Ekonomik kriz tüm dünyada etkisini göstermeye devam ederken, Avrupa Birliği’ne üye devletler de birbiri peşi sıra iflasa sürükleniyor. Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya’nın ardından, “kurtarma” paketleriyle yaşam soluğu üflenmeye çalışılan son devlet Kıbrıs Cumhuriyeti oldu.
2004 yılında AB’ye üye olan bu küçük devlet, yıllardır off-shore bankacılık sayesinde yurtdışından çektiği sıcak parayla ekonomisini canlı tutmaya çalışıyordu. İzlanda ve İrlanda’ya benzer şekilde Kıbrıs’ta da finans sektörünün gelirleri orantısız bir şekilde büyüyerek milli gelirin yarısına ulaşmıştı. Kıbrıs burjuvazisi o dönemde ülke ekonomisiyle övünürken, krizin etkisini gösterdiği 2009 yılını takiben bankacılık sektöründe yaşanmaya başlayan şiddetli sarsıntı ekonomiyi çöküş noktasına getirdi. Bir yıl önce ekonomik krizin ülkenin en büyük ikinci bankası olan Laiki Bank’ı (Halk Bankası) iflasa sürükleyecek derinliğe ulaşmasıyla birlikte de, Kıbrıs devleti Troyka’nın kapısını aşındırmaya başladı. AB Komisyonu, AB Merkez Bankası ve IMF’den oluşan Troyka, dayattığı koşulları kabul etmeye zorlamak için, 2012 yazından bu yana Kıbrıs’ın istediği krediyi onaylamıyordu. Sonunda geçtiğimiz Mart ayında bu devletin istediği 17 milyar avroluk kredinin 10 milyar avrosunu verme kararı alan Troyka, geri kalan miktarın ülkenin “kendi kaynaklarıyla” karşılanmasını, yani esasen emekçilerin boğazına yapışarak elde edilmesini buyurdu.
Verilecek borç karşılığında ağır bir yaptırım paketini şart koşan bu “kurtarma” planı, kamu harcamalarında büyük bir kesintiye gidilmesine ek olarak, öngörülen 5,8 milyar avroluk “tasarruf” için bankalardaki tüm mevduatlardan %10’a varan bir vergi kesilmesini de dayatıyordu. Halkın kendi geleceğini bir nebze de olsa garanti altına almak üzere dişinden tırnağından keserek oluşturduğu birikimlerin önemli bir kısmını gasp etmek anlamına gelen bu ağır yaptırım, emekçi kitlelerde burjuvazinin beklemediği bir tepkiye yol açtı. Kitleler sokağa dökülürken, para çıkışı nedeniyle mali sistemin çökmesini engellemek için bankalar 12 gün boyunca kapılarını kapatıp tüm faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldılar. Gerek bu büyük tepkinin ve gerekse adadaki bankalarda milyarlarca avroluk hesapları bulunan yerli ve yabancı burjuvaların baskıları sonucunda, yaptırım paketi Kıbrıs parlamentosundan tek bir “evet” oyu bile alamadı ve Troyka geri adım atmaya mecbur oldu. Nihayetinde, Troyka’yla imzalanan 10 milyar avroluk kredi anlaşmasının önkoşulu olarak koyulan mevduat vergisi, 100 bin doların üzerindeki hesaplar için geçerli tutuldu.
Ancak Kıbrıs parlamentosunun 30 Nisanda onayladığı[*] bu planın diğer yaptırımları da hiç hafif değil. Adaya yapılacak yatırımlarda vergi indirimine gidilmesi, kumarhanelerin yeniden açılması gibi kararlar burjuvazinin yüzünü güldürürken, Kıbrıslı emekçiler, ücretlerin ve emekli maaşlarının daha da düşürülmesi, özelleştirmeler sonucu işsizliğin yükselmesi, eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlerde kesintilere gidilmesi gibi saldırılarla yüz yüzeler. Troyka’yla yapılan anlaşma gereği Laiki Bank’ın kapatılması, Kıbrıs Bankası’nın ise yeniden yapılandırılacak olması nedeniyle bu bankalarda çalışan binlerce işçi işsiz kalacak. Aynı şekilde liman, telekomünikasyon ve elektrik işletmelerinin özelleştirilmesi de binlerce işçinin sokağa atılması anlamına gelecek. Tüm bunların yanı sıra, bankalarda 100 bin doların üzerinde hesabı bulunan küçük mülk sahipleri de varlıklarının %40’ına yakınını kaybederek iflasa sürüklenecek. Söz konusu kesinti planı sonucunda ülke ekonomisinin önümüzdeki üç yılda yüzde 25 oranında küçüleceği, halihazırda yüzde 15 düzeyinde seyreden işsizliğin de yüzde 25’lere tırmanacağı tahmin ediliyor. Kıbrıs’a para giriş-çıkışının AB Merkez Bankası tarafından denetlenecek olmasının da ekonomiye önemli bir darbe indirmesi kaçınılmaz. Görüldüğü gibi Troyka’nın sözde kurtarma paketi Kıbrıslı emekçiler için tam bir yıkım planı anlamına geliyor.
Burjuvazi, kapitalist ekonomiyi, krizin faturasını emekçilerin sırtına yıkarak kurtarmaya çalışırken, işin içine emperyalist güçler arasında kıyasıya devam eden rekabet de giriyor. Kıbrıs bankalarındaki mevduatların önemli bir bölümünü Rus oligarkların yüksek faiz elde etmek ve çok daha az vergi ödemek üzere bu ülkeye getirdikleri sermaye oluşturuyor. Troyka’nın 100 bin doların üzerindeki banka mevduatlarına bu ölçüde büyük bir vergi dayatması, adadaki bankalarda milyarlarca avrosu bulunan Rus burjuvazisini doğrudan etkiliyor. Bu yüzden ada emekçilerinin yanı sıra Rus burjuvazisi de bu plana sert tepki gösteriyor. Ancak “kurtarma” paketlerinde en büyük yükü üstlenen Almanya, Rus burjuvazisinin çıkışlarına, “daha az vergi ödemek için paralarını Kıbrıs’a yatıranlar kurtarma paketi geldiğinde riskleri de omuzlamalılar” diyerek meydan okuyor. Alman Maliye Bakanı Kıbrıs’ın daha fazla yabancı sermaye çekmek için vergi oranlarını düşük tutmaya dayalı ekonomik modelinin iflas ettiğini belirtirken, Avrupa Birliği, tüm üye ülkelerde banka hesaplarına el koymayı kolaylaştırmak için hazırlıklar yapıyor. Kıbrıs’ın bunun için model olarak kullanıldığı görülüyor ve aynı yönteme İtalya, İspanya, Yunanistan ve benzer durumdaki diğer ülkeler için de başvurulması bekleniyor.
Bu uygulamanın mağdurunun burjuvazi değil emekçi kesimler olacağı tartışma götürmez bir gerçeklik. Zira büyük burjuvazi getirilen vergi yükünden kurtulmanın yolunu hiç de zorlanmadan buluyor. “Kurtarma planı” açıklanmadan kısa bir süre önce Kıbrıs’tan milyarlarca avro ülke dışına transfer edildi. Çiçeği burnunda devlet başkanı Anastasiadis’in damadı da, Londra’ya kaçırdığı 21 milyon avroyla bu transfer dalgasına katılanlar arasında yer alıyor. Rus oligark Alexander Lebedev ise Kıbrıs’taki kaybının 8000 avrodan daha az olduğunu, bunun için de konuşmaya değmeyeceğini söylüyor. Moskova merkezli bir yatırım şirketinin sözcüsü, karar alma aygıtlarının en üst düzeyinde hiçbir kurban bulunmadığını, geçen yıl çoğu Rus burjuvazisine ait olmak üzere 20 milyar avronun Kıbrıs bankalarından çekildiğini belirtiyor. Rusya’nın 2011’de Kıbrıs’a verdiği 2,5 milyar avroluk borcun da bu fonların çekilmesi için zaman kazanmak üzere verilmiş olabileceğini ifade ediyor.
Yani her yerde olduğu gibi Kıbrıs’ta da krizin yükünü egemenler değil işçi sınıfı ve emekçiler çekiyor. Burjuvazi yüksek faizlerle, düşük vergilerle, şişirilen emlak balonuyla vs. cebini doldururken, fatura emekçi kitlelere çıkarılıyor. Bu arada Avrupa burjuvazisi, Kıbrıs’ın içine düştüğü durumdan “alım güçlerinin çok üzerinde harcama yaptığını”, “kaynakları har vurup harman savurduğunu” iddia ettiği emekçileri ve Rus oligarkları sorumlu tutan bir ideolojik propaganda yürütüyor. Böylece hem emekçi kitlelerin sesi kısılmak isteniyor hem de Rusya’yla kozlar paylaşılıyor.
Rusya, Avrupa Birliği için hem ekonomik hem de politik açıdan büyük bir rakip. Ekonomik krizin derinleştiği ve emperyalist savaşın kızıştığı bu süreçte, bu rekabet her alanda daha sert bir şekilde yürüyor. Örneğin Rus burjuvazisinin Kıbrıs bankalarına yatırdığı yaklaşık 20 milyar avro, gerek Avrupa gerekse Amerikan bankalarının iştahını kabartıyor. Dolayısıyla bu parayı adadan çıkararak kendilerine çekme arzusu, AB ve ABD için önemli bir motivasyon kaynağı.
Öte yandan, Batı emperyalizminin Kıbrıs’a yönelik politikalarında NATO ile Rusya arasındaki kapışma da önemli bir rol oynuyor. Rusya’nın Doğu Akdeniz’de kalıcı bir donanma bulunduracağını açıkladığı bugünlerde, Kıbrıs, emperyalist savaşın hararetle yürüdüğü bu bölgede askeri açıdan önemli bir üs niteliği taşıyor. AB ve ABD bu üssü Rusya’ya terk etmek istemiyor.
Bunun yanı sıra, birkaç yıl önce ada açıklarında keşfedilen zengin doğalgaz yatakları da Avrupa’nın gözlerini bu bölgeye dikmesinde rol oynuyor. Rusya’ya enerji bağımlılığı içinde olan Avrupa, bir taraftan bu kaynak sayesinde Rusya’ya bağımlılığını ortadan kaldırmak isterken, diğer taraftan bu kaynakların Rusya’nın kontrolüne geçmesinin de önünü kesmek istiyor. Çünkü bu durumun Rusya’nın elini iyice güçlendireceğini ve Kıbrıs üzerinden eline büyük bir koz geçireceğini biliyor. Nitekim Kıbrıs’ın doğalgazın çıkarılması için Rusya’yla anlaşmaya meyilli olması ve Avrupa’nın borç talebini karşılamaması nedeniyle doğalgaz rezervleri karşılığında Ruslardan borç talebinde bulunması, borç vermekte uzun süre direnen Avrupa’nın süreci daha fazla uzatmamasında önemli bir etken oldu.
Liberal düşlere de milliyetçiliğe de hayır
Avrupa’nın bu yıl durgunluktan kurtulamayacağı, ekonomisi en güçlü AB ülkesi olan Almanya’nın da şimdiye dek düşük oranlı da olsa sürdürebildiği büyümeyi bu yıl gerçekleştiremeyeceği öngörülüyor. Bu durum krizin işçi sınıfını vurmaya devam edeceğini ve burjuvazinin yeni iş olanakları yaratmak bir yana çok daha saldırgan davranacağını gösteriyor. Nitekim çeşitli Avrupa devletleri bugünlerde birbiri ardına yeni kesinti programları açıklıyorlar. Son olarak, Troyka’ya 78 milyar avro borcu olan Portekiz hükümeti 2015’e kadar 4,8 milyar avroluk yeni bir kesinti programı uygulayacağını duyurdu. Buna göre, emeklilik yaşı 65’ten 66’ya çıkarılacak, kamu çalışanlarının sayısı 30 bin azaltılacak ve haftalık çalışma süreleri 35’ten 40 saate çıkarılacak.
Görüldüğü gibi, burjuva hükümetlerin “bu acı ilacı bir seferliğine içeceğiz ve sonra düze çıkacağız” diyerek uygulamaya koydukları kesinti programlarının sonu bir türlü gelmiyor. Bu arada burjuvazi toplumsal muhalefeti bastırmak için birçok ülkede “sosyalist” sıfatlı reformist partilerin önünü açıyor ve işçi sınıfı dört yıllık bir seçim dönemi boyunca bu sayede pasifize edilmeye çalışılıyor. Ancak bu burjuva sol partilerin de aynı kesinti programlarını hayata geçirdikleri giderek daha geniş kitleler tarafından görülüyor ve sınıf içinde devrimci arayışlar hız kazanıyor. Milliyetçi solcular ise emekçi kitlelerin önüne kurtuluş yolu olarak avrodan ve AB’den çıkışı koyuyorlar. Örneğin Kıbrıs’ta sözde komünist AKEL bir yandan avrodan çıkış için referandum çağrısında bulunurken, öte yandan “ulusal birlik” adı altında geniş bir burjuva cephe oluşturarak kapitalist sistemin krizden en az hasarla kurtulmasını sağlamaya uğraşıyor.
Reformizmi ve milliyetçiliği bayrak edinen burjuva solun yalanlarının aksine, sorun, Avrupa Birliği ve avroya katılmaktan, kötü yönetimden, hükümetlerin yanlış politikalarından, yöneticilerin aşırı yüksek maaşlarından, rüşvetten vb. kaynaklanmamaktadır. Yaşanan kriz, kapitalist sistemin yapısal bozukluğundan kaynaklanmaktadır ve çözüm de işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin iliğini kurutarak ayakta durmaya çalışan bu sömürü düzeninin yıkılmasından geçmektedir. Reformizm ise bunun yerine, sermaye üzerindeki vergileri arttırarak, özelleştirilen kamu kuruluşlarını yeniden devletleştirerek ve işçi sınıfının ekonomik-sosyal haklarında iyileştirmeler yaparak düzenin ehlileştirilebileceğini savunmaktadır. Ne var ki, kurtuluş olarak sunulan ara yollar, emekçilere kan kusturan kapitalist sistemin ömrünü uzatmak dışında hiçbir işe yaramamaktadır.
Örneğin Fransa’da işçi sınıfının önemli bir kesimi, Chirac ve Sarkozy yönetimlerinin uzun yıllardır uyguladıkları kapitalist saldırı politikalarına karşı, Hollande’a ve onun Sosyalist Partisine oy vermişlerdir. Ancak işsizliğe son vermek, iş ve yaşam koşullarını iyileştirmek ve tüm bunları zenginlerden daha fazla vergi toplayarak yapmak vaadiyle işbaşına gelen Sosyalist Parti iktidarı, bıraktık yeni iş olanakları yaratmayı, benzer kesinti programlarını hayata geçirmeye başlamıştır. Fabrikaların teker teker kapatılıp üretimin daha kârlı ve vergi oranlarının daha düşük olduğu ülkelere kaydırıldığı Fransa’da, işçi sınıfı işsizliğe ve kapitalist saldırılara maruz kalmaya devam etmektedir. Sosyalist Parti hükümetinin Maliye Bakanı Cahuzac ise, yüksek gelir vergisinden kurtulmak ve mal varlığını gizlemek için paralarını yurtdışına transfer eden burjuvaların başında gelmektedir. Tüm bunların yanı sıra, barıştan dem vuran bu hükümet, emperyalist amaçlarla Mali’ye asker göndermekle kalmayıp, Suriye’de de emperyalist çıkarlar uğruna iç savaşı kışkırtmaktadır.
Ekonomik kriz emperyalist güçler arasındaki rekabeti alabildiğine kızıştırırken, bu durum sadece avroyu değil, bir bütün olarak Avrupa Birliği projesini çöküşe doğru sürüklüyor. Liberaller yakın döneme kadar Avrupa Birliği’ni barış, istikrar ve zenginlik abidesi olarak pazarlıyorlardı. Ancak ilk ciddi sınavda bunun ütopik bir düş olduğu çırılçıplak görülmeye başlandı. Bu düşün fazlasıyla prim yaptığı bir dönemde, Elif Çağlı, AB’nin gerçek niteliğine ve kırılgan temellerine işaret ederek, “kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu” vurguluyordu. Tam da Kıbrıs’ın AB’ye üyelik sürecinin gündemde olduğu ve bu konudaki tartışmaların gerek Türkiye’de gerekse adada iyice kızıştığı bir süreçte kaleme alınan (Nisan 2003) Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum broşüründe Çağlı, AB üyeliğinin sürekli genişleyen bir refah ve demokrasi getireceği vaadinin boş bir vaat olduğunu dile getiriyordu.
“İşçi sınıfının kendi örgütlü gücüne ve örgütlü mücadelesine güvenmek yerine, daha iyi bir gelecek umudunu bir emperyalist birliğe bağlamasının bizce savunulur bir yanı olamaz” diyen Çağlı, bununla birlikte kitlelerin yanılsamalarının bir dokunuşta yok edilemediğine dikkat çekiyordu. Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğunun hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çektiklerini, ancak Avrupa ülkelerinde bu tür özlemlere ters istikamette gelişmeler yaşandığını ve kitlelerin bazı gerçekleri son tahlilde yaşayarak göreceklerini belirtiyordu: “AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır. Üstelik bugünün dünyasında kapitalist sistemin gerçekleri, geçmişe oranla çok daha çarpıcı ve hızlı biçimde ortaya çıkıyor.”
Çağlı, liberal hayallerin yanı sıra, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta milliyetçi temellerde bir AB karşıtlığını savunan küçük-burjuva sol çevreleri de eleştiriyordu. Kıbrıs Rum kesiminde sözde komünist AKEL’in de kendi milliyetçi burjuvalarının kuyruğuna takıldığını belirten Çağlı, ihtiyaç duyulan şeyin küçük-burjuva temellere değil Marksist temellere dayanan bir AB karşıtlığı olduğunu dile getiriyordu:
“Küçük-burjuva ulusalcı tepkisellik temeline oturtulmuş bir AB karşıtlığının, burjuva ulusalcılığına hizmet edeceğinin bilincinde olarak, bu tür yanlış kavrayışlara karşı mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfı mücadelesinin enternasyonalist devrimci rotaya sokulabilmesi ve güçlendirilebilmesi için anti-kapitalist temellere dayanan bir AB karşıtlığına ihtiyaç var. AB ve benzeri konularda tatmin edici yanıtlar bekleyen ileri işçi ve emekçi unsurların zihnini açabilecek yegâne tutum da bu olacaktır.”
Bugün gelinen noktada Elif Çağlı’nın dikkat çektiği hususların doğruluğu bir kez daha görülmektedir. Adanın gerek kuzey gerekse güneyinde yaşayan Kıbrıslı emekçiler, liberallerin yaydıkları yanılsamaların aksine AB’nin barış, demokrasi ve refah kalesi olmadığını bizzat yaşayarak görmektedirler. Burjuvazi Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin birleşik mücadelesinin önüne geçmek için her türlü yalana başvurmuş, milliyetçi kışkırtmalarla ada emekçilerini birbirine düşürmeye çalışmıştır. Bu propagandanın gerek kuzey gerekse güneyde son derece etkili olduğu inkâr edilemez. Türk kesiminde birlik yönündeki eğilimin son derece güçlü olduğu bir dönemde, burjuva propagandanın etkisiyle “biz zenginiz, AB’ye girerek daha da zenginleşeceğiz, bu zenginliği yoksul Türklerle neden paylaşalım” havasının hâkim olduğu Rum kesimi birliğe karşı çıkıyordu. Şimdilerde bunun ne menem bir “zenginlik” olduğu Kıbrıslı Rumlar tarafından açıkça görülüyor. Yakın döneme kadar kişi başına 20 bin avroyu aşan milli gelirle övünen Rum emekçiler, bugün kişi başına 12 bin avroyu bulan bir borç yüküyle karşı karşıyadırlar. 6 milyar avroya varan kesinti programının getirdiği yoksullaşma da cabasıdır ve bu miktar düşülen borç batağı nedeniyle her geçen gün daha da artacaktır.
Tüm bu yaşananlar, Kıbrıslı işçilerin gerçekleri bilince çıkararak kapitalizme karşı birleşik mücadeleyi örmelerini zorunlu kılarken, proleter devrimcilere de bunu sağlamak için bıkıp usanmadan çalışma sorumluluğunu yüklemektedir:
“AB’li ya da AB’siz kapitalizm işçi sınıfının sorunlarına hiçbir çözüm getiremez. Çürüme çağına girmiş bulunan kapitalist sistem içinde kalarak, «kötü»nün karşısında «ehven-i şer» bir çözüm sağlanabileceğini ummak kendini kandırmanın en kestirme yoludur. Türk, Kürt, Kıbrıslı, Filistinli, Iraklı vb. örneklerinde olduğu üzere, emekçi kitlelerin içinde bulundukları koşullardan kurtulabilmeleri için bir umut diyerek sarıldıkları AB ya da Birleşmiş Milletler benzeri emperyalist birliklerin «çözüm planları» bir oyalamacadır. Bu tür planlar, işçi ve emekçilerin bugün için olanaksız gördükleri devrimci çözüm yolunun önüne dikilmiş birer engelden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve emekçi kitleler kendi çıkarlarını temsil eden devrimci bir planı yaşama geçirmek üzere örgütlenip seferber olmadıkları sürece, burjuva seçenekler arasında sıkışıp kalmaktan ve sürekli olarak zaman yitirmekten kurtulamayacaklar. İçinde bulundukları olumsuz koşulları değiştireceğini sandıkları burjuva planlara destek vererek kendilerini kandırdıkları sürece, hem bugünlerini hem de yarınlarını emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına kurban edecekler. Gerçek bu kadar yalın; fakat kitlelerin bunu bir çırpıda kavramasını ummak saflık olur. Proletaryanın devrimci enternasyonalist güçlerine düşen görev, gerçek çözüm yolunun kitleler tarafından kavranması için bıkmadan usanmadan mücadeleyi sürdürmektir.” (Elif Çağlı, age)
[*] Sözde komünist AKEL (19), sosyal demokrat EDEK (5) ve Yeşiller Partisi (1) milletvekilleri plana olumsuz oy verirken, Nicos Anastasiadis başkanlığındaki sağ koalisyon hükümeti 29 oyla bu saldırı planını parlamentodan geçirmeyi başardı. Demokratik Yürüyüş Partisinin 19, Demokratik Partinin 9 ve Avrupa Partisinin 2 milletvekiliyle temsil edildiği bu hükümet, 56 milletvekilinden oluşan parlamentoda son derece kırılgan bir yapıya sahip.
link: İlkay Meriç, Kıbrıs: AB Sallanırken Burjuvazinin Saldırıları Tırmanıyor, Mayıs 2013, https://marksist.net/node/3245
Kır Proletaryasının Söyleyecek Sözü Var!
Reyhanlı’nın Gösterdikleri