15 Temmuzdaki darbe girişiminden bu yana, neredeyse tüm televizyon kanallarında, gazetelerde ve diğer medya organlarında Gülen cemaati tartışılıyor. Nasıl olmuştur da “FETÖ’cü hainler” devletin ve hatta ordunun içine bu kadar sızabilmişlerdir, nasıl olmuştur da Erdoğan ve AKP yıllarca bunlara kanmıştır vs... Ayrıca stratejistlerden analizcilere, eski Fethullahçılardan istihbaratçılara kadar pek çok kişi, Gülen hareketinin örgütlenme modeli üzerine açıklamalar yaparak Fethullahçıların devleti nasıl da ahtapot gibi sardıklarını gerçekliğin ötesine geçen bir abartıyla anlatıyorlar. Şimdilerde Erdoğan’la uzlaşmış olan eski Ergenekoncular da “biz demiştik” edalarıyla, geçmişte kendilerinin bu tehlikeye karşı Erdoğan’ı çok uyardıklarını ama dinletemediklerini, aslında kendilerinin “hâşâ” darbeci falan olmadıklarını uzun uzun dillendiriyorlar. Bitmek bilmeyen bir propaganda bombardımanı, bilgi kirliliği ve kafa karıştırıcı, bıktırıcı tartışmalar silsilesi eşliğinde muazzam bir algı operasyonu yürütülüyor.
Öyle bir tablo çiziliyor ki, insanın aklına şu soru geliyor: “Madem Fethullahçılar devletin neredeyse her kademesine yerleşmişler ve uluslararası alanda bu denli güçlüler, nasıl oluyor da yıllardır Erdoğan’ı devirmede hep bu denli başarısız oluyorlar?” İşin aslı, ne Fethullah Gülen hareketi abartıldığı denli güçlü ve etkilidir, ne de şimdilerde dillendirilen “kandırıldık” edebiyatı gerçeği yansıtmaktadır. Üstelik şimdiye kadarki tüm iktidarlar Fethullahçıların ya önünü açmış ya da onların devlet içindeki kadrolaşmasını görmezden gelmişlerdir. Darbenin tek sorumlusunun Fethullahçılar olarak ilan edilmesi de, medyada yürüyen tartışmalar da, tüm kötülüklerin sorumlusu olarak “FETÖ” öcüsünün ilan edilmesinin de temel sebeplerinden birisi gerçeklerin üzerini örtme çabasıdır. İktidar, geçmişte bizzat kendisi Fethullahçılarla işbirliği yaparak devlet içindeki kadrolaşmalarında onların önünü açtığı halde, şimdi “kandırıldık, özür dileriz” diyerek ve ülkede kötü giden her şeyi, her türlü olumsuzluğu Fethullahçılara bağlayarak, “cadı avı” tarzında tasfiye hareketlerine girişmektedir. Kandırıldık edebiyatıyla bir kez daha mağdur rolüne soyunulmakta ve asıl işçi-emekçi halk kandırılmaktadır.
Fethullah Gülen hareketinin aslı astarı nedir?
Kısaca “Cemaat” diye kodlanan bu hareketin ortaya çıkışı, gelişimi ve AKP ile yolunu nasıl ayırdığı Levent Toprak’ın “İslamcı” Sermaye ve Fethullah Gülen Cemaati adlı yazı dizisinde etraflıca ele alınmıştı. Burada sadece kısa hatırlatmalar ve eklemeler yapmakla yetineceğiz. Böylece hem Cemaat’in ne olduğu, hem dış güçlerle ilişkileri, hem de Türkiye’deki örgütlülük düzeyi ve devlet içinde gerçekte ne denli kadrolaştıkları daha iyi anlaşılacaktır. Ardından da bugün hemen herkesin dillendirdiği “kandırıldık” edebiyatının gerçekte ne anlama geldiğini ve aslında her şeyin burjuvazinin iç kapışmasının ve buna eşlik eden emperyalist kavganın bir parçası olduğunu tekrar ortaya koymuş olacağız.
ABD emperyalizmi “soğuk savaş” döneminde “komünizm tehlikesi”ne karşı Türkiye gibi pek çok ülkede genel olarak dini akımları/hareketleri kullanmış, ayrıca bazı özel türde tarikat veya cemaat yapılanmalarını da bilhassa desteklemiş, hatta onlarla “derin” ilişkiler kurmuştur. Küçük yaştan itibaren din eğitimi almaya başlayan ve genç yaşlarından itibaren de imamlık yapan Gülen’in hikâyesinin başlangıcını da, “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin kuruluşuna dayandırmak yanlış olmaz. Komünizmle Mücadele Derneğinin Erzurum şubesinin kurucularından olan Gülen, sonraki yıllarda da bu derneğin yayılması ve sosyalist hareketle mücadelesinde aktif rol almıştır. ABD’nin ve CIA’nın kontr-gerilla faaliyetleriyle içlidışlı olan bu dernekte yürüttüğü çalışmaların, Gülen’in ilerde ABD-CIA’yla kuracağı ilişkide özel bir yeri olduğu açıktır. Daha sonraları ABD’yle arasını yapacak olan Kasım Gülek’le bu süreçte tanışmıştır.[1] Hatta konunun araştırmacılarına ve bizzat Gülen’in yakınlarında bulunup sonradan ayrılan bazı üst düzey tarikat mensuplarına göre, Gülen hareketinin örgütlenmesini bu yıllardan başlayarak bizzat MİT içindeki CIA’ya “bağlı” bir ekip yönlendirmiştir.
Gülen’in henüz erken yaşlarında kendi cemaatini yaratma çabasına girmesinde, içine girdiği bu ilişkilerin etkisi ne kadardır bilemeyiz, ama daha baştan farklı bir yapılanmaya gittiğini söyleyebiliriz: “Gülen, Nurcu Yeni Asya cemaati bünyesinde yer almasına rağmen, daha 20’li yaşlarında kendi bağımsız örgütlenmesinin temellerini oluşturmaya başlamış ve çok geçmeden (1970’lerin ortalarında ve henüz 30’lu yaşlarının ilk evresinde) Yeni Asya cemaatinden yolunu ayırıp tümüyle bağımsız örgütlenmeye geçmiştir. Bir yandan hitabeti ve örgütçülüğüyle dinleyici ve taraftar kitlesini hızla genişletiyor, bir yandan da yöresindeki işadamlarıyla ilişkilerini güçlendiriyordu. Daha o zamanlardan eğitim alanını stratejik bir hedef olarak belirleyen Gülen’in, elde ettiği ya da yönlendirebildiği maddi kaynakları önemli ölçüde eğitim alanına kanalize ettiği anlaşılıyor. Bu bağlamda bir öğretmen örgütlenmesine de yönelmiş olan Gülen cemaati, bilebildiğimiz kadarıyla, diğer İslami grupların öğrencilere yurt ve barınma imkânları örgütleme faaliyetinin ötesine geçerek, bir özel dershane açan ilk cemaattir. Daha sonraki dönemde bu ‘yenilikçilik’ daha da belirginleşir. Öteki İslamcı cemaatler geleneksel diyebileceğimiz bir biçimde Kuran kursu ve İmam Hatip Liseleri gibi doğrudan dini eğitim kurumlarına odaklanmaya devam ederken, Fethullah Gülen cemaati Anadolu liseleri ve kolejler açarak ‘yeni açılımlar’ yaptı. Yine 1979 yılı başlarında yayınlanmaya başlayan meşhur Sızıntı dergisi de dolaysızca dinsel mesaj vermekten ziyade mesajını bir bilim-teknoloji dergisi esprisi içinde verme yolunu tutar. ‘İman hakikatlerini pozitif bilimler temelinde açıklama’ yolunu benimsemede Sızıntı dergisi her ne kadar ilk değilse de ilklerden biridir; ama asıl önemlisi bu işi en etkili yapan yayın olmasıdır.”[2]
Çoğu araştırmacı, Gülen’in bu örgütlenme modelinin ve stratejisinin, CIA destekli-bağlantılı Opus Dei veya Moon gibi tarikatlarla ciddi benzerlikler taşıdığını dile getirmekte ve buradan yola çıkarak arada bağlantı olduğunu iddia etmektedirler. Hatta ABD menşeli ve CIA irtibatlı bazı dini örgütlenmelerden (Scientology tarikatı ve Evangelistler) yardım aldığı ve ilişkide olduğu yönünde güçlü iddialar da mevcuttur. 70’li yıllara denk gelen bu süreçte, Gülen hareketiyle bahsi geçen dini örgütlenmelerin ilişkisine dair elde açık kanıtlar olmasa da, ABD’nin bu tür örgütlenmeleri desteklediği, önünü açtığı kesindir. Ayrıca bu tür karanlık bağlantılar olsa da olmasa da, işlevleri bakımından ciddi benzerlikler söz konusudur. Zaten dışarıyla olan bu ilişkileri ve faaliyetlerinin geleneksel İslami akıma ters düşen “misyoner” tarzı yüzünden, Gülen, İslami çevreler tarafından da sıklıkla dışlanmış veya mesafeli karşılanmıştır.
Cemaatler ve tarikatlar, İslam’da yüzlerce yıldan beri varolan ve birçoğu epey köklü oluşumlardır. Bu bakımdan pek çoğunun klasik denebilecek ölçüde geleneksel bir örgütlenme modeli söz konusudur. Gülen ise daha en baştan farklı bir örgütlenme anlayışı ve biçimine göre hareket etmiş ve sonuçta ortaya “masonik” bir örgütlenme çıkmıştır. Dışarıya kapalı bu örgütlenme aracılığıyla Gülen bilhassa devlet içinde kadrolaşmayı erken tarihlerden itibaren önüne hedef olarak koymuştur. Bir yandan yurtiçinde ve yurtdışındaki “eğitim kurumları” aracılığıyla muazzam bir nitelikli kadro birikimi sağlamış, diğer yandan da bu kadrolar aracılığıyla devlet içindeki kadrolaşmaya hız vermiştir.[3]
1966 ile 1983 yılları arası, Gülen hareketinin kurulma evresi olarak tanımlanabilir. Bu süreçte Gülen bir yandan resmi imamlık görevini yerine getirirken, diğer yandan da vaazlarıyla, özel sohbet toplantılarıyla, Işıkevleri ile, Nur Kampı denilen yaz kamplarıyla, Sızıntı dergisiyle, çeşitli eğitim kurumları ve öğrenci evleriyle hareketin temellerini atmış, kadrolaşmasını sağlamıştır. Gülen, hareketin hedefini “altın nesil” diye tabir ettiği ve İslami değerlere göre yetişmiş bir kuşağı yaratmak olarak açıklamıştır. Böylece İslami dünya görüşüne uygun bir toplum yaratmak da mümkün olacaktır. Altın nesil denilen bu kadroların ne işe yarayacağı ise sonraki yıllarda daha iyi anlaşılacaktır.
1983’ten 1996’ya kadar süren ikinci evre ise hareketin gelişme evresi olarak tanımlanmaktadır. Denilebilir ki Gülen hareketi asıl çıkışını 12 Eylül faşizminin sağladığı koşullarda yapmıştır. Yine Levent Toprak’tan alıntılarla devam edelim: “… bu hikâyede kritik dönüm noktası 12 Eylül’dür. Sosyalist örgütlenmeler ve aktif unsurlar askeri faşist darbeyle fiziken yok edilme noktasına getirildiyse de, yine de toplumun hatırı sayılır bir kesimine yayılmış olan sosyalist düşünceye sempati ve yakınlıkların da kazınması gerekiyordu. Bunun için bizzat askeri cunta eliyle İslamcı eğilimler özellikle güçlendirildi. Fethullah Gülen bu darbe destekçisi İslamcılar arasında özellikle önde gelen bir şahsiyetti. O zamanlar bu cemaatin en önemli ve kaynak niteliğindeki yayın organı olan Sızıntı dergisinde darbeyi ve onun en insanlık dışı uygulamalarını destekleyen yazılar fütursuzca yayınlanıyor, darbe lideri Kenan Evren adeta evliya gibi sunuluyordu. Aynı şeyler Gülen’in vaazlarında da yapılıyordu. Hatta bu darbe destekçisi tutum, darbenin gadrine uğrayan diğer İslamcı akımlar tarafından bile ağır bir biçimde eleştiri konusu olmaktaydı. Hakkında biçimsel olarak yakalama emri olan Fethullah Gülen, askeri kışlalara bile girip çıktığı halde her nasılsa yakalanamıyor, hatta bir keresinde gözaltına alındığı halde derhal serbest bırakılıyordu. Cunta rejiminin o dönemde Gülen’e göz yumduğu açıktır ve Gülen’in kendisi de bir söyleşisinde bunu itiraf etmektedir.”
Buradan da rahatlıkla anlaşılacağı gibi Gülen hareketinin önünü açan esas olarak 12 Eylül rejimidir ve yaratılmasında ordusundan MİT’ine, siyasetçisinden devletine kadar burjuvazinin payı vardır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren egemenler, dini, işçi hareketinin gelişmesinin önünde bir engel olarak kullanmışlardır. Bu politikanın izleri Kurtuluş Savaşı yıllarında dahi görülebilir. ABD’nin “soğuk savaş” politikalarına uygun biçimde, Türkiye’de de egemenler her dönem, özellikle de devrimci hareketin yükseldiği 60’lı ve 70’li yıllarda bu dinci ve gerici örgütlenmelerin önünü açmış, onları desteklemiş, devrimcilere karşı kullanmışlardır. Devrimci harekete saldıran faşist ve gerici örgütlenmelerin militanları çoğunlukla bu dinci örgütlenmelerin tabanından devşirilmiştir. Bu durum ’80 sonrasında da devam etmiştir. Bu sebeplerle, bugün “biz en baştan beri Gülen hareketine karşı hükümeti uyarmıştık” diye konuşan Ergenekoncular yalancı ve ikiyüzlüdürler.
Özal’la birlikte ise genelde İslamcı hareketlerin ve özelde de Gülen hareketinin önünde yeni bir evre açılmıştır. Kendisi de tarikatlara uzak olmayan Özal’ın döneminde, bu tür İslamcı hareketlerin hem siyasal olarak önleri iyice açılmış hem de ekonomik olarak ciddi olanaklara kavuşmaları sağlanmıştır. İslamcı tarikatların birer sermaye grubuna dönüşmeleri bu dönemde hızlanmıştır ki buna Gülen cemaati de dâhildir. Ancak bu noktada yine Gülen hareketinin bir farklılığından bahsetmek gerekir. Tam da Türkiye’nin dünya pazarıyla daha derinden entegrasyona girdiği bir süreçte, Gülen hareketi de dışa açılmaya ve hem yurtiçinde hem de yurtdışında okullar açmaya başlamıştır.
Gülen’in okullar kurmak suretiyle yurtdışına açılmasında SSCB’nin çöküşüyle başlayan sürecin özel bir önemi vardır. Çünkü Ortadoğu’dan Orta Asya’ya uzanan Türkî-İslam coğrafyasının emperyalizmin nüfuzuna açılmasında Türkiye önemli bir rol üstlenmişti. Gülen, tam da bu noktada eğitim alanında sahip olduğu deneyim ve kadro birikimine dayanarak ciddi bir atılım yaptı ve bahsi geçen coğrafyada birbiri ardına okullar açmaya başladı. Böylece Gülen hareketinin uluslararası düzeyde bir oyuncu haline gelmesinin de önü açılmış oldu. Artık Gülen hareketi hem ABD emperyalizmiyle dolaysız ilişki içinde olan uluslararası bir örgütlenmeydi hem de TC’nin ve bilhassa da MİT’in bu Türkî cumhuriyetlerdeki faaliyetlerinin önemli bir aracıydı. Bu gelişmeye paralel olarak Gülen hareketinin devlet içindeki taraftarlarında da ciddi bir artış olmuş, ayrıca hareket ekonomik planda da olağanüstü bir sermaye gücüne ulaşmıştır: “Bu derin ilişkiler tablosundan çok net biçimde çıkan bir sonuç bulunuyor. Fethullah Gülen içeride ve dışarıda geliştirdiği ilişkilerle ABD emperyalizminin gözüne girmiş ve onun ‘ılımlı İslam’ının bir aracısı olarak desteklenmek üzere seçilmiştir. (…) Buna uygun biçimde dünya medyasının en önde gelen organlarında Fethullah Gülen hakkında yazı ve değerlendirmelerin, röportajların yapılması neredeyse olağan hale gelmiştir. Hatta Gülen bu yayınlarda kapak konusu bile yapılmıştır. Bu ve benzeri sansasyonel görüşmeler ve dünya medyasının ilgisi, Fethullah Gülen’in ‘seçilmeyi’ başardığını ve emperyalist odaklar tarafından dünyaya prezantasyonunun yapılmakta olduğunu göstermektedir.”[4]
Sonuç olarak 2000’li yıllara gelindiğinde Gülen hareketi, kökeni dini bir örgütlenmeye dayalı olsa da, uluslararası düzeyde faaliyet gösteren; fabrikaları, işletmeleri, medyası, okulları ve finans kuruluşlarıyla gittikçe büyüyen bir sermaye grubu, bir burjuva güç haline gelmiştir. Buraya kadar olan anlatımdan çıkartılması gereken bir sonuç da şudur: Gülen hareketinin temeli AKP hükümetinden önce atılmıştır. 12 Eylül cuntasından Özal’a, Çiller’inden Ecevit’ine kadar dönemin tüm hükümetleri ve siyasi liderleri istisnasız olarak bu hareketi desteklemiş, önünü açmışlardır.
AKP dönemi: iktidar ortaklığından iktidar kavgasına
AKP’nin 2002 yılında işbaşına gelmesiyle Gülen hareketinin iktidar ortağı pozisyonuna yükselmesinin önü açılmıştır. Bu durum, yıllardır devlet içinde kadrolaşmaya çalışan Gülen için muazzam bir ilerleme, fırsat ve başarı olarak görülmüştür. Başlangıçta bu ortaklık iki taraf için de kârlıydı. Partinin kurulmasından kısa bir süre sonra hükümet olan AKP, devleti yönetmek açısından ne yeterli deneyime ne de yeterli kadro birikimine sahipti. Bu açığı Cemaat’in nitelikli kadro birikimiyle kapatmak en kolay çözümdü. Ayrıca Cemaat ABD tarafından da destekleniyordu ki bu da AKP açısından bir olumluluktu. Cemaat de artık iktidar ortağı olmanın verdiği nimetlerden yararlanarak bir yandan devlet içinde kadrolaşmaya hız verecek, diğer yandan da sermayesini büyütmeye devam edecekti. Kısacası Gülen AKP’nin ne olduğunu, AKP de Gülen’in ne olduğunu gayet iyi biliyordu, onlarınki tam anlamıyla bir “mantık evliliği”, çıkar ortaklığıydı. Ayrıca AKP açısından, düşmanı olan statükocu-Kemalist burjuva kesimi geriletmek için Gülen hareketinden daha iyi bir müttefik bulunamazdı. Gülen hareketi hem bu iş için biçilmiş kaftandı (gerek kadro birikimi gerek ABD’nin desteği açısından) hem de son derece istekliydi.
İşte bu koşullarda Abdullah Gül tarafından 58. hükümet kuruldu ve AKP-Gülen koalisyonu başladı. Gülen’in temel hedefi devlet içindeki kadrolaşmasını olabildiğince arttırmaktı ve bu yolda AKP döneminde muazzam yol katettiği açıktır. Ayrıca AKP içinde gerek milletvekili olarak gerekse de bakanlar düzeyinde, Gülen’e epeyce yakın isimler bulunuyordu. Erdoğan’ın “ne istedilerse verdik” demesi boşuna değildir. Devletin en önemli kademelerinde, medya alanında belirli yerleri Gülen hareketinden gelen veya Gülen cemaatiyle yakın kadrolar tutmuştur. Ama daha da önemlisi, AKP iktidarının yaklaşık son 6-7 yılına kadar, AKP ile Gülen arasında siyasi projelerde de belirli bir uyum söz konusu olmuştur. Örneğin neo-liberal ekonomi politikalarında, AB sürecinde, ABD’nin BOP’unda yer alınmasında, statükocu-Kemalist kesimle mücadelede vs. bir uyum söz konusu olmuştur.
Peki, Gülen ile AKP’nin arası ne zaman ve neden açılmaya başlamıştır? Ortaklığın yahut ittifakın sona ermesini MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın yargılanma girişimi, 17-25 Aralık süreci, dershane krizi vb. gibi sonuçlara bağlamak doğru değildir. Bu olayların hepsi de işin nedeni değil sonucudurlar. Temel sebep, 2010’dan itibaren, ABD ve İsrail’le ilişkilerde yaşanan gerilimler ve Kürt sorununa ilişkin başlatılan süreçle daha belirgin hale gelen iktidar kavgasıdır. AKP’nin dış politika alanında daha “bağımsız” –ki bu da ABD’den bağımsızlık anlamına gelmektedir– politikalar izlemeye başlaması ve Ergenekon davaları sürecinden itibaren de iktidarı tümden ele geçirme noktasında artık kendini yeterli siyasi güçte görmeye başlamasıdır.
İktidarı fethetme açısından önündeki en büyük engel olarak gördüğü orduyu belli ölçüde bertaraf ettiğini düşünen AKP, sıra elde edilen zaferin ve ganimetlerin paylaşılmasına geldiğinde Gülencilerle anlaşmazlığa düşmüştür. Asıl kırılma noktası bunlardır. Yani AKP Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaş konusunda, İsrail meselesinde vb. ABD’nin çizgisini zorlamaya başladığı anda, Gülen’le aralarındaki farklılıklar hızlı biçimde gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Kürt sorununda ise Gülen’le AKP arasında hep bir farklılık olagelmiştir. Kısacası AKP-Gülen ittifakının başlaması da bitişi de siyasidir. Tabii bu politik ayrılıklar kalınlaştıkça AKP, bir yandan Cemaat’e eskisi kadar ihtiyacı olmadığını ve ilerde bizzat Cemaat’in kendisine rakip olma potansiyeli taşıdığını düşünmeye başlamış, diğer yandan da “iktidar ortağı” olarak görünen Cemaat’in, kendi politik hedeflerini gerçekleştirmede bir engel oluşturduğunu görmüştür. Özellikle Mavi Marmara olayını bu açıdan milat kabul etmek mümkündür.
Bu noktada, Gülen’in bu ittifaka gerçek bakışını da ortaya koymak gerekiyor. İşin aslı Gülen de bu ittifakın geçici olduğunun farkındaydı. Bunun en önemli işareti, kırılmanın iyice açığa çıktığı 2012’den çok daha önce yani henüz 2007 seçimlerinin öncesinde, Gülen’in, AKP’nin fazla güçlenmesini engellemek adına merkez sağda ikinci bir parti kurulması yönündeki çalışmalara destek vermesidir. Aynı dönemde Gülen’in, AKP’den istediği kadar milletvekili alamaması da sorun yaratmıştır. Bunu ilerleyen yıllarda Erdoğan’ın, üst düzey görevlerde bulunan bazı “Gülenci” bürokratların yerini değiştirmek istemesi takip etmiştir. Neticede, başına gelecekleri sezinleyen ve Erdoğan’a bir ders vermek isteyen Gülen de karşı hamlesini yapmış ve 2012’de MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı ifade vermeye çağırtmıştır. Bunu, Cemaat’in en önemli ve temel ayaklarından olan dershanelere yönelik kapatma girişimi takip etmiştir. Ardından da herkesin bildiği gibi 17-25 Aralık süreci, yargıda ve diğer devlet kurumlarında giriştiği “temizlik” operasyonu gelmiştir.
Kuşkusuz Cemaat’in izlediği bu taktiklerde ABD’nin yönlendirmesini ve rolünü de unutmamak gerekir. Çünkü Gülen hareketinin politik çizgisi, ABD dış siyasetiyle her zaman uyum içinde olmuştur. 2009’daki “one minute” çıkışından itibaren ABD’nin AKP’ye ve özellikle de Erdoğan’a bakışı değişmiştir. 2012’den sonrası ise ABD’nin Erdoğan’a karşı tavır aldığı (kimi zaman açıktan kimi zaman örtülü) ve dengelemeye çalıştığı bir süreç olmuştur. Dolayısıyla Gülen’in Erdoğan’la giriştiği iktidar mücadelesinde ABD, Gülen’in tarafını tutmuştur. Ayrıca tıpkı AKP gibi Cemaat de eninde sonunda iktidarı tümden ele geçirme hayalini taşıyordu. Bu açılardan baktığımızda, AKP-Gülen ittifakını, diğer rakipleri safdışı bırakana kadar sürecek geçici bir ittifak olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Her ikisi de iktidarı hepten ele geçirmeyi planlayan iki burjuva kesim, bir noktaya kadar birlikte yürümüş ama bir noktadan sonra iktidarı paylaşma kavgasında birbirlerine düşmüşlerdir, hepsi budur. Dolayısıyla bu kavgada ne AKP ne de Gülen tarafı masumdur. Tek fark AKP’nin kazanan, Gülen’in ise kaybeden taraf olmasıdır.
Bu noktada durup, bugün medyada yürüyen tartışmalarda ortaya atılan ve kafa karıştırabilen bazı soruları da cevaplayalım. İlk soru Cemaat’in ne olduğuna ilişkindir. İktidar “FETÖ” yani Fethullahçı Terör Örgütü diyerek kendi tanımını yapmıştır. Böylece gerçekte olup bitenin iki burjuva kesim arasındaki iktidar kapışması olduğunu gizlemeye çalışmaktadır. Cemaat’in ne olduğu buraya kadarki anlatımımızda zaten fazlasıyla ortaya konmuş bulunuyor. İkinci soru Cemaat’in amacının ne olduğuna dairdir. “Gülen devleti ele geçirmeye mi çalışıyor” vb. şekillerde ortaya konulan bu sorunun cevabı “evet”tir. Ama buradan Cemaat’e özel bir “evet” değil, tüm burjuva kesimleri kapsayan bir “evet” çıkarmak lazımdır. Doğaları gereği tüm burjuva güç odaklarının amacı ya iktidarı ele geçirmek ya da elinde tutmaktır. Zorunlu olmadıkça paylaşmayı da istemezler. AKP ile Gülen arasındaki kavganın iktidar kapışması olduğunu söylemekle aslında bu soruya da yanıt vermiş oluyoruz. Bir diğer soru şudur: “Gülen hareketi ABD-CIA’nın maşası, Siyonistlerin veya gizli Hıristiyan tarikatlarının uzantısı mıdır?” Geçerken ifade etmek gerekir ki bunların hepsi de iktidar cenahından ortaya atılan manipülatif sorulardır, ama yanıtlamaya devam edelim. Gülen hareketinin ABD ve CIA ile ilişkisi malûmdur. Ama buradan, Cemaat’in bir “kukla” olduğu sonucunu da çıkartmamak gerekir. Neticede Türkiye burjuvazisinin bir kesiminden bahsediyoruz. Elbette farklı uluslararası aktörlerle ve emperyalist güçlerle her türden ilişki söz konusudur, tıpkı AKP veya onun temsil ettiği burjuva kesimin olduğu gibi… Cemaat’in özellikle dış politika alanındaki siyasi çizgisinin ABD’ninkiyle örtüşmesi, onun “kukla” olduğu anlamına gelmez. Kuşkusuz 15 Temmuzdan sonraki süreçte Gülen ciddi biçimde sıkışmıştır ve ABD’ye çok daha bağımlı hale gelmiştir ama “kukla, maşa” vb. gibi kolaycı yaklaşımlar gerçekliği derinliğiyle anlamayı zorlaştırır. Unutmayalım ki, AKP ve Erdoğan için de uzunca bir süre “ABD’nin taşeronu” yakıştırması yapılmıştı, ama AKP ne taşerondu ne de ABD’nin emperyalist planlarının tamamen dışındaydı.
Gülen hareketinin Siyonist veya Hıristiyan birtakım yapılarla ilişkisi ise özel bir konudur. Bu tarz ilişkilerin varlığı açıktır, ancak bu ilişkileri İslamcı hareketin klasik “anti-siyonist” söylemi üzerinden kavramaya çalışmak yanlıştır. Cemaat’in kuruluş ve gelişme sürecinde bu tarz yapılardan destek aldığı, işbirliği yaptığı söylenebilir ki bu da ABD’nin “ılımlı İslam” ya da “yeşil kuşak” projesinin bir parçasıdır. Gelinen noktada ise Cemaat artık uluslararası bir hareket niteliği kazanmış olduğundan, farklı yapılarla ya da devletlerle ilişkisini kendi siyasi çizgisi, hedefleri bağlamında ele almak gerekir.
Önemli bir tartışma konusu ise, insanları Gülencilere yönelik “tasfiye” operasyonunu savunma ya da ona karşı olma ikilemine sürükleyecek yaklaşımlardır. Esasen iktidarın “ya bizdensin ya onlardan” tutumu bu ikilemi doğurmaktadır. Oysa işçi-emekçi sınıflar açısından bakıldığında, iktidar kavgası içindeki burjuva kesimlerden birini diğerine karşı desteklemek bir seçenek değildir. Aksine işçi-emekçi sınıflar bu kavgada taraf olmamalı, kendi taraflarını yaratmalıdırlar. Öte yandan, OHAL’le birlikte iyice artan ve devleti yeniden yapılandırma çalışmasına vesile olan bu tasfiyelerden, Cemaat’le ilişkisi olmayan solcu, Kürt veya sıradan insanlar da nasibini almışlardır. Hatta önümüzdeki süreçte bu kategoriye girenlerin çok daha fazla hedef alınacağı açıktır. İktidar, “darbecileri temizleme” adı altında, kendine muhalif unsurları devlet içinden temizleme harekâtına girişmiş durumdadır. İş cadı avına dönüşmüştür. Bu, kendine en azından demokrat diyen herkesin kuşkusuz karşı çıkması gereken bir durumdur.
[1] Kasım Gülek, CIA ve Pentagon’la “derin” ilişkileri olan ve uluslararası düzeyde kritik görevler üstlenmiş (Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu Başkanlığı, Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığı, NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı, Atlantik Enstitüsü Başkanlığı gibi) bir kişidir. Tek parti döneminden itibaren CHP’nin üst düzey yöneticilerinden biridir ve uzun yıllar CHP genel sekreterliği yapmıştır. En ilginci de Moon tarikatının Türkiye’deki temsilcisi olmasıdır.
[2] Levent Toprak, “İslamcı” Sermaye ve Fethullah Gülen Cemaati, MT, Temmuz 2009
[3] Türkiye’de hemen her siyasi yapının, iktidarı ele geçirme ve elde tutma bağlamında “kadrolaşma”yı bir yöntem veya araç olarak benimsemesi olgusu ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Bunda, Türkiye’nin Asyatik arka planının ve burjuva TC’nin bile esasen Osmanlı’nın devamı denebilecek ve devletin “sahibi” olan asker-sivil bürokrasi tarafından kurulmuş olmasının önemli bir payı vardır. Dolayısıyla “kadrolaşma”yı temel hedeflerden biri olarak gören Gülen hareketi de, açıkça ifade etmese de devleti-iktidarı ele geçirme amacına sahiptir.
[4] age
link: Kerem Dağlı, Bir “Kandırılma” Hikâyesi: Fethullahçılar ve AKP, 14 Ağustos 2016, https://marksist.net/node/5242
Tarihin Çağrısı ve Mülteciler
Gençlik Sverdlov Olup Mücadeleyi Büyütmeli!