba bir özet oluşturuyor. Tüm bunlara elbette Kürt halkına yönelik nefret kampanyası eklenmekte. Genelkurmay başkanı bu dönemde yaptığı konuşmalarda yasal bir gazeteyi (Ülkede Özgür Gündem) ve partiyi (DTP) fütursuzca “terörist” olarak nitelemek suretiyle açıkça suç işliyor ve kimse oralı olmuyor. Mesajı alan işgüzar kapıkulları da hemen vaziyet edip gazetenin yayınını durduruyorlar. Aynı şekilde, muhtıra metninde yer alan ve faşist garabetler antolojisine geçebilecek “Ne mutlu Türküm demeyen düşmandır ve ebediyen öyle kalacaktır” ifadesine ne demeli?
Tabii bütün bunlar bir medya operasyonu eşliğinde yürütülmekte ve postal yalayıcısı burjuva medya kendi rolünü oynamaktadır. Üstelik bu, hükümetin basını denetimine alma yolundaki tüm markajına ve bu konuda önemli mevziler elde etmiş olmasına rağmen olabilmektedir. İşitilen azar sonrasında “Cumhuriyet” mitinglerinin allana pullana verilip günlerce gündem yapılması, AKP karşıtı siyasal birlik çabalarının umut ve gaz verilerek teşvik edilmesi, ve elbette arada Nokta dergisinin başına gelenler işin medya boyutunu gözler önüne sermektedir. Tüm bu hengame olurken arada yasalaşıveren interneti zapturapt altına alma tasarısı ve hemen ardından şimdi meclise getirilen polis yetkilerini arttırma yasası herhalde sürecin karakteri konusunda yeterli kanıt sunmaktadır.
Siyasal güç dengeleri, seçimler ve olası gelişmeler
Geçtiğimiz aylarda yaptığımız değerlendirmelerde statükocu güçlerin hükümet karşısında manevra olanakları bakımından elinin daha zayıf olduğunu ve bunu telafi etmek için bir yandan kitle desteği örgütleme çabalarına diğer yandan da kontra faaliyetlerine ağırlık verileceğine işaret etmiştik. Şimdi bu çabalar ve muhtıra ile birlikte statüko güçleri teraziyi kendi lehlerine çevirmeyi başarmış durumdadırlar. Elbette bu kayıpsız olmadı. Muhtıra toplumun geniş çoğunluğunda itibar görmemiştir ve pasif de olsa AKP’ye sempatiyi arttırmıştır. Zaten saldırgan hamlelerin ısrarla devam etmesinin sebebi budur.
Statükocu güçler kendileri açısından ilk taktik hedeflere ulaşmakla birlikte, stratejik hedef diyebileceğimiz, seçimlerden AKP’nin hükümet kuramayacak bir sandalye sayısıyla çıkmasını sağlama hedefine ulaşmakta zorluk çekmektedirler. Her ne kadar parti birleşmeleri ve ittifaklar yoluyla seçimde AKP karşıtı bir cephe oluşturma girişimlerinde mesafe kat edilmişse de, CHP’lilerin el altından insanlara “AKP kazanırsa darbe olacak” diyerek göz korkutmalarının sebebi budur. Postal zoruyla gerçekleşen tüm bu metazori birleşmelerin halkı tavlaması zordur. Tüm yoklamalar AKP’nin seçmen desteğinin kırılamadığını, hatta arttığını göstermektedir. Bu durum AKP’nin, aynı geçmişte Refah ve Fazilet’te olduğu gibi, mahkeme yoluyla kapatılmasından tutun, seçimlerin bile yaptırılmamasına kadar varan türlü senaryoları gündeme getirmektedir. Medya kalemşörleri bu tür senaryoları gayet doğallıkla utanmadan dile getiriyorlar. Burjuva siyaset kuburunda her yol mubah.
Darbecilerin 22 Temmuz seçimine mani ol(a)madığı ve AKP’yi de kapattırmayı başaramadığı durumda, AKP’nin seçimden galip çıkması kesin gibidir. Muhtemelen eskisi kadar yüksek bir sandalye sayısına sahip olmasa da oylarını muhafaza ederek hükümet kuracak çoğunluğu yine de elde etmesi güçlü olasılık olarak görünmektedir. Bunun sebebi asla geniş emekçi kitlelerin hallerinden hoşnut olmaları değildir. Aksine işsizlik ve yoksulluk pençesinde kıvranan kitlelerde genel bir hoşnutsuzluk mevcuttur. Ancak bundan dem vurarak, kitlelerin geçmişte başka partilere yaptığı gibi otomatik olarak AKP’yi de cezalandıracağını düşünmek doğru olmaz. İşçi sınıfının mevcut örgütsüzlüğü koşullarında, geniş yoksul kitleler burjuva partiler içinde AKP’den daha iyisini görememektedirler. AKP bu bakımdan kredisini tüketmediği gibi, maruz kaldığı darbeci muamele, gayretkeşçe sürdürücüsü olduğu saldırı programının etkilerinin üzerini örtme işlevini görmekte ve AKP’nin, bıraktık normalden daha az yıpranmasına, aksine desteğinin artmasına yol açmaktadır.
Öte yandan büyük sermaye her ne kadar AKP’nin kulağının çekilmesinde yarar görüyor ve medya cephesinde statükocu güçlerin aşırılıklarına göz yumuyorsa da, henüz AKP’nin ipini çekmiş değildir. Aynı şey AB ve ABD emperyalizmleri için de geçerlidir. Dolayısıyla güçlerin mevzilenişi açısından bakıldığında AKP arkasında emperyalizmin, büyük sermayenin ve yoksul kitlelerin desteğine sahipken, statüko cephesinin elinde daha sınırlı bir kitle desteği ve esas olarak da olağandışı müdahale araçları vardır.
Seçimden doğacak “istenmeyen” sonuçların bertaraf edilmesi için hükümetin yıpratılması ve arkasındaki desteklerden koparılması çabaları şimdilerde Güney’e operasyon sıkıştırmasıyla yeni bir boyut kazanmış bulunmaktadır. Böylesi bir operasyona isteksiz olan hükümet, buna yanaşmadığı ölçüde içeride yıpratılacak, onay verdiğinde de ABD ile ters düşecektir. ABD’nin, hükümeti açmazdan kurtarmak ya da en azından ona nefes aldırmak için, fazla etkili olmayacak sınırlı bir harekâta karşı olmadığı bilinmektedir. Böylece hem sıkıştırma boşa çıkarılmış hem de ABD ile ipler kopmamış olacaktır. Ancak bu tür tüm girişimlerin son derece riskli olduğu ve evdeki hesabın çarşıya uymadığı yeni durumların doğabildiği de akıldan çıkarılmamalıdır. Ordunun uğrayacağı bir bozgun ve/veya ordu içinde bir çatlak doğması da olasılıklara dahildir. Ama hepsi bir yana bu operasyon çığırtkanlığının, krizin mevcut aşamasında, hükümeti yıpratmaktan ibaret, tümüyle hava gazı olması ihtimali de yabana atılmamalıdır.
Bunların hepsini topladığımızda seçim sonrasında da krizin ve darbeci baskı sürecinin devam edeceği, yani burjuvazi açısından seçimlerden beklenen istikrar ve düzenin gelmesinin neredeyse imkânsız olduğu sonucu çıkmaktadır. Üstelik meclise DTP milletvekillerinin girmesi ve bir grup oluşturmaları durumunda, bunu adeta hamamın namusu gibi gören statükonun, buradan yeni kışkırtmalar için kendisine ilave bir bahane zemini yaratacağı muhakkaktır.
Diğer taraftan, tam da sıcağı sıcağına içinden geçmekte olduğumuz için, mevcut süreç, şu an tam kapsamıyla açık seçik göremediğimiz çok daha büyük ölçekli değişimleri içeriyor olabilir. İlerleyen süreçte Kemalist-statükocu güçlerin, sözgelimi AB sürecinde somutluk bulan dönüşüm programını hepten berhava edip, geniş ölçekli bir eksen değişimine soyunduğu sonucuna pekâlâ varabiliriz. Görev başındaki bir genelkurmay başkanının, ilk defa, fazla örtme gereği duymaksızın ABD’yi hedef alan açıklamalarda bulunmasının, Genelkurmayın Putin’in tüm dünyada yankılanan ABD karşıtı manifesto niteliğindeki açıklamasını açıkça sahiplenip kendi sitesinde yayınlamasının, ileride, belki de salt bir diş gösterme ve gözdağı olmanın ötesinde, aslında böylesi bir dönüşümün ilk işaretleri olduğunu göreceğiz. Bunu şimdiden bilemiyoruz.
Darbeciliğe karşı bağımsız sınıf cephesi
Bugün yaşanan bir olağanüstü rejime doğru kayış eğilimi karşısında işçi sınıfı açısından özellikle öne çıkarılması gereken tutum, işçi sınıfının çatışan burjuva kamplardan sınıf bağımsızlığını sağlamaya hizmet edecek bir tutum olmalıdır. Özellikle darbeci-statükocu kampın zorlamasıyla geniş emekçi yığınlar mevcut burjuva kamplar ekseninde cepheleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu cephelere karşı işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf cephesini çıkarmak gereklidir. Ortada açıkça darbeci bir gidiş varken, öncelikle yapılması gereken, okları en küçük bir tereddüt göstermeksizin darbecilere yöneltmektir. Bu şartlarda öncelikli mücadele şiarı “darbeciliğe karşı bağımsız sınıf cephesi” şiarı olmalıdır. Marksist Tutum, tam da bu anlayışla, geçen sayısının kapağına “İşçi cephesini örelim, darbeci güçleri püskürtelim!” şiarını çıkarmıştır. Hal böyleyken, olmayan şeriat tehlikesinden dem vurmak ya da hükümetle cuntacıları aynı kefeye koymak, darbeci mitinglerde ilerici öğeler keşfetmeye kalkmak, şoven milliyetçiliğe “anti-emperyalizm” payesi vermek, işçi sınıfının tutumu olamaz. Bu tutumlar niyet ne olursa olsun işçi sınıfına en büyük acıları yaşatmış kudurgan darbecilerle aynı zemine düşmek anlamına gelir.
O nedenle sınıf devrimcileri, sürecin genel etkisiyle oluşan politizasyondan da yararlanarak, seçimler bağlamında da bu genel tutumu öne çıkarmalıdırlar. Bu tutumun en başta gelen bileşenlerinden birisi ise Kürt halkına yönelen şoven faşist saldırganlığa karşı tavizsiz bir duruş ve onun demokratik haklarının tereddütsüz savunusudur. Bu, mevcut darbeci gidişe karşı kaçınılmaz bir somut tutum olduğu gibi, ilkesel olarak ezen ulus işçi sınıfı içinde enternasyonalist çalışmanın olmazsa olmaz boyutudur. Benzer şekilde, darbecilerin elinde oyuncak edilen laiklik meselesinde de, Kemalistlerin sahte laikliğinin karşısına işçi sınıfının gerçek laiklik anlayışı çıkarılmalı, devletin dibine kadar içinde olduğu dinden elini çekmesi vurgulanmalıdır. Bu güncel demokratik hususlar, demokrasiden söz edenleri de test edecek biçimde, işçi sınıfının acilen ihtiyaç duyduğu ekonomik-demokratik taleplerle, geniş emekçi yığınların yaşadığı işsizlik ve sefaletle doğrudan bağlantılı taleplerin propagandasıyla tamamlanmalıdır.
link: Levent Toprak, Burjuva Siyasetinde Yeni Dönem, Haziran 2007, https://marksist.net/node/1522
Muhtıra, Küçük-burjuva Solculuğu ve Kemalizm
Marksist Tutum’a teşekkürler