Türkiye son iki aydır Kürt halkına karşı yürütülen savaşın en kanlı günlerini yaşıyor. Her gün birbiri ardısıra gelen asker cenazelerinin doğurduğu tepkiyi “biz daha çok öldürüyoruz” diyerek yatıştırma ve güçlü görünme telâşındaki AKP hükümeti, Genelkurmay’la elele ölü sayıcılığı yapıyor. Yeni öğretim döneminin açılışı sırasında ortaokul öğrencileri karşısında yaptığı konuşmada bile “son bir ay içinde toplamda 500 terörist etkisiz hale getirildi” diyerek övünen Erdoğan’a ve burjuva medyaya 90’lı yılların devlet dili hâkim olurken, imha politikası yeniden hortlatılıyor. PKK’yi altı ayda bitirme planları yaparken Şırnak başta olmak üzere bölgenin belli merkezlerinde önemli bir acizlik görüntüsü sergileyen hükümet, bu görüntüyü bölgeyi topyekûn savaş alanına çevirerek ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ancak binlerce askerin katıldığı, savaş uçaklarının dağları, mezraları bombaladığı, ormanların yakıldığı ve generallerin komuta ederek gövde gösterisinde bulunduğu askeri operasyonlar, otuz yıldır olduğu gibi şimdi de Kürt halkının direngenliğini arttırmak dışında hiçbir sonuç vermiyor.
Kürt hareketini ezerek bastırmaya çalışan AKP hükümeti, buna paralel olarak milliyetçiliği de tırmandırmakta. Bu noktada Erdoğan’ın mümkünse başkanlık, değilse cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturma hesapları da büyük bir rol oynuyor. Asker-sivil bürokrasinin siyasetteki belirleyici ağırlığını kırma mücadelesi verirken Kürt halkının desteğine muhtaç olan Erdoğan o dönemlerde “Kürt sorunu vardır ve bu benim sorunumdur” diyordu. Son bir yıldır ise “benim için artık Kürt sorunu yoktur” diyerek dümeni inkâr politikalarına kırmıştır. Ulusal demokratik taleplerini karşılamaksızın Kürt halkından geniş destek alamayacağını gören Erdoğan, ihtiyaç duyduğu desteği, milliyetçi söylemi pervasızlaştırarak MHP tabanından elde etmeye yönelmiştir. HAS Partinin AKP’ye katılması da, bir puana bile muhtaç olabileceğini bilen Erdoğan’ın seçim hesaplarının ürünüdür.
Erdoğan’ın son dönemlerde iyice şirazeden çıkan ruh hali ve bunu birebir yansıtan saldırgan üslubu da dikkat çekicidir. Kürt hareketinin taleplerini çok daha ısrarlı ve açık bir şekilde ifade etmesi, diline ve davranışlarına eskisi gibi ket vurmaması, PKK’nin tüm saldırılara direnerek orduya peşpeşe kayıplar verdirmesi ve çeşitli bölgelerde alan hâkimiyeti kurmuş olması Erdoğan’ı ve hükümetini zıvanadan çıkarmaktadır. Suriye meselesi ve ekonominin eski büyüme temposunu yitirerek eğik düzleme girmesi de bu hastalıklı tepkileri iyice pekiştirmektedir.
“En yakın zamanda Şam’a gidecek, Emevi Camiinde namaz kılacağız” deyip “Şam fatihi” havalarına giren Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik planlarındaki aksaklıklar malûmdur. Obama yönetiminin Suriye meselesini Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri nedeniyle ağırdan alması, BM’nin eli tutuk davranması ve muhalefetin halen Esad’ı alaşağı edecek güce ulaşamaması Erdoğan’ı fazlasıyla rahatsız etmektedir. Suriye Kürdistanı’nda yaşanan gelişmelerse bu rahatsızlığı katlayarak arttırmaktadır. Suriye Kürdistanı’nda özerk bir yönetim kurulması talebini yüksek sesle dile getiren ve bu talep doğrultusunda harekete geçen Kürt Yüksek Konseyi, geçtiğimiz günlerde, Kürt partilerinin temsil edildiği birleşik bir ordu oluşturacaklarını açıklamıştır. Güney sınırındaki Kürt cephesinde gelişmelerin bu ölçüde hızlı ilerlemesi AKP’yi iyice germektedir.
Ne var ki, mülteci sayısının 90 bine yaklaşmasının getirdiği sorunlar, el atından yürütülmeye çalışılan askeri desteğin ayan beyan ortaya çıkması, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) savaş karargâhının Türkiye olduğunun deşifre olması ve halkın büyük bir kesiminin Suriye’ye yönelik bir savaşa karşı olması AKP’nin acil müdahale konusunda elini zora sokmaktadır. Türkiye kamuoyunda tepkilerin yükselmesi üzerine, ÖSO karargâhını Suriye’ye taşıdığını açıklarken, Erdoğan da son günlerde Suriye konusunda frene basmak zorunda kalmıştır.
Bunların yanı sıra, ekonomik büyümenin yavaşlamasıyla birlikte AKP emekçileri oyalamakta önemli bir avantajını yitirmiştir. Bu yüzden önümüzdeki dönemde milliyetçiliği daha da körükleyerek halkın dikkatini en hassas olduğu ekonomik sorunlardan bu alana odaklamaya uğraşması muhtemeldir. Oy oranını bu şekilde korumaya çalışan Erdoğan, AKP politikalarını eleştiren tüm kesimlere karşı öfke kusup tehditler savurmaktadır.
Kürt sorunundaki sıkışmışlık
AKP, PKK’nin ilan ettiği ateşkeslerle dönem dönem çözüm yoluna girdiği izlenimini yaratmayı başarsa da, Kürt sorununun Türkiye’nin en yakıcı sorunu olduğu gerçeği kendini her vesileyle çarpıcı bir şekilde dışavuruyor. Savaşın iyice kızıştığı bugünlerde ise Kürt sorunundaki çözümsüzlük hükümeti sıkıştırıyor. Birbiri ardına gelen asker ölümleri, her türlü savaş yöntemine rağmen PKK’nin gücünün kırılamaması, çıtayı yükselten Kürt hareketinin özerklik ve “Öcalan’a özgürlük” talebini aleni bir şekilde dile getirmesi hükümeti çileden çıkarıyor. PKK’nin hamleleri karşısında girilen sıkışıklığın en çarpıcı göstergesi ise, son günlerde Oslo’ya atıfla “gerekirse yine olur” minvalli sözlerin hükümet cenahından farklı isimler, özellikle de Erdoğan tarafından yeniden dillendirilmeye başlanmış olmasıdır. Açıktır ki içinde bulunduğu açmaz, hükümeti Kandil’i durdurmak için Öcalan’ı devreye sokma noktasına getirmiştir. Bir yılı aşkın bir süredir kimseyle görüştürülmeyen Öcalan’ın 21 Eylülde kardeşiyle görüştürülmesi bunun ilk işaretlerini vermektedir. Nitekim bu görüşme bir hafta gecikmeyle de olsa bizzat Erdoğan tarafından açıklanmış ve ertesi gün medyaya “Öcalan’dan Kandil’e sert çıkış” başlıklarıyla yansıtılarak dezenformasyon ve manipülasyon çarkları döndürülmeye başlanmıştır. Belli ki, AKP bir yandan Öcalan aracılığıyla Kandil’i dizginlemek isterken, öte yandan da bildik oyalama taktiklerini yeniden yürürlüğe sokmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz bu plan, yeni bir umut dalgası yaratacak ılımlı açıklamalar eşliğinde devreye sokulmaktadır. Ne var ki bu açıklamalardan tutarsızlık ve samimiyetsizlik akmaktadır. “BDP’lilerle görüşmem, aynı çatı altında olamayız” diyen Erdoğan, Öcalan’la ve Kandil’le müzakere etmekten söz edebilecek bir dengesizlik içindedir. Ancak ağız değişikliğine gider görünen hükümetin Kürt halkının temel taleplerinin karşılanması konusunda hiçbir somut adımı bulunmamaktadır. Aksine bu talepleri dile getirenler “terörist” ilan edilip derdest edilmeye devam edilmektedir.
En doğal taleplerden biri olan anadilde eğitim talebi Kürtçe seçmeli ders kandırmacasıyla boşa çıkarılmaya çalışılırken, Erdoğan “Kürtçe seçmeli dersi yeterli bulmuyorlar. Neymiş, zorunlu olmalıymış. Kusura bakmayın, o kadar da değil” diyerek özgürlüklere keyfi sınırlar çekmektedir. Öcalan’a ev hapsi talebini de kesin bir dille reddetmektedir.
Kürtlerin demokratik taleplerine kulak tıkanması ve çözümsüzlükte ısrar edilmesi yeni anayasa çalışmalarında da kendini ortaya koyuyor. Bu yıl sonunda genel çerçevesinin hazır edilmesi hedeflenen yeni anayasada henüz ciddi bir yol alınmış değildir. AKP, CHP ve MHP’nin anayasanın vatandaşlık, idari yapı ve anadile dair maddelerinde Kürt halkının talepleri doğrultusunda demokratik değişiklikler yapılması konusundaki engellemeleri, kilitlenmenin başlıca nedenini oluşturmaktadır.
90’lı yıllarda kontrgerilla operasyonlarıyla katledilen Kürtler, bugün AKP hükümetinin “yüce gönüllülüğü” sayesinde zindanlara doldurularak etkisiz hale getirilmeye çalışılıyorlar. KCK operasyonlarıyla BDP’yi ve BDP’li belediyeleri tasfiye etmeye uğraşan AKP, belediye seçimlerini öne alarak, BDP’nin kolunu kanadını kırdıktan sonra gerçekleştirilecek bu seçimlerden galip çıkma hesapları yapıyor. BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılarak Meclisten dışlanması doğrultusundaki adımlara da hız verilmiş bulunuyor. Erdoğan’ın “yargıya talimat verdim, gereğini yapacak!” sözleriyle yaptığı itiraf, meyvesini kısa sürede vermiş ve Sebahat Tuncel hakkında görülen dava uydurma bir tanık ifadesiyle apar topar karara bağlanarak Tuncel’e PKK üyeliği suçlamasıyla 8 yıl 9 ay hapis cezası verilmiştir. Meclis’in açılmasıyla birlikte düzen partilerinin ilk icraatlarından biri muhtemelen Tuncel’in milletvekilliğinin düşürülmesi olacaktır. Ne var ki, Kürt halkının, 3 milyon oy alan BDP için “milletin sinesinde bunlara yer yok” diyebilecek kadar ucuz bir politika yapan Erdoğan’ın hesaplarını boşa çıkartacağı da açıktır.
Her şeyden önce, toprakları dört ülke tarafından ilhak edilmiş olan Kürt halkının nüfusu 30 milyonu aşmaktadır ve bu nüfusun en ağırlıklı bölümü Türkiye sınırları içinde yaşamaktadır. Karşılaştırmak için bakacak olursak, sıkça gündeme gelen İrlanda, Bask ve Filistin sorunları dikkate alındığında, bu, söz konusu ezilen uluslarınkiyle kıyaslanmayacak derecede büyük bir nüfustur. Buna rağmen Kürt halkı, bu ulusların sahip oldukları hakların hiçbirine sahip değildir. Özünde bağımsız bir devlet kurma hakkı demek olan kendi kaderini tayin hakkı şöyle dursun, ne bu halkların yaşadıkları bölgelerdeki özerk yapılar benzeri bir idari statüye sahiptir, ne anadilinde eğitim hakkı vardır, ne de anadilini resmi alanda kullanma hakkı vardır. Anayasa, nüfusu 15 milyona varan Kürt halkına karşı kördür.
Kürt olmak askerin ve polisin doğrudan hedefi olmak için yeterlidir. TC’nin yürüttüğü haksız savaşta son otuz yılda katledilen Kürtlerin sayısı 40 bini aşmıştır. Bu sayı, Filistin, İrlanda ve Bask ülkesinde yürüyen ulusal kurtuluş mücadelelerindeki ölü sayılarının toplamının kat be kat üzerindedir. Tüm bunlar ortadayken, AKP seçmeli Kürtçe dersi ve TRT Şeş’le Kürtleri kandırabileceği zehabına kapılmış, bunu başaramayınca da klasik savaş politikalarına sarılmıştır. Ancak otuz yıldır yürütülen bu politika, Kürt isyanını bastırmak bir yana, Kürt halkını daha cesur ve direngen hale getirmiştir. Toplumsal tabanı alabildiğine genişleyen Kürt hareketi, bu dinamiğe yaslanarak ve dış gelişmelerin yarattığı konjonktürden yararlanarak saldırı stratejisine geçmiştir. Amaç açıktır ki, TC’yi masaya oturmak zorunda bırakmak ve o zamana kadar gücünü ispat ederek masa aşamasında elini yüksek tutmaktır. Yaşanan tüm gelişmeler, AKP’nin masadan uzak durma politikasını uzun süre devam ettirme lüksü bulunmadığını göstermektedir. Eninde sonunda ya diyalog yoluna girecek ya da sorunu daha karmaşık hale getirecektir. Üstelik bugün PKK’yle masaya oturup çözüm yolunda gerekli adımları atmaktan çekinenlerin, yarın BM’nin de dahil olduğu masalarda ter dökmeleri de muhtemeldir.
Açık veren savaş bütçesi zamlarla telafi ediliyor
İçeride ve dışarıda savaş politikası AKP hükümetini ekonomik açıdan büyük bir sıkışmışlığın içine sürüklüyor. Sekiz ayda 8,5 milyar lira olarak gerçekleşen bütçe açığı, akaryakıta, alkollü içkilere, otomobil ve tapu harçlarına getirilen fahiş ÖTV zamlarıyla kapatılmaya çalışılıyor. Bu sayede 9 milyar liralık bir ek gelir bekleyen hükümet, Ekim başında da doğalgaz ve elektriğe %10 zam yapmıştır. Bunu KDV oranlarındaki 1 puanlık artışın izlemesi beklenmektedir. Geçen yıl tepkiler üzerine ertelenen 4 puanlık ek ÖTV de Ocak ayında uygulamaya girecek ve bu oran doğrudan fiyatlara yansıtılacaktır. Tüm bunların yanı sıra, sağlık hizmetlerinde de kesintiye gidilmesi, bazı diş tedavilerinden tüp bebek tedavisine çeşitli pahalı hizmetlerin SGK kapsamı dışına çıkarılması, ilaçta sınırlamaların arttırılması gündemdedir.
Hükümet bütçe açığındaki sıçramalı artışta en büyük etkenin çarpıcı bir şekilde yükselen savaş harcamaları olduğunu gözlerden saklamakta, topu her zaman olduğu gibi memur maaşlarına ve SGK açıklarına atmaktadır. Oysa son iki ayda silah, araç gereç ve mühimmata yapılan harcamaların, yılın ilk altı ayında yapılan toplam harcamanın iki katına çıktığı görülmektedir:
“«Silah araç gereç ve savaş teçhizatı» kalemindeki verilere göre, temmuz ayında 286.6, ağustosta ise 197.8 milyon liralık harcama yapılmış. İki ayın toplamı 483.4 milyon lira. Peki bu rakam, yılın ilk altı ayında ne kadardı? Hatırlatıyorum: 202.8 milyon lira. İki ayda bütçeden silaha yapılan harcama, altı aylık harcamayı ikiye katlamış da geçmiş.” (Çiğdem Toker, Akşam, 23/09/12)
Üstelik bu yılın ilk altı ayı da geçen yıla göre 8,5 katlık fahiş bir artışa tanık olmuştur ve bunun nedeni Kürt ulusal mücadelesine karşı yürütülen haksız savaş ve Suriyeli muhalif güçlere akıtılan silah ve teçhizattır (bkz. Kemal Erdem, Savaş Harcamaları Artıyor, www.marksist.com).
İçeride ve dışarıda yürütülen bu savaş, örtülü ödenekten yapılan harcamalarla da harlanmaktadır:
“Bütçede, «gizli hizmet giderleri» kalemi altındaki örtülü ödenekteki gelişmeler ise güvenlik ve silah harcamaları kadar dikkat çekici. Ocak-Haziran döneminde toplam 431 milyon lira olan örtülü ödenek harcaması, son iki ayda yapılan 156.5 milyon liralık harcamayla, 587.7 milyon liraya yükselmiş. Burada dikkat çeken unsur, yine temmuz ayı. Silah harcamalarında olağanüstü artışın gözlendiği temmuz ayı, örtülü ödenek açısından da dramatik bir yükseliş göstermiş: 127.7 milyon lira. Bu veri, bugüne kadar yapılmış en yüksek aylık harcamaya işaret ediyor.” (Çiğdem Toker, agm)
Görüldüğü üzere, emekçilerden toplanan vergiler savaş canavarını beslemek için tanka, topa, mermiye, bombaya akıtılmakta, açıklarsa zamlarla kapatılmaya çalışılmaktadır.
Hükümetin ve devletin borazanı medya
AKP’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü savaş politikalarının en büyük destekçisi burjuva medyadır. Bu borazan medya, Kürt savaşı söz konusu olduğunda, yılların getirdiği refleksle, hükümetin ya da Genelkurmay’ın talimatlarına ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden otosansür uygulamakta pek mahirdir. Savaşı milyonlardan gizleme konusunda her türlü yalan, dezenformasyon ya da gerçekleri gizleme operasyonu başarıyla yerine getirilmektedir.
Hatırlanacak olursa, geçtiğimiz yıl Ekim ayında, Erdoğan, medya kuruluşlarının sahipleri ve yöneticileriyle bir toplantı yapmıştı. Söz konusu zevatın Erdoğan karşısında el pençe divan durarak hizaya geçtikleri bu toplantının hemen ardından, Anadolu Ajansı, Ajans Haber Türk, Ankara Haber Ajansı, Cihan Haber Ajansı ve İhlas Haber Ajansı ortak bir deklarasyon yayınlayarak hükümetin ve Genelkurmay’ın emirlerine amade olduklarını beyan etmişlerdi. Esas duruşa geçen bu beş haber ajansı, söz konusu deklarasyonda, “terör ve şiddet olaylarıyla” ilgili yayınlarda “kamu düzeni dikkate alınacak”, “korkuya, kaosa, düşmanlığa, paniğe ve yılgınlığa neden olacak yaklaşımlardan uzak durulacak”, “yetkili mercilerin yayın yasağına uyulacak”, “örgütlerin doğrudan propagandası niteliği taşıyan yayın yapılmayacak”, “haber ve görüntüler, toplumsal fayda ve dayanışma dikkate alınarak abonelere ulaştırılacak” gibi ifadelerle emir tekrarı yapmışlardı.
Bu ortak deklarasyonun altında imzası olmayan medya organlarının büyük bir kısmının da bu noktada zerrece farklı bir noktada durmadıklarını, yayın çizgileri açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Savaşa ve Kürt hareketine ilişkin haberler, onyıllardır olduğu gibi bugün de Genelkurmay ya da Emniyet bülteni formundan dışarı çıkmamaktadır. Ancak belli ki, AKP’ye ve devlete bu kadarı da yetmemektedir. Çareyse, muhabirleri doğrudan Polis Akademisinde eğitmekte bulunmuştur. Anadolu Ajansı ile Polis Akademisinin ortaklaşa düzenlediği “Savaş Muhabirliği Sertifika Programı”nın ardından, şimdi de “Polis Muhabirliği Sertifika Programı” başlatılma kararı alınmıştır. Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanı Ahmet Abakay’ın, “Bunun adı «polis gazeteci» yetiştirmektir. Eskiden «asker gazeteciler» vardı, şimdi de «polis gazeteci» yetiştirmeye kalkışıyorlar” diyerek tepki gösterdiği bu kurslarda, “propaganda stratejileri” gibi derslerle “devlet gazetecileri” yetiştirilmek istenmektedir.
Oysa medyada bu gibilerin eksikliği hiç hissedilmemektedir. Genel yayın yönetmenlerinin şevkle çalışmaları sayesinde medyada tam bir karartma ve dezenformasyon hüküm sürmektedir. Örneğin cezaevlerindeki Kürt tutsaklar 12 Eylülden bu yana “Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması” talebiyle süresiz-dönüşümsüz açlık grevindedir fakat burjuva medyada buna dair tek satır bulunmamaktadır. PKK’nin anadilde eğitim talebi karşılanana kadar okul boykotu çağrısı yapması ve bu çağrının ne kadar karşılık bulduğu konusunda da medya suspustur. Verilen haberler Genelkurmay-Emniyet kaynaklı hazır haberlerdir ve burjuva medya dezenformasyon ve çarpıtma konusunda bile bu çerçevenin dışına çıkabilecek bir zekâ pırıltısı gösterememektedir. Bütün gazeteler ve haber bültenleri tek elden çıkma klişelerle doludur.
Aklıevveller gerçekleri gizleyip sorunun üzerini örterek bölünmenin önüne geçebileceklerini sanmaktadırlar. Ne var ki devlet-hükümet-medya işbirliğiyle yürütülen bu savaş ve benimsenen aşağılayıcı, dışlayıcı, ırkçı dil, bölünmeyi engellemek yerine körüklemektedir. İzlenen politika, halklar arasında duygusal bir kopuş yaşanmasına, Kürt halkının birlik yönündeki arzu ve inancının her geçen gün daha da azalmasına neden olmaktadır. AKP hükümetinin çözümü olabildiğince erteleyerek siyasi risk almama siyasetinin, akan kanın artması ve çekilen acıların katmerlenmesi dışında hiçbir sonuç vermediği ortadadır.
On yıllardır süren bu haksız savaş 50 bini aşkın can almıştır ve 20’li yaşlarında toprağa gömülen gencecik insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Türk ve Kürt emekçilerin ölüme değil çözüme ihtiyaçları vardır ve sorunun çözümü nettir: Kürt halkının iradesine saygı duyarak ulusal demokratik taleplerinin karşılanması! Akan kanın durması ve Kürt halkının özgürlüğüne kavuşması için Türkiyeli emekçiler egemenlere bu çözüm doğrultusunda güçlü bir basınç bindirmeli ve egemenlerin çıkarları için akıtacak kanları olmadığını yüksek sesle haykırmalıdırlar.
link: İlkay Meriç, Kürt Sorunu ve AKP’de Güz Sancıları, Ekim 2012, https://marksist.net/node/3094
TC “Ulus”unu Nasıl Oluşturdu?
Türkiye’nin Göçmen Politikası Can Alıyor