Türkiye’nin onlarca ilinde yaşanan orman yangınları, batı Karadeniz bölgesindeki seller, “doğal afet” olarak adlandırılıp suç iklim krizine havale edildi. Siyasi iktidar orman yangınlarının ve sellerin büyük bir felâkete dönüşmesinde ne bir sorumluluk alıyor ne de ortaya çıkan acı tabloyu düzeltmek için bir çaba gösteriyor. Her felâkette olduğu gibi kendilerini pirüpak gösterip, eleştirenlerin, hesap sormaya çalışanların üzerindeki baskıyı arttırıyor. Egemenler, göz göre göre gelen felâket karşısında toplumun pek çok kesiminden yapılan haklı eleştirileri ellerinin tersiyle itiyor ve hatta cezalandırıyor. Zora girdiğinde yüksek perdeden meydan okuma, hamaset yapma anlayışı kesintisiz sürdürülüyor. Felâketler birbirini kovalamaya, nice can yitmeye devam ederken bu esnada devletin çok güçlü, kudretli olduğu, tek otorite olduğu, felâketlerle mücadele etmek için en iyisini, en doğrusunu yaptığı tekrar edilip duruyor.
Orman yangınları başlar başlamaz tabiatı düşünen, yaşam alanlarına sahip çıkan, “ciğerlerimiz nefessiz kalmasın, ormanlarımız, börtü böcek, bütün canlılar yaşasın” diyen duyarlı insanlar, yangınları söndürmek için canla başla çalışmaya başladılar. Sivil toplum örgütleri çeşitli alanlarda kampanyalar düzenlediler. Pek çok yerden toplanan yardım malzemelerinin organize bir biçimde bölgeye ulaşmasını sağladılar. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden yangın söndürme gönüllüleri, yangının büyümemesi, yayılmaması için tamamen kendi imkânlarıyla ve büyük bir özveriyle çalıştılar. Yangın söndürme araçlarının ulaşamadığı yüksek bölgelere ulaşıp, yine kendi imkânlarıyla tırmanıp ellerindeki tırpanlarla, taşıdıkları yangın söndürme tüpleriyle, hatta pet şişelere doldurdukları suyla, çalı çırpıyla alevlere müdahale ettiler. Bu esnada kimisi yaralandı, kimisi zehirlendi. Pek çok yerde alevlerin önüne geçemeseler de çabalar yine de sonuç verdi, kimi alanlarda yangının büyümesini önlemeyi başardılar. Devletin “boşaltın” çağrılarına rağmen köylerini boşaltmayı reddedenler yangını söndürüp köylerini kurtardılar.
Yangınlara karşı organize olan yöre halkı ve yangınlarla mücadele gönüllüleri, güzel bir dayanışma örneği sergilediler. İmece usulü ile planlamalar yaptılar. Kendi aralarında ekipler oluşturdular. Yangına müdahale ekibi, yangını soğutma ekibi, lojistik ekibi, sağlık ekibi, ihtiyaç ekibi gibi gruplarla anlamlı bir dayanışma sergilediler. Yangında evleri yanan, yaşam alanları tahrip olanlar, yaşadıkları acıya rağmen yangına müdahale ekipleri içinde yer aldılar. Türkiye’nin çeşitli şehirlerinden duyarlı insanlar, sosyal medyayı da etkin kullanarak dayanışma kampanyaları organize ettiler. Özellikle gençler tarafından organize edilen ve pek çok insanın da destek verdiği yardımlar, kolilerle yangın bölgelerine ulaştırıldı. Bölgede yaşayan emekçi kadınlar da kendi aralarında irtibat kurarak dayanışma için ellerinden ne geliyorsa yaptılar. Evlerinde hazırladıkları yemekleri, içecekleri müdahale ekiplerine gönderdiler. Buzdolaplarında pet şişelere su doldurarak buza dönüştürdüler ve kan ter içinde çalışan ekiplere ulaştırarak büyük iş başardılar. Çeşitli şehirlerden gelen yangın söndürme gönüllüleri için kalacakları yer ve alanlar hazırladılar.
Yöre halkı, sivil toplum örgütleri ve gönüllüler, dişleriyle tırnaklarıyla yangına karşı mücadele ederken, başka bir zorlukla yüz yüze geldiler. Ceberut devletin baskı aygıtları, oluşan bu dayanışma atmosferini dağıtmak, yöre halkının ve gönüllülerin felâket karşısında vücut bulan birlikteliğini bozmak, harekete geçenleri pasifize etmek için devreye girdiler. Orman yangınlarına müdahalede ortada olmayan devletin orman bölge müdürlükleri ve kolluk güçleri, tepeden gelen emirle, yangınlarla mücadele eden yöre halkına ve gönüllülere müdahale etmeye çalıştılar. Alevlerle boğuşan insanlar, kolluk güçlerinin kendilerini neden engellediğine, ormanlar yanarken müdahalenin neden kendilerine yapıldığına bir anlam veremediler ve haklı olarak tepkilerini “bize değil alevlere engel olun” diyerek gösterdiler.
Yangın gönüllülerinin bölgeden uzaklaştırılması ve devletin görevli memurları dışında kimsenin yangın bölgesine alınmaması emri, Erdoğan tarafından bir Cuma namazı çıkışında duyuruldu. Gerekçe gönüllü ekiplerin deneyimsiz olması idi. Bu açıklamadan sonra, yangına karşı oluşturulan ekiplerin çalışmaları fiilen engellendi, yangın gönüllüleri alandan uzaklaştırıldı ve bölgeden ayrılmaları istendi. Bağımsız yardım kampanyaları durduruldu. “Güçlü, büyük devlet” imajına zarar geldiğini düşünen ve her şeyin üstesinden gelebilecek kudrette olmakla böbürlenen siyasi iktidar, “bizim hiç kimseye ihtiyacımız yok” mesajları vermeye, oluşan havayı dağıtmaya çalıştı.
Peki, bölge halkı ve gönüllüler neden yangına müdahale ettiler, daha doğrusu neden müdahale etmek zorunda kaldılar? Bunun cevabı çok net: Çünkü devletin bu yangını söndürecek ne bir çalışması vardı ne kurumlar arasında koordinasyon vardı ne yangın söndürme uçağı vardı ve ne de yeterli çalışanı vardı. Siyasi iktidar yangınları izlerken, sayıları yetersiz olan orman işçilerine yardımcı olanlar yangın gönüllüleriydi. Devlet yangınları seyrederken, gönüllüler kendi çabaları sayesinde pek çok alanda yangınların büyümesinin önüne geçtiler ve bazı alanları söndürmeye başardılar. Ama bu felâket atmosferinde emekçi halk ve gönüllülerde ortaya çıkan birlik ve dayanışma tavrı, devletin tepesinde alarm zillerinin çalmasına neden oldu.
Yöre halkı ve gönüllülerde oluşan dayanışma ve birlikteliğin büyüyüp gelişmesinden, kalabalıkları harekete geçiren bir harekete dönüşmesinden korkanlar yalnızca bugünün siyasi iktidarı değildir. 17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük Marmara depremi buna örnektir. O dönemin siyasi iktidarı ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümetiydi. Bugün orman yangınları ve sellerde devletin aldığı tutum ne ise geçmişte de benzerdir. 17 Ağustos depreminde on binlerce insan ölmüş, binalar yıkılmışken, insanlar enkaz altından kurtarılmayı beklerken, siyasi iktidar aynı umursamaz, sorumsuz tavrını sürdürüyordu. Deprem sonrasında tam bir kaos yaşanıyor ve “devletin güçlü eli” oraya hiç uzanamıyordu. Yine bugünkü iktidarın tavrında gördüğümüz gibi o dönemde de devlet, doğru düzgün ne bir organizasyon ne de bir planlama yapabilmişti. Depremzedeler ortada kalmış, “devlet nerede” diye isyan ediyordu. Devlet enkaz kaldırma çalışmasında işi yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Yurt genelinde toplanan yardımları bile bölgeye ulaştıramıyor, tam bir beceriksizlik yaşanıyordu. Ama aynı “devlet güçlüdür” nidalarını atmaktan da geri durulmuyordu. Dönemin koalisyon partilerinden yapılan açıklamalarda devlete laf söyletilmiyor, hiçbir sorumluluk alınmıyor, suç başkalarında aranıyordu. Egemenlere göre yaşanan ölümlerin en büyük nedeni insanların panik olması, ne yapacağını bilememesiydi.
O dönemde depremzedelere yardıma koşan yine sivil toplum örgütleri ve emekçiler olmuştu. Kendi aralarında organize olan çevreler her alanda ekipler oluşturarak depremzedelerin yaralarını sarıyordu. Enkazın kaldırılmasında, yaralıların kurtarılmasında, yaşamını yitirenlerin defin işlemlerinde, ilaç, gıda gibi temel ihtiyaçların karşılanmasında, çadır kentlerin kurulmasında ve daha pek çok alanda yardım gönüllüleri oradaydı, dayanışma içindeydi. Ancak devlet, en basit organizasyonu bile beceremezken, sivil toplum örgütlerinin ve devletten bağımsız yürüyen çalışmaların önünde bir duvar gibi durdu, çalışmaları engelledi.[*]
Arama kurtarma çalışmalarında başarı gösteren sivil toplum örgütü AKUT’u gözden düşürmek, pasifleştirmek isteyen iktidarlar dezenformasyon propagandası yürüttüler. Zamanla AKUT’un karşısında devlet kurumları olan Kızılay’ı ve AFAD’ı parlatmak istediler. Geçmişte yaşanan deprem felâketinden bugünkü yangınlara ve sellere devleti yöneten siyasi iktidarların, halk inisiyatiflerine gösterdiği tepkide değişen bir şey yok.
Bugünün siyasi iktidarı bir yandan yöre halkı ve yangın gönüllüleri arasında oluşan birlikteliği, bir yandan da ülke genelinde “Help Turkey” adıyla başlayan kampanyaya verilen desteği bertaraf etmek için “güçlü Türkiye” argümanına sarıldı. Siyasi iktidara göre bu kampanya Türkiye’yi güçsüz ve aciz gösteriyordu. O yüzden de ilk yaptıkları şey yangın gönüllülerini ve halkı bölgeden uzaklaştırmak oldu. Ardından Orman Bakanı Pakdemirli, orman yangınlarında görevli olarak bulunmak isteyenlerin e-devlet üzerinden başvuruda bulunması gerektiğini söyledi. Buradan da anlaşılacağı gibi devlet demek istiyor ki, eğer bir iş yapacaksanız ve yardımda bulunacaksanız, benim kontrolümde, benim çizdiğim sınırlarda, benim izin verdiğim ölçüde yapabilirsiniz. Aksi halde bağımsız yapılan her çalışma devlete karşı gelmek, kurumları küçük görmek anlamına gelecektir ve cezalandırılıp engellenecektir!
Siyasi iktidarın bu tutumundan bir kez daha anlaşılıyor ki, bu topraklarda devlet geleneksel olarak kendi denetimi ve yönlendirmesi dışında oluşan her hareketin karşısındadır. Siyasi iktidar yangınların büyüyüp ormanların yok olmasından hiçbir rahatsızlık duymadı, endişeye kapılmadı. Ama emekçilerin organize olup harekete geçmesinden büyük bir rahatsızlık duydu. Çünkü bu despotik devletin kılcal damarlarına sirayet eden zihniyet, tüm toplumsal yaşamı tepeden kontrol etmek, halkın, emekçilerin inisiyatif geliştirmesini, harekete geçmesini engellemektir. Emekçilerin yaşam alanları ve ormanları için örgütlenmesinin devlet katmanlarındaki etkisi paniktir. Devletin emekçilerde oluşacak en ufak bir organize hareket etme haline tahammülü yoktur. Orman yangınlarının toplumun kimi kesimlerinde meydana getirdiği birliktelik, devlet için bir an önce önü kesilmesi gereken, olağanüstü bir durumdur. Haliyle devletin ve kolluk güçlerinin yaşananlara tepkisi bu yönde olmuştur.
Yangınların yöre halkı ve gönüllülerde birliktelik hali, devletin kendi örgütlenmesi dışında gelişmişti. Bu yüzden devleti yöneten egemenlerin işine gelmeyen bir yöne evirilme, hesap sormaya dönüşme tehlikesi taşıyabilirdi. Yangınların dalga dalga büyümesi sonrasında ortaya çıkan manzara, siyasi iktidarın bir tür yönetememe ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştırma durumuydu. Türkiye’deki bu resmi tüm dünya gördüğü gibi, durum yangınlara seyirci kalamayan, canı yanan, çığlıkları arşa ulaşan insanlar tarafından da gayet net anlaşılıyordu. Devleti yöneten muktedirlere göre bir şey yapılacaksa onu da en iyi devlet yapardı, toplumun yapılması gerekenlere kafa yorması, talepte bulunması boşunaydı.
Felâketler karşısında devletin takındığı halk inisiyatifini boğucu tutum ancak bu ülkenin tarihsel gelişim sürecine özgü dinamiklerle açıklanabilir. Devletin yüceltildiği, devlete sahip olanın her şeye sahip olduğu, devlet güçlendikçe devletlûların da güçlendiği bu topraklarda halk yalnızca devlete boyun eğmesi gereken tebaadır. Devlet tüm toplumun üstündedir, tüm toplumsal yaşamı kontrol edip şekillendirendir. Bu zihniyetin kökenleri Mehmet Sinan’ın çalışmalarında kapsamlı biçimde açıklanmış, Marksist Tutum sayfalarında yer almıştır. Mehmet Sinan’ın çalışmalarında bu topraklarda devletin kuruluşunun ve kökenlerinin Batı’dakinden farklı özgünlükler taşıdığı anlatılır. Yüzyıllar boyu hüküm süren Osmanlı’dan devralınan Asyatik mirasın, cumhuriyet döneminde de devam ettiği belirtilir. Bu toprakların geçmişinde bağımsız bir sivil toplumun gelişmesine olanak sağlayan koşulların oluşmadığı hatırlatılır. Bu topraklarda toplumun bir arada durmasını, ahenk içinde yaşamasını sağlayan gücün devlet olduğuna inanılır, devlet denince akan sular durur. Şikâyet etmek, hak istemek, karşı gelmek, itirazda bulunmak, inisiyatif geliştirip örgütlenmek devleti yok saymak olarak görülür. Devlet çıkar kavgalarından azade, kötülüklerden soyutlanmış, varlığı kutsal ve hayati önemde bir güç olarak sunulur. “En iyisini devlet bilir, en doğrusunu devlet yapar” anlayışı öyle kök salmıştır ki devletlû sınıf içinden “bu ülkeye komünizm gerekirse onu da biz getiririz” diyenler bile çıkmıştır. Bu anlayışa göre kitlelerin hakları yoktur, “kendi iyilikleri” için uymaları gereken kurallar ve ödevleri vardır. Devlete tam itaat etmek şarttır. Devleti yönetenler, bugün yaşanan pek çok sorunda tebaa olması gereken kitlelerin inisiyatif geliştirip birlikte hareket etmesini, bağımsız örgütlenme faaliyetlerinde bulunmasını, toplumsal bilinç nüveleri taşımasını, “devlete isyan” gibi görüyor. O nedenle de yangın, sel gibi felâketlerde halkın gösterdiği tutum karşısında siyasi iktidarın kimyası bozulabiliyor.
Kapitalist sistemin dizginsiz sömürüsü, depremlerin, yangınların, sellerin bir felâkete dönüşmesi hayatı her geçen gün daha zor, daha çekilmez kılıyor. Emekçi kitlelerdeki hoşnutsuzluk, gençlerdeki dönüşüm arzusu büyüyor, başka bir dünya özleminin belirginleşmesine kapı aralıyor. Egemenler ne kadar bastırırsa bastırsınlar, öfkenin, umudun ve dayanışmanın gürül gürül serpilip gelişmesini sonsuza dek engellemeyi başaramayacaklar.
[*] Ayrıntılı okuma için bkz: Hakan Sönmez, 17 Ağustos Depreminin 15. Yılında Ne Değişti?, marksist.com
Ayrıca bkz: https://marksist.net/okurlarimizdan/dokuzuncu-yilinda-17-agustos-depremi...
link: Mikail Azad, Yangınlar, Seller ve Dayanışma Karşısında Devletin Refleksi, 26 Ağustos 2021, https://marksist.net/node/7441
Kemerköy Termik Santralinin Doğaya ve İnsana Zararları
Uyuşturucunun Panzehiri Örgütlü Mücadeledir!