Türkiye işçi sınıfı için karanlık bir sürecin başladığı gündü 12 Eylül 1980. İşçi sınıfı ve devrimciler bir karabasanla uyanmışlardı güne. İşçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket faşist postallar altında ezilmek isteniyordu. Her şey burjuvazinin âli menfaati içindi! Kenan Evren başkanlığında faşist cunta parlamentoyu kapatarak ve anayasayı askıya alarak yönetime el koymuştu. “Demokrasi tesis edilinceye dek” denilerek, postal sesleri eşliğinde her köşe başı tutulmuştu tanklarla tüfeklerle.
12 Eylül askeri faşist darbesi, uzun ve kitlesel grevlerin yaşandığı, gençlerin, sanatçıların, aydınların yüzlerini işçi sınıfına döndüğü, mücadelenin büyüdüğü ve toplumsal muhalefetin yükseldiği bir dönemin üzerine geldi. Sosyalist hareket ve işçi hareketi daha önce olmadığı kadar örgütlü ve kitleseldi. Hakkını arayan ve mücadeleye atılan işçiler için artık sınıf çelişkileri daha görünür hale gelmiş, mücadele şiarları güçlenmişti. Artan devlet baskısı, yasaklar ve estirilen faşist teröre rağmen işçi sınıfının yükselen hareketi bir türlü durdurulamıyordu. Adeta hop oturup hop kalkan patronlar sınıfı sahip oldukları olağan burjuva devlet mekanizmasını yetersiz görmüş, orduyu göreve çağırmıştı.[1]
Faşist cuntanın yayınladığı ilk bildiride darbenin amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, kardeş kavgasını önlemek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak şeklinde ortaya konuldu. Ancak artık kendisini “garanti” altında hisseden kimi sermaye temsilcileri açık açık darbenin gerçek nedenini söylemekten geri durmadı. O güne kadar işçiler gülmüştü, sıra onlardaydı artık!
Cuntanın söylemleri, faşist darbenin asıl olarak kimi hedef aldığını gizlemeye yetememişti. Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre bile yüz binlerce insan gözaltına alınmış, 2 milyona yakın işçi kara listelere alınarak iş bulması engellenmek istenmiş, “faili meçhuller” ve idam cezaları ile birlikte binlerce insan hayatını kaybetmişti. Tüm grevler yasaklanmış, işçilerin devrimci örgütleri, mücadeleci sendikalar ve siyasi partiler kapatılmıştı. Toplum adeta nefes alamaz hale getirilmiş, bir korku atmosferi hâkim kılınmıştı. Korku öyle derindi ki, adeta toplumun dokusuna nüfuz etmiş, kendinden sonra gelen işçi kuşakları ile aradaki bağı bir anlamda koparmıştı. Nitekim bugünün genç işçi kuşaklarının kendi sınıfına bu kadar yabancı, örgütlülük düzeyinin bu kadar düşük olmasının altında da yine 12 Eylül’ün derin izleri vardır.
Bugün “demokrasiye vurulmuş bir darbe” söylemi ile sınırlı kalarak da olsa burjuva siyasetçiler ve kalemşorları da dâhil hemen her kesim 12 Eylül’ü lanetliyor. Ancak o günlerde durum hiç de öyle değildi. Faşist darbenin 38. yılında dönemin ABD’li diplomatları tarafından kaleme alınan birtakım gizli belgeler açıklandı. Zaten bildiğimiz gerçekler böylece ABD belgeleri eşliğinde bir kez daha ortaya serilmiş oldu.
“Patronlar havalara uçuyor”
Darbeden iki hafta sonra ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Robert Houghton 12 Eylül’ü değerlendirdiği yazısında, burjuvaların “terör ve belirsizlik ortamının” geçmiş olmasından dolayı havalara uçtuklarını, kendilerini artık garanti altında hissettiklerini belirtiyor. Houghton’ın şu sözleri dikkat çekici: “İşadamlarının çoğu neredeyse havalara uçuyor. Birkaç aydın dışında itiraz eden yok. Bu havaya uçma halinin nedenini geçmişteki terör olaylarının sonlanması ve belirsizliğin ortadan kalkması kadar geleceğe yönelik vaat edici bir ortamın ortaya çıkması da oluşturuyor.(…) İş dünyasından irtibat kurduğumuz kişilere göre, tüm fabrikalar çalışıyor ve üretim düzeylerinin de artacağı konusunda iyimserler.”[2] Patronların geleceğe dair umutlu olma durumu kendileri için var olan “tehlikenin” kontrol altına alındığına olan inançlarıydı. İyi tanıyorlardı darbecileri ve neler yapabileceklerini biliyorlardı. 12 Eylül’le birlikte tüm grevler yasaklanmış, “grev” sesleri yerini makine gürültüsüne bırakmıştı fabrikalarda. Houghton, “(İş insanları) kendilerini artık -belki de biraz fazla emin bir şekilde- çok daha güvende hissediyorlar ve yalnızca grevdeki çalışanlarının fabrikaya geri dönmesinden değil, döndükten sonra iş yapmaya başlamış olmasından dolayı da rahatlamış durumdalar” diyerek 12 Eylül’ün patronları nasıl da memnun ettiğini belirtiyor.
Daha önceki icraatlarıyla burjuvaziye kendisini kanıtlamış olan Turgut Özal’ın 12 Eylül’den hemen sonra göreve getirilmesinden de son derece memnuniyet duyduklarını belirtiyor ABD’li diplomatlar. 12 Eylül öncesi tüm çabalara rağmen sınıf tepkisinden kaynaklı hayata geçirilemeyen, neo-liberal ekonomik dönüşümü sağlamak üzere hazırlanan 24 Ocak kararlarının mimarı Özal’ı “ekonominin çarı” olarak tanımlıyorlar yazışmalarında. 12 Eylül faşist rejimi, burjuvazinin arzusunu yerine getirerek Türkiye kapitalizminin önündeki hem siyasal engeli kaldırmış hem de iş başına getirdiği burjuva siyasetçilerle ekonomik engeli aşmayı başarmıştı. Sıradaki, birbiri ardına gelecek yapısal reformlar adı altında, işçilerin kazanılmış tüm haklarını elinden alan, azgınca sömürünün önünü açan ve örgütlülüğün önüne engeller koyan yasaları hazırlamak ve bunun ilerleyen yıllardaki garantisini inşa etmekti.
“İç güvenlik ortamı iyileşti”
Ankara’da görevli diplomatlardan Daniel Newberry tarafından kaleme alınan yazışmada şöyle deniyordu: “Eldeki verilere yönelik kuşkularımıza rağmen, Büyükelçilik 12 Eylül’den sonra Türkiye genelinde iç güvenlik ortamının ciddi şekilde iyileştiğini düşünüyor.” 12 Eylül darbesi öncesi, devrimci tehdit altındaki düzenin güvenliği idi bu iç güvenlik. “Burjuvazi devrimden korkuyordu ve düzeninin tehlikede olduğunu görüyordu. TC egemenleri bu korkularında yalnız değillerdi. O dönem içinde bulunulan konjonktür ABD emperyalizmi açısından da tehlikelere gebe idi. SSCB’nin varlığı ve etkisi bölgede Türkiye’yi daha da önemli hale getiriyordu.”[3] Yaşanacak bir işçi devriminin dönemin konjonktürü ile nasıl bir etki yaratacağını iyi bilen ABD emperyalizmi için de “güvenli bir ortam” sağlanmıştı 12 Eylül’le birlikte.
1980’de Ankara Büyükelçisi olan James Spain ise, ABD’nin faşist darbeye olan desteği ve onayının kanıtı niteliğindeki raporunda şu ifadelere yer veriyor: “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok.”[4] Bu diplomatik dili bir kenara bırakacak olursak, gerçekte ABD, askeri darbenin planlayıcıları arasındadır. Belgelerde ABD’li diplomatların askeri liderlere yer yer müdahalelerde bulundukları da yer alıyor. Örneğin demokrasi vurgusunun cılız kaldığından, daha fazla demokrasi vurgusu yapılması gerektiğinden bahsediliyor. Yine Spain’in kaleminden: “Ben halihazırda bir inisiyatif alarak, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan ve aynı zamanda Milli Güvenlik Konseyi toplantılarına da katılan Büyükelçi (İlter) Türkmen’e, şu ana kadar sadece 1 numaralı (MGK) bildirisinde demokratik süreçle ilgili çok genel geçer bir ifade bulunduğunu ilettim.” Bunun üzerine aynı gün, Kenan Evren’in demokrasiye daha çok vurgu yapan konuşmalar gerçekleştirdiğini belirtiyor raporunda. Ayrıca yazışmalarda “terör” olayları diye adlandırılan siyasi olaylara binlerce kişinin destek verdiğine değinilirken, askeri isimlerin özellikle bu grupları “azınlık” olarak adlandırdıkları belirtiliyor. Ege Bölge ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Süreyya Yüksel ile yapılan görüşmelere ise şu şekilde yer veriliyor: “Teröristleri ufak bir azınlık olarak nitelendiren Yüksel, terörizmin tamamen kökü kazınamasa da kontrol altına alınabileceğini aktardı.”
Planlı bir şekilde gerçekleştirilen ve topluma terör vurgusuyla aktarılan olaylar faşist rejimin iktidara tırmanmak için gerçekleştirdiği hazırlıklardan başka bir şey değildi. “Kanlı katliamlar, provokasyonlar, etnik ve mezhepsel farklılıkların kaşınması, tanınmış kişilere, işçi önderlerine, aydınlara, gazetecilere suikastlar, grevlere, direnişlere, devrimci öğrencilere ve üniversitelere dönük saldırılar birbirini izledi.”[5] Böylece toplum adeta 12 Eylül faşist darbesine bir anlamda hazırlanmış, bekler hale getirilmişti. Sonunda da beklenen gerçekleşmişti.
Doğrudan işçi sınıfını ve onun devrimci örgütlerini hedef alan 12 Eylül’ün kanlı iktidarı ne yazık ki sınıf mücadelesiyle yıkılamadı. “12 Eylül faşizmi toplumu üç yıl boyunca korkunç bir karabasanın içine soktu. Ancak bu karabasandan çıkış da öyle güllük gülistanlık günlere uyanarak olmadı. Faşizm, yerini, 1983’te yapılan seçimlerle iktidara gelen Özal’ın liderliğindeki bir Bonapartist diktatörlüğe bırakarak çözüldü. Bununla da kalmayıp, gerici ve yıkıcı mirası günümüze dek varlığını korudu.”[6] Bugün işçi sınıfının genel durumu kendi gücünden habersiz, geçmiş mücadele deneyimlerinden yoksun, örgütsüz ve dağınık ise bunda 12 Eylül’ün büyük payı vardır. 12 Eylül’ün açtığı yaralar ve izleri ancak hedefindeki işçi sınıfının harekete geçip, örgütlü mücadelesiyle kapanacaktır.
[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[3] Derya Çınar, 12 Eylül’ün Yıldönümünde Bitmemiş Bir Görev, Eylül 2012, marksist.com
[5] Derya Çınar, agm
[6] İlkay Meriç, 12 Eylül Faşizmi ve Hedefindeki İşçi Sınıfı, 12 Eylül 2017, marksist.com
link: Pınar Şafak, ABD Belgelerinde 12 Eylül, 12 Ekim 2018, https://marksist.net/node/6510
Ateşin Gerçek Sahibi İşçi Sınıfı!
Yemen Ağıdı