Türkiye’de faşist bir rejim inşa edilip kurumsallaşmışken, dünyada da uzun bir süredir otoriterleşme süreci güçlenerek ilerliyor. Nihayet giderek artan sayıda demokrat aydın da bu gerçekliğin farkına varmıştır. Ancak gerçekliğin bir boyutunun farkına varılması yeterli değildir. Bu gerici faşizan eğilime karşı durabilmek için onu bütünlüğü içinde kavramak ve her şeyden önce de adıyla anmak gerekiyor. Ama bu noktada da ciddi sıkıntılar söz konusudur. Gerek burjuva akademik dünyadaki sol ideologlar, gerekse de aslında onların etkisiyle sosyalist hareket içerisindeki geniş bir kesim, faşizm ve faşizan kavramlarını kullanmamak için kırk takla atıyorlar. Genellikle ileri sürdükleri bahaneler de, geçmişteki faşizm örneklerinde dikkat çeken kimi görüngülerin bu kez söz konusu olmamasıdır. Bu saçma akademik yaklaşımın sosyalist hareket içerisinde yaygınlık kazanmasında faşizmin teorisyeni olarak nam salan Poulantzas’ın tezleri önemli bir rol oynuyor.
Birçok eleştiri almış olmasına ve gerçeklikle örtüşmediği ortaya koyulmasına rağmen bu tezler, bilhassa akademik camia aracılığıyla sosyalist hareketin önüne tekrar tekrar ısıtılıp konulmuştur. Otoriterleşme eğiliminin artan ölçüde tartışıldığı bugünlerde de durum farklı değildir. Burjuva devleti, onun farklı biçimlenmelerini, olağanüstü burjuva rejimleri ele aldığı kapsamlı çalışmasında Elif Çağlı, Poulantzas’ın görüşlerini de değerlendirmiş ve eleştirmişti. Yaklaşık 20 yıl önce, 2004 yılında kaleme alınmış olan Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı çalışması günümüzde yaşanan gelişmelere de ışık tutuyor. Poulantzas’ın görüşlerinin bir kez daha parlatılmaya çalışıldığı bugünlerde, onun Marksist bir eleştirisini okuyucunun dikkatine yeniden sunmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Aşağıdaki yazı, Bonapartizmden Faşizme kitabının Poulantzas’ın görüşlerinin eleştirisine ayrılan kısmıdır.
Burjuva yazar ve ideologların, faşizmi burjuva devlet gerçeğinden kopuk “münferit” bir hadise olarak değerlendirip bilinç çarpıtmaya hizmet ettikleri biliniyor. Bunun dışında, Marksist geçinen bazı yazarlar da genel olarak burjuva devlet biçimleri ve özel olarak faşizm konusunda ileri sürdükleri görüşlerle ciddi yanılgıların yerleşmesine neden oldular. Bu konuda Poulantzas somut bir örnek oluşturuyor. Onun değerlendirmeleri Türkiye’de de bazı sol çevrelerin faşizm konusundaki yaklaşımlarını bir hayli etkilemiştir.
Poulantzas, 1970 tarihli Faşizm ve Diktatörlük adlı çalışmasının sunuşunda, faşizm sorununu İtalyan ve Alman faşizmlerinden hareketle incelediğini belirtir. Bu iki örneğin Avrupa çevresinde gelişmiş olan faşizmin başlıca özelliklerini gayet açık bir şekilde gösterdiğini söyler. Üstelik ona göre Nazizm, faşizmin temel karakteristiklerini İtalyan faşizminden daha net ve eksiksiz bir biçimde ortaya koymaktadır.[1] Öne çıkmış başlıca faşizm örneklerini incelemekte bir sorun yoktur ama, salt bu örneklerden hareketle (ve özellikle de Alman Nazizmi temelinde) bir faşizm teorisi inşa etme girişimi, fazla sözü gerektirmeyecek denli sakat bir tutumdur. Böylece, tam da döne döne vurgulamaya çalıştığımız gibi, faşizm o kadar özgün bir olgu olarak ele alınmaktadır ki, şayet Poulantzas benzeri faşizm teorisyenlerinin yolu izlenecekse, Alman Nazizmi şablonuna uymayan gerçeklerin faşizm olarak nitelenmesi asla mümkün olmayacaktır.
Faşizmden çok askeri diktatörlük özelliği gösterdiğini ileri sürerek, İspanya örneğinin incelemesine girmediğini açıkça belirtir Poulantzas.[2] Bu yaklaşım, askeri diktatörlüğün burjuva devletin başlı başına ayrı bir biçimi olduğunu iddia eden ve askeri faşist diktatörlükler gerçeğini yaşanmış tarihten kovan sakat bir faşizm anlayışının doğal sonucudur. Poulantzas ayrıca, kendi faşizm kalıbına uymayan değerlendirmeleri neredeyse tümüyle Stalin dönemi Kominterni’ne yamayarak, Troçki’nin faşizm konusundaki kapsamlı çözümlemelerini de kısa devreye getirmektedir. Bir örnek verelim. Poulantzas, Komintern’in Dördüncü Kongresinden itibaren, faşizm etiketinin neredeyse tüm olağanüstü rejimlere takıldığını söyler. Sıraladığı ülkeler arasında Arjantin gibi isabetli örneklerin yanı sıra; Macaristan’daki Horthy faşizmi, İspanya’daki Franco faşizmi, Polonya’daki Pilsudski faşizmi gibi isabetsiz seçimler de vardır.[3]
Hadi diyelim ki Poulantzas gibi entelektüeller, o çok “engin” bilgileriyle yaşanmış gerçeklikleri didik didik etmiş ve kendi “derinlikli” incelemelerini, Marksizme eşsiz “katkı”larını sunmak üzere bir hayli emek sarf etmişlerdir. Peki, o “kapsamlı” çalışmaların neticesinde varılan sonuçlar nedir? Dikkatli bir Marksist okur, Marksizmi kendilerinden başka hiç kimselerin kavramadığı vehmine kapılmış Poulantzas türü hastalıklı entelektüellerin, Marksizmi “derinleştirirken” işin gerçeğinde onu nasıl da çarpıttıklarını fark edecektir. Poulantzas gibilerin sundukları bilgilerin baştan aşağı yanlış ve değersiz olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu durum tehlike katsayısını azaltmıyor, tersine yükseltiyor. Çünkü ortaya konan çalışmalar önemli sorunların çözümlenmesine yardımcı olabilecek zengin bilgi kaynağı gibi göründükçe, bunun altında yatan önemli çarpıtmaların Marksist çevrelere bulaştırılması ihtimali de o denli ciddiyet kazanıyor.
Poulantzas, faşizmi yalnızca İtalya ve Almanya örneklerine hapsetmekle kalmamış, onu tarihsel bakımdan da neredeyse salt belirli ve özel bir kesite hapsetmişti. Faşizmin neden İtalya ve Almanya’da ortaya çıkmış olduğunu sorgularken, bunu tekelci kapitalizme geçiş sürecinin tarihsel çelişkilerine bağlıyordu. Bu nedenle de faşizm sürecini, esas olarak, iktidar bloku içindeki tarihsel bir hegemonya bunalımıyla ve bu blok içindeki hegemonya değişimiyle ilişkili kılıyordu. Kastettiği hegemonya bunalımını şöyle tanımlamıştı Poulantzas: “Faşistleşme süreci ve faşizm durumunda, hiçbir egemen sınıf veya onun fraksiyonu, gerek kendi siyasal örgütlenme araçları ile gerekse ‘demokratik parlamenter’ Devletin desteği ile, iktidar bloğunun öteki sınıf ve fraksiyonları üzerinde kendi ‘önderliğini’ zorla kabul ettirecek güçte görünmemektedir.”
Bu durumda Poulantzas’a göre, “faşizm, bu bloğun baştanbaşa ve özgül bir biçimde yeniden-örgütlenmesine tekabül eder.” Yeniden-düzenlemeden kastı ise “ittifak içindeki güçler dengesinde değişiklik, ittifaka katılan güçlerin göreli ağırlıklarının yeniden-dağılımı”dır. Şöyle der: “Faşizmin desteği ile blok içinde yeni bir sınıf fraksiyonunun: finans kapitalin, yani tekelci büyük sermayenin hegemonyasının kuruluşu” sağlanır.[4]
Poulantzas’ın bu analizine göre, İtalya ve Almanya’da faşizm yaşanmadan önce finans kapital siyasal hegemonyaya sahip değildir. Böyle özgün bir görüşe sahip olan Poulantzas, Komintern’in yaklaşımını doğru bulmaz ve eleştirir. Komintern’in “büyük sermayenin iktisaden daha önceden ilerlemiş olan baskınlığından” siyaseten de hegemon olduğu sonucunu çıkartmış olduğunu söyler.[5]
Bu eleştiriler anlaşılacağı gibi yalnızca Stalin dönemi Komintern çizgisiyle sınırlı kalmamaktadır. Poulantzas’ın eleştirileri, esasen Lenin’in ve Troçki’nin emperyalizm çağı, finans kapital egemenliği ve faşizm tahliline doğru uzanmaktadır. Poulantzas’ın vurguladığı, “iktisadi egemenliğin siyasal hegemonya ile kayıtsız şartsız özdeşleştirilemeyeceği” hususu genel bir tespit olarak doğrudur. Ama fiilen bir hüküm ifade etmesi için, ileri sürüldüğü somut koşullarla da bağdaşması gerekir. Hatırlanacağı gibi çeşitli ülkelerde kapitalist gelişme sürecinde bu tespite denk düşen durumlar yaşanmış ve burjuva iktidar bloku içinde cereyan eden hegemonya bunalımları sonucunda gerçekten de hegemon güç değişmiştir. Nitekim Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi de buna benzer bir süreci anlatır. Fakat Poulantzas’ın tamamen yanlış olduğu nokta, faşizmi, finans kapitalin siyasal hegemonyayı ele geçirmek için çektiği tarihsel sancıya bağlayıp teorize etmesidir.
Oysa sözü fazla uzatmamızı gerektirmeyecek kadar açık olan bir husus var. İncelenen İtalya ve Almanya örneklerinde finans kapitalin derdi, diğer burjuva kesimlere kendi önderliğini kabul ettirip ettirememek değildir. Burjuva düzenin zaten hegemon gücü olan finans kapitalin temel sorunu, devrimci işçi sınıfı ile başa çıkacak ve devrim korkusundan muzdarip burjuva sınıfı bir bütün olarak kurtaracak bir yol bulmasıdır.
Faşizm konusunda önemli incelemeler yapmış Marksistleri, Marx’ın Bonapartizm tahliline bağlı kalmakla eleştiren Poulantzas’ın bizzat kendisi Bonapartizm çözümlemesindeki “hegemonya değişimi” hususuna fazlaca bağlı kalmıştır. Hem de bu, eleştirdiği kişilerinki gibi sağlıklı bir bağlı kalış da değildir. Zira Marx ve Engels, olağanüstü rejim ihtiyacının giderek burjuva kesimler arasındaki gerilimlerden ziyade iki temel sınıf (burjuvazi ile proletarya) arasındaki çatışmaların sonucunda doğacağına gayet net biçimde işaret etmişlerdir.
“Faşizmin iktidara gelişi ile birlikte, o zamana kadar böyle bir rolü almamış olan bir fraksiyonun siyasal hegemonyasının kuruluşu olgusu gözlenir”[6] diyen Poulantzas’ın faşizm teorisine inanacak olsaydık, finans kapitalin siyasal hegemonyasının kurulmuş olduğu ülkelerde “faşizm” defterini tamamen kapatmamız gerekirdi. Öyle ya, bu ülkelerde finans-kapitalin siyasal hegemonyası zaten mevcutsa, onun faşizme baş vurmasına ne gerek kalacaktır?! İşin aslına bakacak olursak, Poulantzas ve benzerlerinin faşizm konusunda ileri sürmüş oldukları görüşlerin “bilimsel cilâ”sını kazıdığımızda, altından, faşizmin bir dönemler İtalya ve Almanya’da yaşanmış bir tarihsel olgu olduğu ve bir daha da böyle şeylerin yaşanmayacağı “ruh hali” çıkmaktadır.
Poulantzas’ın eleştirdiği faşizm değerlendirmeleri arasında Troçki’ninki de yer alır. Troçki’nin de “faşizmi niteleyen özgül siyasal bunalım sorununu azımsar göründüğünü” söyler. Ve onun faşizm konusunda “temelde Stalinist Komintern’in görüşünü paylaşmakta olduğu” sonucuna varır! Şöyle der: “Faşizmin, burjuvazinin ‘başkaldıran’ işçi sınıfına karşı açık bir ‘iç savaşı’na ve dolayısıyla işçi sınıfının devrimci saldırıya geçmesine denk düşeceği, Troçki’yi Komintern’e yaklaştıran yanlış nitelendirmedir.” “Fakat Troçki’nin hakkını vermek gerekir” diye de devam eder Poulantzas: “Öbürlerinin yanında, başta işçi sınıfı ve küçük burjuvazi ile olan ilişkileri olmak üzere, faşizmin önemli ögelerini açık bir biçimde ortaya koymuştur.”[7]
Troçki’ye bahşettiği bu “iltifat”a bakıp da, Poulantzas’ın hiç değilse bu hususlarda Marksist çözümlemeye yaklaştığını ummak beyhude olur. Çünkü onun faşizm değerlendirmesinde küçük-burjuvazi öylesine “ilginç” bir konuma sahiptir ki, böyle bir çıkarsamada bulunabilmek için “Poulantzas” olmak gerekir.
İtalya ve Almanya’da, hatırlanacağı gibi işçi hareketinin yükselişe geçtiği ve burjuva düzene saldırdığı bir dönem yaşandı. Fakat bunun ardından çeşitli yenilgiler gelmeye başladı. Poulantzas’a göre bu yenilgi dönemi, işçi sınıfının mücadele konusundaki isteksizliği ve geri çekilişiyle belirginleşen bir dönemdi. Yine ona göre, proletaryanın saldırıya geçtiği dönem boyunca egemen güçler faşist silahlı çeteleri desteklerlerken, işçi hareketinin yenilgisiyle birlikte bu desteklerini geri çektiler. Öte yandan bu dönem boyunca işçi sınıfının çözülme durumu devam etmekteydi.
Poulantzas’a göre tüm bu gelişmeleri takiben, yani işçi hareketindeki yenilgiler dizisinin sonucu olarak, İtalya’da 1921’de, Almanya’da ise 1927’de bir “faşistleşme süreci” yaşanmaya başlandı. Poulantzas daha önceki yenilgiler döneminden ayırt etmek amacıyla, “faşistleşme süreci” dediği süreci “işçi hareketindeki bozgun süreci, savunma, siyasal ve ideolojik bunalım süreci” olarak niteler ve beş evreye ayırır. a) Sürecin başlangıcından dönüşsüzlük noktasına kadar olan dönem, b) Dönüşsüzlük noktasından faşizmin iktidara yerleşmesine kadar süren dönem, c) Faşizmin iktidarda ilk dönemi, d) Faşizmin stabilizasyon dönemi, e) Faşizmin sona erişi.[8] Bu “evreler” yaklaşımı üzerinde çok uzun boylu durmamız gerekmiyor. Zira ayrıntılar bir yana, Poulantzas’ın uyguladığı yöntem bütünüyle yanlıştır. Almanya’da yaşanmış olan süreci mutlaklaştırıp ve birtakım evrelere bölüp bir şema icat etmiştir Poulantzas. Buradan bir faşizm teorisi çıkartma yönteminin bizatihi kendisi problemlidir.
Şemasının ilk evresine göre, daha önce “doğuş halinde silahlı çetelerden ibaret” olan faşist parti bu evrede giderek bir kitle partisi niteliğine bürünmekte ve böylece bir “dönüşsüzlük noktasına” gelinmektedir. Bu dönüşsüzlük noktasında, faşist parti birtakım teminatlar vererek büyük sermaye kesiminin desteğini kazanmaktadır. Şemanın ikinci evresi, “faşist parti aracılığıyla büyük sermayenin tekelci kesimi ve küçük burjuvazi arasında önceden taslaklanmış bir ittifakın, yine de tam belirgin olmayan ve kendi içinde yıkıcı tohumlar taşıyan bir ittifakın kurulduğu dönemdir”.[9]
Bunun ardından biraz ilerde kısaca değineceğimiz üçüncü ve dördüncü evreler gelecek ve şemanın son evresinde ise faşizm, Poulantzas’ın ifadesiyle şöyle sona erecektir: “Nihayet, siyasal alandaki durumun –küçük burjuvazinin Devleti elinde tutan sınıf olması– ve ideolojik alandaki durumun –faşist ideoloji– etkilerinin daha önceki etmenlere eklenmesiyle, faşizmin izlemiş olduğu siyaset, büyük sermayeye ters düşerek sona erer.”[10]
Açıkça görülmektedir ki, bu “faşizm teorisi”nde burjuvazi ile proletarya, devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadele merkezi bir öneme sahip değildir. Bu “faşizm”, küçük-burjuvaziyi yönetici sınıf katına terfi ettirmekten başlayarak, tekelci burjuvazinin hegemon güç katına yükselmesiyle devam etmekte ve neticede işlevini yerine getirerek sona ermektedir. Poulantzas Stalinist Komintern çizgisine yönelttiği eleştirilerin ardına sığınarak, asıl olarak devrimci Marksizme vuruş yapmaya çalışmıştır.
Devrimci Marksizmin aydınlattığı faşizm olgusu, Poulantzas’ın teorisiyle de, ayrıntılı şemasıyla da denk düşmez. Temel gerçek şudur ki, faşizmin iktidarı öncesinde yaşanan bir dönem vardır ve bu dönem proleter mücadelenin akıbeti açısından fevkalâde önemlidir. Eğer faşizmin yükselişi durdurulamamış ve faşizmin iktidara gelmesi engellenememişse, işçi sınıfına ve devrimci harekete büyük acılara ve kayıplara malolacak bir faşist iktidar dönemi yaşanacaktır. Bu faşist iktidarın ne düzeyde derinlemesine yerleşeceği ve bunun ne kadar süreceği gibi hususlar ise, artık bu yeni siyasal dönemde genel sınıf mücadelesinin iç ve dış koşulları tarafından belirlenecektir.
Bunun ötesinde, İtalya veya Almanya’ya bakıp bir “faşizm kalıbı” çıkarmak beyhude bir uğraştır. Zaten bu gibi konularda fazlaca “özgün” yaklaşımlar, fiilen yaşanan faşizmi bir yana bırakıp eldeki “faşizm kalıbı” ile haşır neşir olmaya varmıştır. Bu durumun somut örneklerinden biri de, Türkiye’de 12 Eylül’deki faşizm gerçeğini kavramaya çalışmak yerine, “ama bu rejim faşizm kalıbına uymuyor ki”, “zaten bu rejim stabilize olmadı ki”, “faşizm böyle kısa mı sürermiş” benzeri argümanlarla oyalananların tutumudur.
Poulantzas’ın faşizm teorisinin en büyük çarpıtması, keyfi biçimde teorize ettiği evrelerde ve bu evrelere yüklediği içerikte yatmaktadır. Faşizmin gerçek sınıf karakteri iktidara geldiğinde net biçimde kavranabilecekken, Poulantzas bu sorunu da bulandırır. Faşist iktidar dönemini iki farklı evreye ayırır ve birinci evreyi küçük-burjuvazinin iktidarı olarak sunar. “Faşizmin iktidarda ilk dönemi” olarak adlandırdığı bu evreyle (şemasının üçüncü evresi) ilgili şu açıklamayı yapar: Bu evre, “Gerçek faşizm dönemidir, fakat bu gerçeklik henüz oldukça görelidir. Tekelci büyük sermayenin hegemonyasının kurulmasını öngören faşizm siyaseti bu dönemde sağlamlaşıp, oturuşur.”[11]
Poulantzas’ın faşist iktidar çözümlemesinde, devlet, tekelci burjuvazinin eline geçmeden önce bu “ilk dönemde” küçük-burjuvazinin eline geçmektedir! Bu dönemde politika sahnesinde de çok şeyin değiştiğini belirten Poulantzas şöyle der: “Hala sınıf kökenlerinin damgasını taşıyan faşist parti aracılığıyla ve Devlet sistemi ve aygıtlarının yeniden-düzenlenmesi yoluyla, küçük burjuvazi, siyasal bakımdan egemen bir sınıf haline asla gelmeksizin, yönetici sınıf durumuna geçer. Ve, Devlete sahip çıkan sınıf olmakla işe başlar.”[12]
Tekelci burjuvazinin kendi emelleri için önce kullanıp sonra bir kenara fırlattığı küçük-burjuvazi, Poulantzas’a bakacak olursak “faşizm sayesinde” kendisine “kesin yararlar” sağlamaktadır. Ona göre küçük-burjuvazi, “Devlet aygıtının ‘üst mevkilerine’, küçük burjuvazi ile temsil bağları henüz kopmamış siyasal personel sağlayan sınıftır”.[13] Böylece küçük-burjuvazi, nasyonal sosyalizmin iktidarının ilk döneminde yeni bir ayrıcalıklı bürokrasi oluşturmakta, kesin yararlar elde etmektedir. Poulantzas’a göre “küçük-burjuvazi, aynı zamanda Devlete ‘destek sınıf’ haline gelir.”[14] “Faşist bürokrasi” sorunu işte buradadır diye de ekler. Poulantzas’ta “faşist bürokrasi” küçük-burjuvadır ve bu durum “Nazi Devlet’in büyük sermaye karşısında göreli özerkliğinin de bir etmenidir.”[15]
Poulantzas faşizm ve küçük-burjuvazi arasındaki ilişkiye öylesine boyundan büyük anlamlar yükledi ki, böylece faşizmin sınıf karakterini de, faşist iktidarın niteliğini de, faşizmin ideolojisini de küçük-burjuvazi temelinde algılatan bir faşizm anlayışı yarattı. Küçük-burjuvaziyi, büyük sermayenin basit “artçı” gücü olarak gördüğü için Komintern’i eleştirdi. Troçki’nin faşizm ve küçük-burjuvazi ilişkisini doğru kavradığını belirterek onu bu konuda kendi destekçisi kılmaya çalıştı. Oysa Troçki’nin küçük-burjuvazi faktörünü ele alış biçimiyle, Poulantzas’ınki arasında hiçbir ortak nokta yoktur.
Poulantzas’ın şemasında “faşizmin stabilizasyon dönemi” dediği evreye baktığımızda, nihayet (!) sıra tekelci büyük sermaye kesiminin hegemonyasının kurulmasına gelmiştir. Şöyle der: “Tekelci büyük sermaye kesimi hem hegemonyasını kurar ve hem de küçük burjuvaziyi yerinden atarak kendisi yönetici sınıf statüsüne erişir.” “Bununla birlikte” diye ekler, “küçük burjuvazi, Devleti elinde tutan sınıf olmakta devam eder.”[16] Bu hikâyede, tekelci büyük sermaye kesimi küçük-burjuvazi sayesinde yönetici sınıf statüsüne erişmektedir. Ama her ne hikmetse, küçük-burjuvazi de “devleti elinde tutan sınıf” olmaya devam etmektedir. Burası iyice karışık gibidir, fakat o da hikâyeyi büsbütün “ilginç” kılma tekniklerinden biri olsa gerek!
Faşizm olgusunun kavranışında Poulantzas’ın yarattığı bütün bu bulanıklık, o ve benzeri sözde Marksist gerçekte ukalâ akademist yazarların ortak özelliğidir. Tam bir eklektizm ve her tarafa çekiştirilebilecek muğlak çözümlemelerle kitaplar şişirilecek, ama ortaya asla tutarlı ve net bir sonuç konulmayacaktır. Poulantzas’ın kitabına bakıp da, faşizm küçük-burjuvazinin mi iktidarıdır, yoksa finans kapital düzeyine yükselmiş burjuva egemenliğinin olağanüstü biçimlerinden biri midir sorularına net bir yanıt alabilmek asla mümkün değildir.
Çözümlemesinin kimi noktalarında, Poulantzas, faşizmi burjuva devletin bir biçimi diye tanımlıyorsa da bu konuda da net ve tutarlı bir yaklaşımı yoktur. Zira ortaya koyduğu görüşlere göre, faşizm önce küçük-burjuvazinin yönetimi altında yeni bir devlet oluşumu yaratacak ve ardından devlet aygıtı tümden işlev değiştirecektir. İşte bir örnek: “Devlet aygıtının bütününün, Nasyonal Sosyalist Parti aracılığıyla, özgül ideolojideki küçük burjuvalarla aşırı şekilde doldurulduğu, öte yandan, başlangıçta öbür sınıflara bağlı bulunan Devlet organlarının –en başta ordu– tamamen ‘küçük-burjuva’ karakterde Devlet organlarına bağımlı hale geldiği görülür.”[17]
Poulantzas’a göre, faşist iktidarın ilk döneminde “Faşist parti Devlet baskı aygıtına –ordu, idare, polis, adliye– egemendir”.[18] Daha sonra ise, devlet aygıtları bütünüyle yeniden düzenlenmekte, devlet aygıtları arasındaki güç ve önem sırası tamamen değişmekte ve baş köşeye “siyasal polis” oturtulmaktadır. “‘Siyasal polisin’ bu rolü, yeniden örgütlenmenin ve Devlet aygıtının tümünün işlev değiştirmesi incelendiğinde ortaya çıkabilir” der Poulantzas.[19]
Ona göre, devlet aygıtında siyasi polisin egemen oluşuyla, bu aygıtın öbür kolları arasındaki ilişkiler de değişecektir. “Faşizm durumunda, bu aygıtlar arasında –siyasal polis, idare, ordu– şeklinde bir bağımlılık sırası ortaya çıkarılabilir. Ordunun işlevinin “bürokratik” idari aygıta kıyasla ikinci derecede kaldığını özellikle belirtmek gerek” der.”[20] Almanya örneğinin keyfi biçimde teorize edilmesiyle “aydınlatılan(!)” bu faşizm öyküsünden bu kadar aktarma yeter. Ancak hiç değilse bir husus iyice netleşmiştir ki, Poulantzas’ın faşizm şablonuna bakıp da, buna uymayan örnekleri ve hele ki askeri faşist diktatörlükler gerçeğini faşist olarak nitelemek haşa doğru değildir!
Marksist olmadan “Marksizmi derinleştirmek” isteyenlerin düşeceği dipsiz kuyu işte budur. Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi eşliğinde uzun boylu üzerinde durduğumuz temel hususlar hatırlanacak olursa, olağanüstü burjuva yönetimlerde devlet bürokrasisinin siyaseten üstlendiği rolün ve devlet üst bürokrasisinin sınıf karakterinin gerçekliğe uygun tarzda kavranmasının ne denli önemli olduğu aşikârdır.
Her ne kadar Poulantzas gibiler bunu duymaktan hoşlanmasalar da, faşizm sorununu gerçekten kavrayabilmek için önce Marx ve Engels’in Bonapartizm konusundaki doğru tespitlerini lâyıkıyla öğrenmiş olmak gerekiyor. Zira burjuva devletin olağanüstü biçimlerinde devlet üst bürokrasisi (özellikle de askeri bürokrasi) siyaseten ağırlıklı bir rol üstlenir. Bu bürokrasi küçük-burjuva değildir, burjuvazinin bir parçasıdır. Faşizm hiçbir şekilde küçük-burjuvaziyi yönetici sınıf durumuna geçirmez, yalnızca devrimci işçi sınıfını ezmek için onu sopa olarak kullanır. Ayrıca “Nazi Devlet”in büyük sermaye karşısında “göreli özerkliği” denilen şey aslen bir görüntüden ibarettir. Faşizmin yükseliş döneminde küçük-burjuva faşist çeteleri işçi sınıfına karşı vurucu güç olarak seferber eden organizasyonların arkasında, finans kapitalin nice gizli servisleri, planları, maddi ve manevi destekleri yer almaktadır.
Bir yandan faşizmin burjuva devletin bir biçimi olduğunu kabul eder görünürken, diğer yandan onun yeni bir devlet tipi yarattığı anlamına gelecek açıklamaları sinik şekilde şuraya buraya serpiştirmesi, Poulantzas’ın faşizme karşı mücadele konusundaki gerçek yaklaşımını da ele verir. Lafa geldiğinde Stalinist Komintern çizgisini eleştirir görünen Poulantzas ve onun gibilerin, işin gerçeğinde bu çizgiyle uzlaşmaz bir tutum takınmadıkları açıktır. Dimitrov faşizmin bir hükümet biçimi değişikliğinden ibaret olmadığını ısrarla vurgularken, onun yeni bir devlet tipi yarattığını çağrıştırmak istiyordu. Stalinist Komintern yönetiminin bundan muradı, böyle “köklü” bir değişime karşı burjuvazinin de kararlı bir mücadele yürüteceği izlenimini yaratmak ve burjuvaziyle işbirliğini haklı gösterecek bir teori icat etmekti. Sinik Poulantzas da neticede aynı yolun yolcusu olmuştur.
1975 tarihli Geçiş Süreci adlı kitabında, Poulantzas, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da olağanüstü yönetimlerin sona eriş sürecini ele alacaktır. Ne var ki daha önce İspanya’yı faşizm incelemesi dışında bıraktığı gibi, Portekiz ve Yunanistan’daki rejimlerin faşist olduğunu da kabul etmemektedir. 1975’teki kitabında, bu üç ülkedeki rejimin niteliğini, içeriğini hiçbir zaman net biçimde ifade etmediği genel bir askeri diktatörlük adlandırmasıyla geçiştirir. Olağanüstü burjuva diktatörlükleri kuraldışı devlet olarak niteler ve İspanya, Portekiz, Yunanistan’daki rejimlerle ilgili olarak şöyle der: “Bu diktatörlüklerin herbiri zaten kuraldışı devletin tezahür edebileceği değişik rejim tarzlarının kendilerine has birer karışımı idiler. Bazı faşist unsurlar içermiyor değillerdi, fakat daima hâkim olan askeri diktatörlük biçimi altında.”[21]
Aynı bulanıklığı bu ülkelerdeki olağanüstü rejimlerin sona eriş süreçleri bağlamında da sürdürmüştür Poulantzas. İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da gerçekte faşizmin çözülüşü anlamına gelen süreçleri, askeri diktatörlükten demokrasiye geçiş süreci olarak nitelemiştir. Temel tezi, bu diktatörlüklerin faşist olmamaları nedeniyle burjuva güç bloku içinde derinleşen çelişkiler neticesinde sona ereceğidir. Bu yaklaşımı, onun söz konusu rejimleri kapitalizmi geliştiren ve böylece burjuva demokrasisine geçilebilmesinin temelini döşeyen birer tarihsel halka olarak ele alan genel analizinin uzantısıdır. Böylece Poulantzas’ın geçiş süreci analizi, başkalarını sık sık eleştirdiği ekonomizm yaklaşımının bizzat kendisi tarafından sunulmuş uygulamalı bir örneğidir.
Ona göre üç ülkede de olağanüstü yönetimleri işbaşına getiren ve destekleyen, finans ve bankacılık sektörlerinde sivrilmiş ve yabancı sermaye yanlısı komprador burjuvazidir. Ancak belirttiğine göre, askeri diktalar altında özellikle sanayi sektöründe yoğunlaşan bir yerli burjuvazi gelişmekte ve bu burjuva kesim zamanla askeri diktatörlükten uzaklaşmaktadır. Bu süreçte işçi-emekçi kitlelerin rolü ise, burjuva güç bloku içindeki çelişkileri derinleştirmekten ve bu çelişkileri ordu içine yansıtmaktan ibarettir. Ona göre askeri dikta bu çelişkilerin sonucunda yerini muhalif burjuva unsurların iktidarına bırakacak ve rejim değişikliği kaçınılmaz olarak demokratik bir aşamadan geçecektir.
Poulantzas geçiş süreci analizinin şurasına burasına halk direnişi gibi bazı mücadele temalarını serpiştirmiş olsa da, onun geçiş süreci esasen burjuva kesimler arasındaki kapışmalar temelinde dosdoğru parlamenter rejime ilerler. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü yüzünden sürece damgasını basamadığı durumlarda, faşizmin çözülüş sürecinde burjuva kesimler arasındaki kapışmanın öne çıktığı ve olayların burjuvazinin hegemonyası altında geliştiği doğrudur. Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur. Ne var ki Poulantzas, cereyan eden süreçlerden devrimci mücadelenin güçlendirilmesine odaklanmış dersler çıkartacak bir siyasal tutuma sahip olmadığından, yaşanmış olan neyse onu öylece mutlaklaştırıp ve genelleştirip teorize etmiştir.
Netice olarak, faşizmi Poulantzas’ların yaptığı gibi bu kadar “benzersiz” bir rejim katına çıkarma eğilimi tamamen yanlıştır. Zira faşizm ayrı bir devlet tipi değil, burjuva devletin olağanüstü biçimlerinden biridir. Faşist devlet biçimi iktidara ayrı bir sınıfı getirmez, finans kapitalin bir başka egemenlik biçimidir. Faşizm burjuva devlet aygıtını bir kenara fırlatıp yerine bir başka devlet aygıtı kurmaz. Sadece parlamenter kurumları bir yana atıp devletin baskı aygıtlarını yetkinleştirir. Bunları işçi-emekçi kitlelerin örgütlerini parçalamak ve devrimci mücadeleyi ezmek üzere en yoğun ve açık biçimde kullanır.
İşin gerçeğinde tüm olağanüstü burjuva iktidarlar, aynı burjuva devlet aygıtının çeşitli bölümlerinin, farklı biçim ve ağırlıkta kullanılmasına dayanırlar. Emperyalizm çağında, ister Bonapartist ister faşist olsun, olağanüstü rejimler aynı egemen gücün farklı iktidar biçimleridir. Tüm bu olağanüstü rejimler, neticede devlet bürokrasisini (en başta da askeri bürokrasiyi) olağanüstü siyasal yetkilerle teçhiz ederler. Bonapartizm ve faşizm arasında aşılmaz duvarlar olmamasının, keza faşizmin “sivil” biçimiyle “askeri” biçimi arasında özde bir fark bulunmamasının ve nihayet faşizm (hangi yolla iktidara gelmiş olursa olsun) iktidara geldiğinde devletin bürokratik kabuğu içine yerleşir dememizin nedeni işte bu gerçeklerdir.
[1] Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yay., Mayıs 1980, s.10
[2] Poulantzas, age, s.10
[3] Poulantzas, age, s.59
[4] Poulantzas, age, s.72 ve73
[5] Poulantzas, age, s.73
[6] Poulantzas, age, s.73
[7] Poulantzas, age, s.62
[8] Bkz. Poulantzas, age, s.88-90
[9] Poulantzas, age, s.89
[10] Poulantzas, age, s.90
[11] Poulantzas, age, s.89
[12] Poulantzas, age, s.89
[13] Poulantzas, age, s.114
[14] Poulantzas, age, s.115
[15] Poulantzas, age, s.115
[16] Poulantzas, age, s. 89
[17] Poulantzas, age, s.115 (abç)
[18] Poulantzas, age, s.345
[19] Poulantzas, age, s.346 (abç)
[20] Poulantzas, age, s.346. Poulantzas burada bir dipnot düşer ve “siyasal polisin” birinci sırayı aldığı, ordunun üçüncü sıraya düştüğü bu “değişim”in Komintern’in dikkatini çekmediğini belirtir. Yalnızca ordunun işlevinin analiziyle yetinen Komintern’in, böylece askeri diktatörlükle faşizmi birbirine karıştırdığını söyler. “Aynı şey Troçki için de geçerlidir” diye eklemeyi de ihmâl etmez.
[21] Poulantzas, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da Geçiş Süreci, Belge Yay., Ekim 1981, s.62
link: Elif Çağlı, Poulantzas’ın Faşizm Teorisi, Ağustos 2004, https://marksist.net/node/8073
Depresyon Bireysel Değil Toplumsal Bir Sorundur!
BRICS, G20 ve Emperyalist Hegemonya Mücadeleleri