Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel krizin önemli bir boyutunu emperyalist hegemonya krizi oluşturuyor. Dünya üzerinde yüz milyonlarca insanın hayatını doğrudan ve şiddetli biçimde etkileyen birçok gelişme bu krizin ürünüdür. Örneğin kitlelerin büyük acılar çektikleri günümüz savaşları dolaysız anlamda bu hegemonya krizinin ifadesidir. 1990’lı yılları bir kenara bıraksak bile, sadece 2000’lerden itibaren yaşanan savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, milyonlarcası yaralanmış, milyonlarcası yerinden yurdundan olmuş, on milyonların yaşam koşulları kötüleşmiş, on milyonlar başka bir zillet olan göç yollarına düşmüş, göçmen oldukları ülkelerde türlü acılara katlanmak zorunda kalmışlardır. Görünüşte savaşan güçler kimler olursa olsun, bu savaşlar emperyalist güçler arasında yürüyen hegemonya mücadelesinin kanlı görünümleridir. Bu savaşlar günün şartlarına özgü biçimler alarak yürüyen bir büyük dünya savaşının halkalarını oluşturmaktadır.
Bu savaşlarda başta ABD olmak üzere en büyük emperyalist güçler ve irili ufaklı diğer kapitalist güçler, ABD emperyalizminin uzun süredir yaşadığı hegemonya aşınmasından doğan belirsizlik ve boşluğun kendi çıkarlarına uygun şekilde dolması ya da hiçbir şekilde dolmaması için birbirleriyle yaman çekişme içindedirler. Sıkça işittiğimiz “tek kutuplu dünya”, “çok kutuplu dünya” ya da “iki kutuplu dünya” gibi kavramlar işte bu hegemonya mücadelesinde kimlerin neyi arzuladığını ya da neyi istemediğini gösteren kavramlardır. SSCB’nin varlığı zamanında dünya üzerinde hüküm süren durum “iki kutuplu dünya” olarak adlandırılmaktadır. Yani iki süper gücün dünya üzerindeki diğer güçleri bir biçimde kendi kutupları etrafında kümelendirdiği ya da tarafsızlaştırdığı bir durum söz konusudur. “Tek kutuplu dünya” esasen SSCB’nin çöküşünden sonra ABD’nin tek süper güç olarak rakipsiz kaldığı dünya durumunu anlatıyor. “Çok kutupluluk” ise en az üç olmak üzere çok sayıda gücün etkin olduğu ve hiçbir gücün baskın bir hegemonik pozisyonda olamadığı bir dünya tasavvurunu dile getiriyor. Erdoğan’ın iktidara geldiği ilk dönemden beri “dünya beşten büyüktür” sloganıyla popülerleştirmeye çalıştığı politik hedef de bir tür çok kutupluluk tasavvuru içermektedir. Erdoğan ve şürekâsının anlayışının özel bir tezahürü, Türkiye’yi içerecek şekilde ayrıcalıkların beş BM daimi üyesinden daha fazla sayıda devlete dağıtılmasıdır.
Emperyalist hegemonya mücadelesinin bir görünümü olan savaştan bahsettik. Bu hiç kuşkusuz emperyalist hegemonya mücadelesinin en uç görünümünü oluşturuyor. Ama bu mücadele kendisini sadece savaşla dışa vurmamakta, başka görünümler de almaktadır. Çeşitli biçimleriyle uluslararası ittifaklar oluşturma, kamplaştırma, safları genişletme girişimleri, ekonomik yaptırımlar, ticari ambargolar, diplomatik manevralar vs. günümüz dünyasında gitgide güç kazanan çekişme biçimleridir.
İşte geçtiğimiz haftalarda birbiri ardına gerçekleşen BRICS ve G20 zirveleri hegemonya mücadelesinin seyrinde yeni ve dikkat çekici çapta gelişmelerin yaşandığı zirveler oldu. Sadece bu topluluklar cephesinde değil, bağlantılı olarak NATO ve Şanghay İşbirliği Örgütü cephelerinde de önemli değişiklikler yaşandı. Dahası böylesi çoklu ittifak, işbirliği örgütleri kapsamındaki gelişmelerin yanı sıra Afrika’da gerçekleşen yeni darbelerle stratejik dengelerin değişmesi gibi gelişmeler de emperyalist hegemonya mücadelesinin kızıştığının yeni göstergeleri oldular.
BRICS
BRICS bilindiği gibi ilk olarak 2009 yılında Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya tarafından kurulmuş, bir yıl sonra bünyesine Güney Afrika Cumhuriyeti’ni katmış bir uluslararası işbirliği örgütü. Sonradan eklenen Güney Afrika hariç tutulacak olursa, BRICS dünyanın nüfus ve coğrafi yüzölçümü bakımından en büyük ülkelerinin bir araya geldiği bir birlik. Diğer taraftan Güney Afrika da Afrika kıtasının en büyük ekonomiye sahip ülkesi konumunda. Bu haliyle grup dünya nüfusunun yüzde 42’sini, dünya gayrisafi hasılasının da yüzde 27’sini oluşturan bir topluluk.
Ancak geçtiğimiz Ağustos ayında yapılan son zirvede topluluğa katılma sürecinin başlatıldığı ve 2024 yılı başında resmileşeceği açıklanan yeni ülkelerle tüm bu oranlar daha yüksek değerlere ulaşıyor. Katılacak olan Arjantin, Suudi Arabistan, İran, Mısır, Etiyopya ve Birleşik Arap Emirlikleri ile kapsanan nüfus yüzde 46’ya, ekonomik büyüklük ise yüzde 29’a çıkıyor. Bu katılımlarla dünya petrol üretiminin yarısına yakını (yüzde 43) BRICS bünyesinde yapılıyor, dünya ihracatının da dörtte biri BRICS tarafından gerçekleştiriliyor olacak.
Esasen dünyanın en zengin kapitalist ülkelerinin topluluğu olan G7’ye karşı kurulmuş olan BRICS, yeni katılımlarla, kuruluşuna damga vurmuş olan esas dinamik açısından önemli bir adım atmış oluyor. Böylece başta ABD olmak üzere en zengin Batılı emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında daha geriden gelen ve göreli yükseliş trendinde olan ülkelerin egemen sınıfları, bu emperyalist güçlerin hegemonyasındaki aşınmayı daha da netleştirip ilerlettiler. Bu yeni yükselen ülkelerdeki egemen sınıflar çıkarlarını maksimize etmek için daha fazla hareket serbestisi arayışındalar. Ancak bu cümleleri kurar kurmaz bazı eklemeler yapmak gereklidir. Gruplaşmaların, yeni ittifakların, ikili anlaşmaların, büyük projelerin ortakları ya da tarafları tümüyle aynı kategoride ülkeler değil. Çin ve Rusya gibi olanlar emperyalist güç konumunda iken, Brezilya gibi olanlar alt-emperyalist konumda, diğerleri ise kapitalist piramitte bu basamakların gerisinde yer alan ülkeler. Dahası bu sonuncular da geniş bir çeşitlilik arz ediyorlar. Sözgelimi Arjantin ve Etiyopya hiç kuşkusuz büyük farklılıkları olan ülkeler.
Bu farklılık yelpazesi hem BRICS oluşumunun hem de aynı kapsamda ele alınmayı gerektiren Şanghay İşbirliği Örgütünün (ŞİÖ) asıl özünü ortaya koymaktadır. Farklı ülkeler için farklı motivasyonlar söz konusu olsa da bu yapılanmaların başta gelen özelliği Çin ve Rusya gibi Batı dışı emperyalist güçlerin Batılı emperyalist güçlerle girmiş oldukları hegemonya mücadelesinde mevzi kazanma çabalarının somutlanışı olmalarıdır. Bu toplulukların asıl kurucuları da nitekim Çin ve Rusya’dır. Çin ve Rusya geriden gelen emperyalist güçler olarak küresel hiyerarşinin yerleşik Batılı emperyalist güçleri karşısında kendilerine alan açmaya, nüfuz bölgeleri elde etmeye çalışmaktadırlar. Bu mücadele özellikle en büyük emperyalist güç olan ABD’nin hegemonyasının göreli olarak gerilediği bir konjonktürde gerçekleşmektedir.
Emperyalist güçler arasında ABD hegemonyası, uzun süredir gerilemekte. İkinci Dünya Savaşı sonrasının “kadiri mutlak” ABD’si yıllar geçtikçe göreli bir yıpranmaya uğradı. Ekonomik olarak önce Japonya ve Almanya gibi savaş mağlubu güçler hızlı yükselişler kaydederek, dünya ekonomisi içindeki paylarını ABD aleyhine arttırdılar. Bu daha düşük ölçekte diğer Avrupalı emperyalist ülkeler için de söylenebilir. Onyıllar geçtikçe Japonya’nın hızı kesilirken, Almanya hızını sürdürmeyi başarıp AB sürecini kendi liderliğinde ilerleterek yeni bir süper güç yaratma yoluna koyuldu. Her ne kadar bu süreç ilerleyen yıllarda hem içsel çelişkileri yüzünden hem de ABD ve İngiltere’nin baltalamalarıyla hayli sekteye uğradıysa da Almanya’nın bu kapışmada “saf dışı” edildiği söylenemez. Japonya yeniden sahneye çıkmak için çırpınırken, Almanya’nın hayli yol aldığı açıktır. Son çeyrek yüzyılda ise Çin’in ekonomik yükselişi nitel sıçramalar kaydetmeye başladı. Bu gelişme ve Rusya’nın SSCB’nin çöküşü sonrasındaki dağınıklığı kısmen aşıp gücünü toparlamaya başlaması, ekonomik, jeopolitik ve askeri planda dünya sahnesinin tümüyle değişmesi anlamına geliyordu.
BRICS, ŞİÖ ve diğer benzeri yapılar içinde ve çevresinde yer alan, Çin ve Rusya gibi hegemonya mücadelesinin tepelerinde oynayan güçlerin dışındaki ülkeleri sürükleyen motifler ise daha farklıdır. Batılı emperyalist güçlerin Ortadoğu, Afrika ve Asya’da izlediği yıkıcı politikalar bir yandan bu bölgelerin halklarında büyük bir tepkiye yol açarken, bir yandan da bu ülkelerin egemen sınıflarının da çıkarlarını sarsıp zedeleyebilmektedir. Bu durum birçok ülkenin egemen sınıflarını da seçenek çeşitlendirmesi yapmaya itiyor. Bu onlara ekonomik, politik ve askeri açılardan çıkar sağladığı gibi, halkların öfkesini yatıştırma olanağı da sunmaktadır. Böylece Çin ve Rusya’ya yanaşma eğilimi ortaya çıkmaktadır. Suudi Arabistan gibi başından beri Batılı emperyalist güçlerin yörüngesindeki bir ülke bile son yıllarda bu bloka doğru yaklaşmakta, bir yandan ikili görüşme ve özel anlaşmalar yaparken, diğer yandan daha kapsamlı adımlar olarak ŞİÖ ve BRICS’e katılma sürecini başlatmıştır. Bu tür oluşumlar Batılı emperyalist güçler tarafından çeşitli yönlerden sıkıştırılan İran, Venezuela gibi ülkeler için de önemli bir nefes borusu ve çıkış yolu olanağı sunmaktadır.
BRICS zirvesinin dünya gündeminde en çok tartışılan önemli konularından biri de para birimi konusuydu. BRICS inisiyatifinde yeni bir uluslararası para birimi oluşturulması her ne kadar Brezilya başkanı Lula tarafından zirve öncesinde gündeme getirildiyse de bunun şu aşamada pek kolay olmadığı yönünde karşı açıklamalarla konu daha düşük tonda tartışıldı. Altın bazlı para ya da kripto para alternatifleri dile getirilse de asıl olarak ulusal paralarla ticaret yapmanın teşvik edilmesi benimsendi. Bu arayışların özünün uluslararası ticaretin dolar hegemonyasından çıkarılması olduğu, bunun da politik olarak ABD hegemonyasını hedef aldığı aşikâr. Günümüz dünyasında belki de en tartışılmaz görünen doların hegemonyasının sorgulanır hale gelmesi bile ABD’nin hegemonyasının aşınmakta olduğunu teyit etmektedir.
Tüm bu süreçler ABD’nin 90’lı yıllardan itibaren SSCB sonrası yeni güçler çıkmasın diye yaptığı tüm ön alıcı müdahalelere ve başlattığı savaşa rağmen hegemonyasındaki göreli erozyonunun önünü alamadığını, olsa olsa bunu bir nebze yavaşlatabildiğini göstermektedir. Önceki dünya konjonktüründe örneğin Suudi Arabistan gibi bir ülkenin bu tür adımları atması beklenemezdi. İşin doğrusu ABD dünyanın dört bir tarafına yetişememekte, ne geleneksel emperyalist müttefiklerinin tamamını ne de geleneksel olarak kontrolünde tuttuğu diğer ülkeleri istediği gibi çekip çevirebilmektedir. ABD’nin başlattığı Üçüncü Dünya Savaşı en önemli hedeflerine varmak açısından henüz umduğu sonuçları vermiş değildir.
Afrika kıtasında da farklı açılardan Çin’in ve Rusya’nın nüfuzu artmakta, ABD ve Fransa’nın etkisi zayıflamaktadır. Son dönemde batı Afrika ülkelerinin büyük bölümünde yaşanan Rusya yanlısı darbe ve iktidar değişiklikleri bu sürecin sadece taze ve çarpıcı örnekleri oldular. Nijer’deki son darbeyle Batılı emperyalist güçlerin Sahil denilen Afrika kuşağında kendi saflarında tuttukları ülke kalmamış oldu. Nijer özellikle önemli, çünkü hem burada ABD’nin önemli bir askeri üssü var hem de zengin uranyum yataklarına sahip. Bu askeri üs ABD’nin insansız hava araçlarına ve AB’nin sözde terörle mücadele eden askeri birliklerine ev sahipliği yapıyordu. Uranyum ise şu açıdan güncel bir önem taşıyor: Avrupalı emperyalist ülkeler bir süredir nükleer enerjiye yeniden önem ve ağırlık vermeye başladılar ve uranyum tedarikini Rusya’dan yapmaktaydılar, ancak son aşaması Ukrayna savaşı olan Rusya ile ilişkilerin bozulma süreciyle uranyum için Nijer’e yönelmişlerdi. Nijer’deki iktidar değişikliğiyle birlikte bir anlamda yine karşılarına Rusya çıkmış oluyor. Bunları demişken, Güney Afrika’daki BRICS zirvesinden çok değil sadece bir ay önce St. Petersburg’da 2. Rusya-Afrika Zirvesi Ekonomik ve İnsani Forumunun gerçekleştirildiğini de hatırlatalım.
Diğer yandan Çin’in kıtadaki yatırımları hızla artmakta, geleneksel Batılı emperyalist güçleri geride bırakmaktadır. Dahası Batılı emperyalist güçlerin özellikle Afrika söz konusu olduğunda sergilediği yağmacı/talancı yaklaşımdan nispeten farklı olarak, Çin sermayesinin altyapı yatırımlarını içeren daha kalkınmacı görünümlü yaklaşımı, kıta ülkelerinin egemenlerine de halklarına da daha cazip görünebilmektedir. Çin ve Rusya, yüzyıllardır açlık ve sefalet girdabında kıvranan kara kıtanın insanına Avrupa sömürgeciliğinin ve sonrasındaki emperyalizminin yaşattığı acıların yükünü taşımamanın avantajını kullanmaktadır. Elbette bu durum Çin ve Rusya’nın yaklaşımının emperyalist karakter taşımadığı anlamına gelmiyor. Onlar da kıtanın eski emperyalist güçlerine karşı emperyalist bir nüfuz mücadelesi içindedirler. Benzer biçimde Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkeler de özellikle İslam etkisini kullanarak Afrika’da nüfuz elde etmeye çalışmaktadırlar. Özetlemek gerekirse, 2000’li yıllarla birlikte Afrika kıtasında geleneksel sömürgeci güçlerin devamı olan Batılı emperyalist güçlerin etkisi gerilemekte, yeni yükselen emperyalist güçler olarak Çin ve Rusya’nın nüfuzu artmaktadır.
Çok daha karmaşık bir durumu olan Ortadoğu için de ana hatlarıyla benzer süreçler yaşanmaktadır. Örneğin önemli bir sıcak nokta olarak Suriye’de Esad rejimini devirmeyi hedefleyen ABD ve Batı planları başarısızlığa uğramış, her ne kadar Suriye’nin bölünmüşlüğü devam etse de, burada Rusya ve İran’ın nüfuzu artmıştır. Şimdilerde ise buna uzaklardan gelen Çin’in nüfuzu da eklenmektedir. Geçtiğimiz günlerde Esad’ın Çin’i ziyaret etmesi bu açıdan manidar bir dönüm noktasını temsil ediyordu. Esasen Suriye’de de bir yanıyla ABD ve etrafındaki emperyalist güçlerle, Rusya-İran-Çin ekseni mücadele etti ve Türkiye’nin içinde yer aldığı ABD-Batı ekseni Libya örneğinin aksine Esad rejimini devirmeyi başaramadı, İslamcı çeteler üzerinden yürüttüğü iç savaşı kaybetti. İran’ı Suriye’den söküp atma çabası da ambargolar ve izolasyonla çökertme çabası da başarıya ulaşmış değil. Benzer bir durum ABD açısından Yemen’de de yaşanmakta.
Öte yandan Suriye’de sıcak savaşın uzun süredir durulmuş olmasıyla birlikte başlayan bir yeniden inşa süreci var. On yılı aşkın süredir yaşanan yıkımın ardından geriye yüz milyarlarca dolar tutarında bir ekonomik yeniden inşa pastası olacağı hesap ediliyor. Hatta bu konuda iştahı yüksek olan Türkiye’nin bile politik olarak bazı tavizler verme pahasına bu pastadan pay almaya yeltendiği biliniyor. Çin’inse zaten yıllardır yaptığı yatırımların üstüne bu inşa pastasından çok büyük bir pay alacağı şimdiden yapılan anlaşmalarla görülüyor. Bunlar arasında kapsamlı askeri ve güvenlik anlaşmaları da var. BM Güvenlik Konseyinde Suriye karşıtı her karar girişimini Rusya ile birlikte engelleyen Çin ile Suriye arasında “stratejik ortak” kavramı kullanılıyor. Tüm bu tablo Çin’in diğer Ortadoğu ülkelerinin yanı sıra Suriye’ye de sağlam bir şekilde yerleşmekte olduğunu gösteriyor.
Aynı Çin son bir yıl içinde Ortadoğu kapsamındaki diplomatik ve ekonomik girişimlerinde belirgin biçimde vites yükseltti. Bu sürecin çok önemli bir sonucu olarak, Ortadoğu’daki en büyük sorunlardan biri olan İran ve Suudi Arabistan arasındaki gerginliğin yumuşatılması çabaları söz konusudur. Çin’in arabuluculuğunda iki ülke arasında yumuşama süreci başlatılmış bulunuyor. Diğer taraftan 1,5 milyar dolayındaki nüfusuyla birlikte dünyanın atölyesi konumunda olan ve dolayısıyla enerji ihtiyacı çok yüksek olan Çin, zengin petrol rezervlerine sahip her iki ülkeyle de petrol anlaşmaları yapıyor. Dahası, petrol anlaşmaları da dâhil diğer ticaret anlaşmalarında da belli ölçülerde ulusal paraların kullanımının önünü açıyor. Uluslararası ticarette dolar hâkimiyetinin kırılması doğrultusunda atılan adımlara böylece yenileri ekleniyor. Elbette henüz doların tahtından indirilmesi kolay değil, ancak dolar dışı anlaşmaların sayısının arttığı bir gerçek. Bu gelişmeler de ABD’nin tartışmasız hegemonyasının olduğu eski günlerde görülebilecek şeyler değildi.
Çin’in bölgedeki daha ilginç denebilecek bir hamlesi ise belki de İsrail ile olan yakınlaşması. Bu yakınlaşmanın 2008 yılından itibaren hız kazandığı görülüyor. Çin’in İsrail’de dikkat çeken yatırımlarından biri, Doğu Akdeniz’in en önemli limanlarından biri olan Hayfa limanının bir bölümünün işletmesini satın alması. Bunun aynı zamanda ABD’nin meşhur 6. Filosunun da demirlediği liman olması dikkat çekicidir. Henüz plan aşamasında olan bir mega proje ise Kızıldeniz’den Akdeniz’e Süveyş Kanalına alternatif bir geçiş projesi. Projeye göre Kızıldeniz’deki küçük İsrail kıyısından başlayarak İsrail toprakları içinden saatte 350 km hıza varabilecek kapasitedeki hızlı trenle İsrail’in Akdeniz kıyısına nakliye hattı kurulacak. Bu tarz iddialı yatırımların da gösterdiği gibi Çin ABD’nin özel müttefiki İsrail’de bile zemin kazanma gayreti içinde.
Karşı cephe
Elbette ABD (ve Batı) karşıtı cephede bunlar olurken onlar da zemin kaybetmemek için hamleler yapıyorlar. Esasen ABD ve müttefiklerinin başlattıkları savaş zaten sürmekteyken buna ekonomik ambargoların ve yalıtma hamlelerinin eklenmesiyle ticaret savaşları da başlatılmıştı. Bu hamlelerin çeşitli derecelerde Rusya, Çin ve İran’a zarar verdiği doğrudur. Ancak ABD egemen sınıfı içinde bile bu yaptırımların bütün kapitalist sisteme ve ABD’ye de zarar verdiğini söyleyenlerin sayısı az değildir. “Ekonomik kutuplaşma”yı ele alan bir IMF değerlendirmesine atıfta bulunalım. Analizde, ticaret engellerinin sayısının 2019’dan bu yana neredeyse üç katına çıktığı ve geçen yıl neredeyse 3 bine ulaştığı belirtilerek, bu engellerin küresel ekonomiyi yüzde 7’ye kadar daraltabileceği, bunun da yaklaşık 7,4 trilyon dolar kayıp anlamına geleceği vurgulanıyor.
Diğer taraftan Amerikan egemen sınıfının sembol isimlerinden biri olan Henry Kissinger bile Çin’i çevreleme politikasını eleştirenler arasındadır. Bu gidişatın felâket getirme olasılığının yüksek olduğunu savunan Kissinger, Çin’le makul uzlaşmalara dayanan dengeli bir işbirliği siyasetinin izlenmesi gerektiğini, bunun ABD ve dünya kapitalizminin hayrına olacağını söylüyor. Ancak Kissinger ve diğerleri ne söylerlerse söylesinler emperyalist savaş kendi yatağında akmayı sürdürüyor. Ukrayna’da Rusya’ya karşı eli yükseltmiş olan ABD, burada belli kazanımlar elde etmekle beraber işlerin yine de pek arzu ettiği gibi gitmediğini görerek vites düşürmeye başlamış, ama savaş sürecinin ağırlık noktasını Pasifik hattına taşımaya daha çok odaklanmış görünüyor.
Savaş cephesinin dışındaki gelişmelere bakacak olursak, en belirgin gelişme olarak BRICS zirvesinin ardından G20 zirvesinin yapıldığını görüyoruz. G20 platformu tam da zengin emperyalist G7 ülkelerinin yükselişteki yeni kapitalist güçleri kendi yörüngelerinde tutma çabalarına zemin olan bir platform. G20 esasen yeni yükselen ülkelerle G7’nin dünya ekonomisi içindeki göreli payının azalması sonucu başlatılmış bir girişim. G7 bünyesinde alınacak kararların etkin olabilmesi için payları artan yeni ülkelerin de dâhil edilmesi gereken yeni bir platform ihtiyacının ürünü. Dolayısıyla, BRICS’in genişlemesi bu durumu artık değiştiriyor olsa da BRICS ülkeleri aynı zamanda G20’nin de üyeleri.
Son G20 zirvesi bağlamında en çarpıcı gelişmeler de esasen hegemonya çekişmesinin halkaları olan hususlar oldu. Birincisi BRICS’in lider ülkeleri olan Rusya ve Çin’in zirveye katılmaması idi. İkincisi ise zirveden Çin’in Kuşak ve Yol girişimine alternatif yeni bir ticaret rotasının ilan edilmesi oldu. Zirve ABD ve diğer Batılı emperyalist güçlerin zorlamalarına rağmen Ukrayna savaşı konusunda Rusya’yı mahkûm eden bir sonuç bildirgesi ve karar çıkarmadı. Çin’in yükselen gücünü kırabilmek için hanidir Hindistan’ı kendi saflarına çekmeye çalışan ABD ve Batılı emperyalist ülkeler, Suudi Arabistan ve İsrail’in de dâhil edildiği ve ucu Avrupa’ya ulaşan yeni bir ekonomik rota oluşturma kararı aldılar. Böylece Çin’in tarihi İpek Yolunu diriltme esprisiyle bezediği Kuşak ve Yol’una karşı, Hindistan’dan başlayarak denizden Suudi Arabistan’a, oradan kara yoluyla Ürdün’e, devamla İsrail’e, oradan da deniz yoluyla Yunanistan’a ulaşan yeni “baharat yolu” ihya edilmiş olacak. Tabii bu iddialı projenin ne ölçüde hayata geçirilebileceği belirsizdir. Kuşak ve Yol projesinde bile uzun yıllardır gündemde olduğu ve Çin’in dev kaynaklarıyla desteklendiği halde ilerlemenin yavaş olduğu, dünyanın da bir savaş konjonktüründe olduğu düşünüldüğünde bunu sorgulamak yerindedir. Kaldı ki zirvede bile bu karar için mali destek vaatleri sınırlı kalmış ve projenin asıl somut planlaması için daha sonraki bir tarih verilmiştir. Ve plan dahilindeki ülkelerden İsrail ve Ürdün’ün henüz plana imza atmadıkları da biliniyor.
Öte yandan Çin’e çelme takmaya çalışan planın, Çin’in daha önce elini attığı ve mevzi elde ettiği kritik noktaları pas geçemediğini tespit etmek gerekiyor. İsrail’in Hayfa limanı kısmen Çin tarafından işletildiği gibi, Yunanistan’ın Pire limanı da yine Çin tarafından işletilmektedir. Batılı emperyalist güçler şimdiye kadar kendi aralarında yalnızca İtalya’yı Çin’in Kuşak ve Yol girişiminden çıkartmayı başarabildiler.
Çin’in Kuşak ve Yol projesindeki belirsizlik ve değişiklikler de, burada bahsedilen karşı hamlelerdeki belirsizlikler de emperyalist dünya savaşı ve hegemonya mücadelesinin fokur fokur kaynayan bir süreç olduğunu göstermektedir. Daha nice değişimler, kaymalar, kızışmalar ve durulmalar göreceğiz. Tıpkı Ukrayna savaşında olduğu gibi. Burada bahsettiğimiz BRICS gibi oluşumlara da kesin biçimde kalıcı olarak bakamayız. Net olan husus ortada bir dünya savaşı ve hegemonya mücadelesinin olduğu, bunun ana taraflarının Çin-Rusya ekseni ile ABD-İngiltere ekseni olduğudur. Avrupalı emperyalist güçler de özellikle son Ukrayna savaşı süreciyle birlikte artan oranda ABD-İngiltere ekseninde netleşmektedirler. Diğer güçler pek yenişemeyen bu iki eksen arasında şartlar izin verdiği ölçüde manevralar yapmakta ve çıkarlarını azamileştirmeye çalışmaktadırlar.
Elbette bu manevra çabaları bu güçler için imkânlar, fırsatlar içerdiği kadar riskler ve kayıplar da içermektedir. Son G20 zirvesinde açıklanan yeni ekonomi koridoru projesinden sonra Türkiye’nin düştüğü durumda olduğu gibi kaybedenler vardır. Türkiye her biri büyük ekonomik çıkarlar içeren bu iki büyük rotanın da dışında kalmış ve zirve sonrası kuyruğu dik tutmaya çalışmıştır. Başta Erdoğan olmak üzere rejimin tepeleri bir yandan, “buralar bizden sorulur, doğu ile batı arasında bizim olmadığımız bir ekonomi koridoru düşünülemez” mealinde aba altından tehditler savurup, bir yandan da “bizim kendi koridorumuz var” diye sözde oluşturdukları bir rotayı sahneye sürmeye kalkışmışlardır. İşin doğrusu Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervleri ve boru hatları meselesinde olduğu gibi burada da faşist rejim manevralar yapmaya çalışırken eli boş kalmıştır.
Tüm bu süreçler bugünün dünyasında hâkim olgular olan emperyalist savaş ve hegemonya mücadelesi kapsamında yaşanmaktadır, tümüyle gerici karakterdedir. İşçi sınıfı açısından bu kapışmalarda herhangi bir tarafı olumlu gözle görmek ya da taraf olmak hiçbir surette düşünülemez. Keza işçi sınıfının, “çok kutuplu dünya” ya da “tek kutuplu dünya” gibi bir tercihi olamaz. Zira söz konusu kutuplar emperyalist kutuplardır. Bugün Türkiye’de egemen burjuvazinin farklı kanatları bu tür meselelerde kâh ortaklaşmakta kâh ayrışmaktadır. Son tahlilde emperyalist savaş sürecinin parçası olma anlamına gelen bu tutumların hiçbiri işçi sınıfının çıkarları açısından kabul edilebilir değildir. İşçi sınıfı egemenlerin telkin etmeye çalıştığı emperyal büyüklük pozlarına asla kanmamalı, kendisinin ve başka ülkelerden sınıf kardeşlerinin kanına mal olacak maceralara prim vermemelidir. İşçi sınıfı için doğru yol diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleriyle emperyalist savaş karşıtı enternasyonalist çizgiler üzerinde kenetlenme hedefini gütmektir.
link: Levent Toprak, BRICS, G20 ve Emperyalist Hegemonya Mücadeleleri, 8 Ekim 2023, https://marksist.net/node/8074
Poulantzas’ın Faşizm Teorisi