1977’den 2007’ye kadar geçen 30 yıl, bu topraklarda işçi sınıfının ne durumda olduğunu gözler önüne seriyor. Hepimiz biliriz 1 Mayıs’ın işçi sınıfının düzene karşı gücünü, örgütlülüğünü, birliğini sınama günü olduğunu. 1977 yılının 1 Mayısında Türkiye işçi sınıfı birlik olduğunda meydanları zaptedebileceğini görmüştü. Ama sorun sadece meydanları zaptetmekten ibaret değildi. Patronların tekelinde olan iktidarı zaptetmekti. Bu gerçeği ve bu gerçek karşısında nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini gösterebilecek bir önderlik yoktu o zaman. Ve bu, serpilip gelişen Türkiye işçi sınıfı için çok ağır sonuçlara yol açtı. Üzerinde gidilmesi gereken raya bir türlü oturamayan işçi sınıfı hareketi, bu durumdan yararlanan burjuvaziye büyük bir fırsat verdi. Hemen kolunu sıvayan burjuvazi, askeri gücünü yardıma çağırarak, 1980’in 12 Eylülünde bir karşı-devrimle işçi sınıfını ezmiş ve uzun yıllar sürecek bir karanlığın içine hapsetmeyi başarmıştı.
30 yıl! İşçi hareketinin güçlendiği o yıllarda gerçek bir Bolşevik önderlikten yoksun olan işçi sınıfının 30 yıldır başı eğik. Bu kadar yıl içinde elbette başını doğrultma denemelerinde bulunmayı ihmal etmedi. Ama bu denemelerden gerekli sonuçlar çıkararak bunları kendi kazanım hanesine yazmayı da başaramadı. Her geçen yıl örgütlülüğü eridi, küçüldü ve bugüne geldi. Sınıfın hafızası burjuva devletin ideolojik baskı araçlarının da katkısıyla büyük ölçüde silinmiş durumda.
Bu yılın 1 Mayısının daha iki gün öncesinde, Çağlayan meydanına bu kesimlerden birinin, üstelik darbeyi yapan tarafın çağrısı üzerine yüz binlerin doldurulması ve bunlar arasında işçi sınıfının unsurlarının da bulunması bu gerçeği gözler önüne serdi. Burjuvazi aynı mizanseni daha önce de 14 Nisanda Ankara’da sergilemişti. Alanda haykırılan ve bu kesimlerden en gerici olanının çıkarlarını yansıtan sloganlar, bilinçleri milliyetçilik zehrine bulanmış işçilerin ağzından da dökülüyordu. İşçiler düzen tarafından örgütlenerek alanlara doldurulmuştu. Alana ulaşmaları için her türlü kolaylık da sağlanmıştı.
Ama sıra işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda sloganlarını haykıracağı, darbecilerin cezalandırılmasını talep edeceği 1 Mayıs’a gelince, bu kez şehrin bütün yolları kesildi ve işçilerin eylem alanına ulaşmaları onlarca kilometre uzaktan başlanarak engellendi. Milliyetçilik zehrini yeterince bulaştıramadığı işçileri biber gazıyla zehirleyerek dağıtmaya çalıştı egemen sınıfın polisi.
Taksim meydanında 30 yıl önce dökülen kanın hesabını sormak isteyen on binlerce kişi 1 Mayıs sabahının erken saatlerinden itibaren şehrin giriş çıkışlarının ve ana caddelerinin kontrol altına alınması nedeniyle alana ulaşamadı. Polisin tüm vahşetine rağmen işçilerin ve devrimcilerin alana girme ısrarı karşısında, valilik ilerleyen saatlerde temsilcilerden oluşan bir grubun kısa bir anmayla sınırlı olmak üzere alana girmesine izin vermek zorunda kaldı.
29 Nisandaki “Cumhuriyet mitinginde” kitlenin “güvenliğini” sağlayan polis, bu defa 1 Mayıs için alana girmek isteyen işçileri vahşi bir biçimde dağıttı. Önüne kim geldiyse, çocuk, yaşlı veya kadın olduğuna bakmadan copladı ve gaza boğdu. Düzenin koruyucusu olan polis, pek “demokrat” hükümetin emriyle, görevini layıkıyla icra etti. “Bugün 1 Mayıs’tı ve tehlikeli bir gündü. İşçiler savaşların, yoksulluğun ve açlığın gerçek nedenini kavrayabilir ve öfkesini maazallah kapitalizme kusabilirdi. Buna engel olunmalıydı. İşçilere bir kez izin verdin mi bir daha önü alınamayabilir ve tehlike büyüyebilirdi. 30 yıl öncesinin hesabını soracak kadar densiz olan işçilerin kafasına copu indirdin mi bak bakalım bir daha geçmişi hatırlayabilirler miydi?” İşte burjuva devlet böyle düşünerek tüm öfkesiyle saldırdı işçilerin ve devrimcilerin üzerine.
Çünkü burjuvazi ve onun devleti, bir gün işçi sınıfının öfkesinin önünü alamayacağından korkuyor. Yaptıkları katliamların hesabının sorulmasından korkuyorlar. Düzenlerinin tehlikeye girmesinden korkuyorlar. Burjuvazinin sahip olduğu zenginlikleri üreten işçi sınıfının, bu zenginliği gerçek sahiplerinin kullanımına sunmasından korkuyorlar. Hor gördükleri işçilerin yeter deyip dümeni ele almasından korkuyorlar. Onlarınki mülkiyetlerini koruma sevdası. Bizimkiyse sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya yaratma sevdası. Onlar böyle gelmiş böyle gider diyorlar, biz böyle gitmesine izin vermeyeceğiz diyoruz. İşte büyük çatışma da buradan kaynaklanıyor.
1 Mayıs’ta İstanbul’da yapılan diğer bir miting ise Kadıköy’deydi. Düzen savunuculuğunu kendine iş edinmiş sendika bürokratları, burada da görevlerini yerine getirmeye çalıştılar. “Suskun Tük-İş istemiyoruz” diyerek bürokratları protesto eden Tuzla Deri-İş üyesi işçiler, yine sendika bürokratları aracılığıyla susturulmaya çalışıldılar.
Biz Marksist, enternasyonalist işçiler biliyoruz ki, işçi sınıfı asıl hedefine kilitlenip bu hedef doğrultusunda örgütlü gücünü yükselttikçe değil Taksim’i, tüm dünyayı kazanacaktır. Bunun içinse öncelikle dünyayı kazanmanın aracını yaratmak gerekiyor. Yaşasın bu aracı yaratma yolunda biz işçileri aydınlatan Marksizmin, Bolşevizmin ışığı!
link: İstanbul’dan bir MT okuru, Tüm Baskılara ve Polis Terörüne Rağmen 1 Mayıs, 2 Mayıs 2007, https://marksist.net/node/1499
Hedefe Kilitlenmek
Postal Gölgesinde Devlet Solculuğu