Onuncu cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasına bir yıl kala statükocu güçlerin iyice ısıtmaya başladıkları cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale süreci, generallerin hükümete verdiği gayri resmi muhtırayla doruk noktasına ulaştı. 27 Nisan gecesi genelkurmay internet sitesinde yayınlanan muhtıra, it dalaşında yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor.
Aylardır emekçi düşmanı iki burjuva kamp arasındaki kapışmanın giderek daha keskin bir şekilde siyaset sahnesine yansıdığına şahit oluyorduk. AB yanlısı burjuva ideologlar, AKP’nin laiklikten kadrolaşmaya ve siyaset tekeli oluşturmaya dönük bir dizi konudaki “aşırılıklarını” eleştiriyorlar, mali-sermayenin çizdiği çerçeveden taşmaması için onu uyarıyorlardı. Ama tüm bu uyarılara rağmen gene de TÜSİAD ve burjuva ideologlar, genel seçim sürecine girilmesi nedeniyle AKP’nin “aşırılıklarını” tolere etmek durumunda kalıyorlardı. Statükocu kesimlerin salvoları karşısında ise liberal yaklaşımların kutsallığından, demokrasinin erdemlerinden, AB süreciyle birlikte askeri müdahalelerin artık tarihe karıştığından dem vuruyor, kendi yalanlarına giderek kendileri de daha fazla inanmaya başlayarak emekçi kitleleri de kandırıyorlardı. Ama muhtırayla birlikte bu çevrelerin demokrasi düşlerine kılıçların gölgesi düştü.
AKP hükümetine karşı atağa geçen statükocu güçler, 12 Eylül döneminde kendilerinin hazırlattığı ‘82 Anayasası çerçevesinde cumhurbaşkanı seçimlerinin yapılmasına bile tahammül edemiyor, engellemeye çalışıyorlar. Demokrat geçinen burjuvazi buna karşı açıkça, net ve kararlı bir şekilde karşı çıkamıyorsa, bunun tek bir anlamı vardır: Burjuvazi hiçbir kapsamlı ve hakiki demokratik dönüşüme öncülük edemeyeceği gibi, mevcut hakların kararlı, tutarlı ve militan bir savunucusu da olamaz. Bir kez daha görülüyor ki, emperyalizm çağında burjuva demokratik hakları bile tutarlı ve kararlı bir biçimde, “sözde değil özde” savunabilecek tek sınıf devrimci işçi sınıfıdır.
Şeriatçı değil faşizan-milliyetçi bir tehdit söz konusudur
27 Nisan muhtırasının iki argümanından biri ve öne çıkartılanı mevcut laiklik anlayışının savunusu, diğeri ise açıktan bir Kürt düşmanlığıdır. Zaten statükocu güçlerin söyleminde şeriatçılık tehlikesi ile bölücülük tehlikesi her daim at başı gitmiş, birini vurgularken diğerini de ihmal etmemişlerdir.
Bugün AKP kadrolarının radikal dinci geçmişi ve halen içinde kimi radikal unsurları barındırması, AKP’nin zayıf noktasını oluşturuyor. Bu durum statükocular tarafından sonuna kadar suiistimal edilerek toplum laik/anti-laik ekseninde kutuplaştırılmaya ve sahte bir “şeriat tehlikesi” umacısıyla ırkçı-milliyetçi statükocular cephesine güç aktarılmaya çalışılıyor. Son gelişmeler de gösteriyor ki, bunların bu çabaları özellikle, “kentli orta sınıf” ruh halini yaşayan kitleler arasında hayli yankı bulmuş durumda.
Bu noktada iki hususun döne döne vurgulanması gerekiyor. Birincisi, bugün AKP önderliğinde bir şeriatçı yükseliş mevcut değildir ve zaten halkın ezici bir çoğunluğu şeriat düzenine karşıdır. Ne var ki statükocular şeriat öcüsünü muazzam bir kitle manipülasyon aracına dönüştürmeyi başarmışlardır. İkincisi, laiklik ekseninde AKP-TSK çatışması olarak gösterilen bu çatışmada ne laiklik konusu çatışmanın özünü oluşturmaktadır ne de çatışmanın gerçek tarafları AKP ile TSK’dır.
Birinci hususu biraz açalım. Bugün AKP her ne kadar şeriatçı çizgiyi temsil eden bir parti olmasa bile, açıktır ki dini fazlasıyla istismar etmekten çekinmeyen ve teşvik ettiği yaşam tarzı ve kültürle muhafazakâr bir partidir. Özellikle AKP’nin kadrolarının bir bölümünün, içinden geldikleri geleneğe nazaran bir hayli ılımlılaştırılmış da olsa halen İslami değerler temelinde bir yaşam tarzını benimsedikleri bir sır değildir.
AKP hiç kuşku yok ki emekçi düşmanı bir partidir ve bu nedenle işçi sınıfının ve ezilen Kürt halkının karşısında tıpkı diğer burjuva partileri gibi gericiliği temsil eder. AKP, küresel sermayenin ve TÜSİAD’ın saldırı politikalarını harfiyen uygulayarak kapitalist sömürüyü katmerlendiren, özelleştirme politikalarının şampiyonluğuna soyunarak işçilerin ekmeğine, işine, sosyal kazanımlarına ve sendikal örgütlülüğüne saldıran, eğitim-sağlık gibi en temel kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesi için canla başla çalışan, gerek okullarda gerek işçi mahallelerinde gerekse de grev çadırlarında devrimcilerin ve işçi sınıfının başından sopayı eksik etmeyen, devrimcilere ve solcu aydınlara karşı faşist saldırıları “halkımızın duyarlılığı” diyerek sahiplenen, Kürt halkına yönelik geleneksel resmi politikayı köklü bir değişiklik getirmeksizin izlemeye devam eden, yürüyen emperyalist paylaşım kavgasına aktif olarak katılmak için can atan bir partidir. Ama bu AKP’yi diğer burjuva partilerden ayıran değil aynılaştıran bir programdır.
Böylelikle ikinci hususa gelmiş oluyoruz. AKP’nin iktisadi, siyasi ve sosyal politikası genel çizgileri itibarıyla TÜSİAD’ın ve uluslararası sermayenin programıdır. Yalnızca bu gerçek bile, yaratılan laik/anti-laik ikileminin ne denli sahte olduğunu göstermeye yeterlidir. İçinden çıkıp geldiği Refah Partisine dönük 28 Şubat darbesinden kimi sonuçlar çıkaran AKP liderliği kendi siyasal geleceğini garanti altına almanın yolunun asker-sivil bürokrasinin parlamenter rejim üzerindeki vesayetini kırmaktan geçtiğini de görerek dümeni AB ile bütünleşmeye kırmıştır. AB ile bütünleşmeye dönük kapsamlı bir burjuva reform programını öne çıkarması, Kasım 2002 seçimlerindeki başarısı ve Meclis’te kazandığı ezici çoğunluk, AKP ile TÜSİAD arasındaki ortaklığın temelini döşemiştir.
Hiç kuşku yok ki, AKP TÜSİAD açısından en uygun iş ortağı değildir. Ama gelin görün ki, 90’lı yıllar boyunca TÜSİAD’ın tüm çabalarına rağmen onun reform programını kararlılıkla sürdürecek denli güçlü bir parti ortaya çıkmamıştır. Umduğuyla değil bulduğuyla yetinmek zorunda olduğunun bilincindeki TÜSİAD, gülsuyu kokusunun parfüm kokularıyla karıştığı AKP ile idare etmek zorundaydı. Böylelikle TÜSİAD AB ile bütünleşme, devlet aygıtının işleyişinde statükocu bürokratik güçlerin müdahalesini ortadan kaldırarak normalleşmiş bir burjuva parlamenter işleyişi hâkim kılma arzusunu AKP ile gerçekleştirmeye çalışacaktı. Bu sayede dünya kapitalizmine daha derinden bir entegrasyonun önündeki engeller tasfiye edilecek ve emperyalistleşme doğrultusunda adımlar atabilecekti. Hiç kuşku yok ki bu programın en kritik maddesini askeri-sivil bürokrasinin siyaset ve ekonomi üzerindeki belirleyici etkisinin kırılarak, onun sistemin sadık bir hizmetkârı durumuna getirilmesi oluşturur. İşte bugünkü kapışmanın temelinde yatan esas faktör de budur. Dolayısıyla gerçek kapışma geleneksel-statükocu burjuva iktidar odaklarıyla, başını TÜSİAD’ın çektiği mali-sermaye arasındadır. Laiklik, milli egemenlik, bölünmez bütünlük gibi unsurlar, bu kapışmanın temelini değil, kapışan taraflardan birinin siyasal-ideolojik söylemini oluşturuyor.
Oportünizm, kitle kuyrukçuluğu ve sol milliyetçilik
Bu iki temel hususun kavranamaması, işçi hareketi açısından son derece büyük tehlikeler oluşturuyor. Yaşanan süreci, kapışan güçleri ve kapışmanın temelini doğru tespit edemeyenlerin, doğru devrimci politik tutumlar geliştiremeyerek, güç, iktidar ve paylaşım kavgası veren iki burjuva kamptan birinin arkasına yedeklenmesi ve böylelikle son tahlilde bir bütün olarak burjuvazinin değirmenine su taşıması kaçınılmazdır.
Yaşanan kamplaşmayı, “laik-dinci kamplaşması” olarak gören ya da “İslamcı kamp ile Batıcı-laik kamp çatışması” olarak değerlendiren sosyalist çevreler de mevcut. Bu durumda gerek AB gerek ABD gerekse de TÜSİAD bu çatışmanın dışındaki ve üstündeki güçler olarak değerlendirilmek zorunda kalınıyor. Bugün cereyan eden siyasal çatışmayı bu derece ıskalayan bu tür yaklaşımlar, TÜSİAD programının karşısına da son tahlilde devletçi ve sol milliyetçi olarak adlandırılabilecek programlardan başkasını çıkaramıyorlar. Asker-sivil bürokrasinin güdümündeki kimi sözcülerin ABD ve AB karşıtı bir söylemi anti-emperyalizm olarak pazarlaması ve emekçileri arkasına almak için IMF’nin sosyal yıkım programlarından, özelleştirmelerden dem vurması ile birlikte işçi-emekçi kitleler nezdinde yaratılan yanılsamalar büyütülüyor.
Bugün sosyalist hareket bir taraftan liberal tasfiyeci rüzgârla diğer taraftan da milliyetçi yükselişle karşı karşıya. Sol liberalizm uzun süredir devrimci harekette büyük bir kan kaybına yol açmış bulunuyor. Ama bugün bundan da daha büyük bir tehlikeyi, milliyetçiliğin sola bu denli nüfuz etmesi oluşturuyor. Yürüyen emperyalist savaş sürecinin sonucu olarak ABD emperyalizmine karşı gelişen son derece haklı tepkileri, enternasyonalist bir temelde kapitalizm karşıtı bir mücadeleye sevk etme perspektifi dışlanıyor ve bunun yerine ABD karşıtı her politik çizgiyle ittifaklar kurmanın yolları aranıyor. Bu tür bir solculuk anlayışı kaçınılmaz olarak milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını körüklemeye ve bunları anti-emperyalizm olarak kutsamaya götürüyor. Bu yolun sonunun ne olduğunu görmek hiç de zor değil. Bu yola yıllar önce giren Perinçek grubunun bugünkü durumu yeterli bir örnektir.
Bu bağlamda Türkiye sol hareketinin ezeli zaafı olan Kemalizm ve sol-milliyetçilik son dönemde iyice azmış durumda. Türkiye’nin verili politik konjonktürünü doğru okuyamayan ve Kemalist-milliyetçi köklerinden ötürü okumak da istemeyen sol çevrelerin bir bölümü, en nihayet darbe heveslilerinin kuyruğuna takılmaktan da çekinmeyen bir noktaya geldiler. Oportünizmin en temel özelliklerinden birinin kitle kuyrukçuluğu olduğu bir kez daha açığa çıkıyor. Tandoğan mitingine yüz binlerce insanın katılması bu gibilerinin yüreğini kabartıyor. Ankara’daki mitingin ardından bu kez İstanbul’da Çağlayan mitingi sözde darbe karşıtlığını da içerecek şekilde organize edildi. En ufak bir kuşku yok ki, Çağlayan mitingine “darbeye de hayır” başlığının eklenmesi, daha geniş işçi-emekçi yığınları ve onların kitlesel sendikal örgütlerini milliyetçi yükselişin peşine takmak içindi. İki gün öncesinde TSK muhtıra vermiş ve darbe tehdidini savurmuşken, buna karşı en açıktan cephe alması gereken sol hareketin içinde bulunduğu durum vahimdir. Sendikalar ve kitle örgütleri içerisinde ilerici-solcu geçinen ve demokrasiyi dillerinden düşürmeyen DİSK’in, TTB’nin Çağlayan mitingine destek vermesi, KESK’in ikircikli bir tutum takınması en hafif deyimle utanç vericidir. Ama dahası da var. Sendikal örgütlülükleri bir tarafa bıraktık, sosyalist etiketli kimi çevrelerin de bu mitingleri yarı utangaçça ve güya “halkımıza doğru bir önderlik sunmak” adına desteklemesine ne demeli?
Bu tür sözümona sosyalistlerin ve sahte solcuların ileri sürdüğü iki çarpıtmayı kararlı bir şekilde teşhir etmeliyiz. Vurgulanması ve bilince çıkarılması gereken ilk nokta, Ankara mitingine katılan kitlelerin, sosyalist hareketin doğal tabanı olan ama başka güçlerce kandırılan kesimler olduğu şeklindeki kavrayışın çarpıklığıdır. Bunun böyle olmadığı, mitingi canı gönülden destekleyen birçok burjuva yazar tarafından ortaya konuldu aslında! Hepsi de mitingin çoğunluğunu “eğitim görmüşlerin”, “bir meslek ve kariyer sahibi olanların”, “iyi giyimli ve hali vakti yerinde olanların”, “orta ve üst dereceli memurların”, akademisyenlerin, avukatların, doktorların, mühendislerin, öğretmenlerin vb. tek kelimeyle “orta sınıfların” oluşturduğunu övünerek tespit ediyorlar. Biz bunlara büyük sermayeyle rekabet içinde ölüm-kalım savaşı veren küçük ve orta patronları, sırtını ordu iaşesine dayamış müteahhitleri, işadamlarını ve ensonu MHP ve Genç Parti’nin seferber ettiği lümpenleri de ekleyelim. Bunlar mı sosyalist hareketin doğal tabanı?
Tarih bize gösteriyor ki, her türlü manipülasyona açık bir orta sınıf ruh halini dışa vuran bu kitlelerin çoğunluğu, sahip oldukları küçük mülkleri ya da statü ve ayrıcalıkları ve de yaşam tarzlarını kaybetmenin paniğiyle kriz dönemlerinde, faşist bir hareketin doğal tabanını ve şakşakçılarını oluştururlar. Mitinglerde büyük bir hezeyan içinde dillendirilen sloganların, söylenen marşların ırkçı-şoven doğası da bunu kanıtlıyor. Adı geçen bu kesimler içerisinde nesnel sınıfsal konumları itibarıyla işçi sınıfına dahil olan beyaz yakalıların da bulunması bu gerçekliği değiştirmiyor. Çünkü bu kesimler yüksek gelir düzeyleri, sahip oldukları statü ve ayrıcalıklarla işçi sınıfının kaymak tabakasını oluşturan, yaşam tarzları, dünya görüşleri ve politik duruşları itibarıyla da küçük-burjuva bir zihniyete sahip olan kesimlerdir. En yaygın deyişle işçi aristokrasisi olarak adlandırılabilecek bu kesim, tarihin her döneminde devrimci işçi hareketinin değil, en iyi durumda reformizmin tabanını oluşturmuştur.
İşçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle siyaset sahnesinde emek-sermaye çelişkisinin pek öne çıkamadığı bugünküne benzer durumlarda, işçi-emekçi kitlelerin burjuva kamp içindeki saflaşmalara alet olması ve sınıfın sınıf olarak davranamaması kaçınılmaz olur. Bugün burjuvazi de işte bu durumu kullanıyor. Böylesi bir durumda belirleyici önemde olan şey, sınıfımızın çeşitli bölüklerinin şu ya da bu burjuva kamp arkasında saf tutmasına son verebilmektir. Komünistlerin görevi sınıfın geniş kesimlerinin kendi sınıf çıkarları temelinde saflaşmasını sağlayabilmektir. Rüzgâra göre yönünü tayin eden küçük-burjuva sosyalizmi ise, kendi meşrebine uygun olarak, bilinçsiz işçi yığınlarını küçük-burjuvazinin peşine takmaktan geri durmuyor. İstanbul’daki Çağlayan mitingi bu açıdan alarm zillerini daha da güçlü çalmamız gerektiği anlamına geliyor. Yalnızca işçi bürokrasisi örgütlü işçi sınıfını postal parlatmaya sevk etmekle kalmıyor, reformistiyle devrimci geçineniyle küçük-burjuva sosyalizmi de kendi doğasını açık ederek bir kez daha “kentli orta sınıfların” peşine takılıyor.
İkinci temel çarpıtma ise, bu mitinglerin sivil, demokratik, ilerici-sol, üstelik de anti-emperyalist değerler taşıdıklarıdır. Daha geçenlerde ifşa olan darbe günlüklerinde generallerin tam da bu türden girişimleri nasıl planladıkları gün yüzüne çıkmışken, üstelik de bu planları yapan generallerden biri tam da bu mitinglerin organizatörü olan ADD’nin (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanıyken, bu iddiaların bu rahatlıkla ileri sürülebilmesi düpedüz devlet solculuğudur. Milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını, içe kapanmacılığı anti-emperyalizmle bir tutan, ordu içinde anti-emperyalist değerlere sahip subayların hiç de azınlık olmadığını ileri süren, devletçiliği sosyalizm olarak propaganda eden bir anlayıştan başka ne beklenebilir? Bu mitingler, doğrudan askeri-sivil bürokrasi ve onun arkasında hizaya giren postal parlatıcı dernekler tarafından organize edilmiştirler. Demokratik değil, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde şovenist-ırkçı ve Kürt düşmanıdırlar. Mitinglere damgasını vuran “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Başka Kimlik Yok Hepimiz Türküz”, “Kahrolsun Kürt faşizmi”, “Kerkük Türktür” türünden sloganların, yine bu mitinglere büyük katkı sağlayan MHP’nin faşist söyleminden özde bir farkı var mıdır? Bu söylemin TSK muhtırasıyla resmileştirilmesi (“Ne Mutlu Türküm Diyene anlayışına karşı çıkanlar Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdırlar ve öyle de kalacaklardır”!!) yeterli bir kanıt değil midir? Bu mitinglerde ifade edilen ABD karşıtlığının en temel motifini Kürt halkına karşı düşmanlığın, aşağılamanın oluşturduğunu unutmamak gerekiyor. Böylesi bir ABD karşıtlığının anti-emperyalizmle, ilerici-sol değerlerle ortak bir tarafı yoktur.
Üçüncü cephe
Bu topraklarda yüzyıllar boyunca egemen sınıf olarak hükmeden, ardından burjuvalaşarak cumhuriyetle birlikte iktidarı diğer mülk sahibi sınıflarla paylaşmak zorunda kalan askeri-sivil bürokrasi, sistemin gerçek efendisi olduğu kuruntusuyla hareket etmekten kolay kolay vazgeçmeyeceğini göstermektedir. Egemen pozisyonunu kaybetmemek için elinden geleni ardına koymayan bu aristokratik bürokrasi içinde kılıç kuşanmış darbe heveslileri cirit atıyor. Bunların akıl hocalığına soyunmuş bir dizi sivil siyasetçi ve doğrudan sermaye sahibi bazı burjuvalar da görev başında. Bugün doğrudan bir askeri darbeyle değil de, muhtıralar, postallı sivil gösteriler ile hükümet indirilmeye çalışılıyorsa, bunun en temel sebepleri, tıpkı darbe günlüklerinde de açığa çıktığı üzere, ABD’nin darbeden yana olmaması, ekonomik konjonktürün bir darbeyi kaldıramayacak denli kırılgan olması, halk kitlelerinin darbeye henüz sıcak bakmaması ve kuşkusuz TÜSİAD’ın darbenin karşısında yer almasıdır. Ne var ki tüm bunlar darbe şantajlarının son bulmasını beraberinde getirmiyor.
Emperyalizm çağında en temel burjuva demokratik hakların savunusu bile burjuvaziye bırakılamayacak denli militan bir mücadeleyi gerektiriyor. Emekçiler postalla, copla, işsizlik ve yoksulluk kırbacıyla, kışla ile TÜSİAD arasında seçim yapmaya zorlanıyorlar. İşçi sınıfının, liberaliyle milliyetçisiyle her türden burjuva ideolojisine en küçük bir taviz vermeden, darbe tehditlerine, muhtıralara ve “laik/anti-laik” kutuplaştırma operasyonlarına karşı sarsılmaz bir duruş sergilemesi zorunludur. Böyle bir sınıfsal duruşun sağlanabilmesi için de emeğin kendi cephesini, birleşik bir işçi cephesini tuğla tuğla örmekten başka bir yol bulunmuyor.
link: Oktay Baran, Postal Gölgesinde Devlet Solculuğu, Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1504
Tüm Baskılara ve Polis Terörüne Rağmen 1 Mayıs
1 Mayıs 2007’nin Ardından