Japon hükümeti, 2011 Martında yaşanan Fukuşima nükleer faciasının ardından yükselen tepkiler üzerine tüm nükleer santralleri devre dışı bırakma kararı almak zorunda kalmıştı. Bu kararla birlikte Japonya’daki 48 nükleer santralin çalışması durdurulmuştu. Fakat Şinzo Abe başbakanlığındaki hükümet, Japon halkının büyük çoğunluğunun itirazına rağmen, geçtiğimiz yıl nükleer santralleri yeniden devreye sokmaya karar verdi ve bu kararını hayata geçirmeye girişti. Japonya’nın güneybatı sahilinde ve Tokyo’dan bin kilometre uzaklıkta bulunan Sendai nükleer santralinin birinci reaktörü 11 Ağustosta devreye alınırken, ikincisinin de önümüzdeki Ekim ayında faaliyete geçeceği açıklandı. 25 santralin de devreye girmek üzere başvurduğu belirtiliyor.
Dört yılı aşkın bir süredir kapalı durumda bulunan Sendai santrali, protestolar eşliğinde ve polis kordonunda devreye sokuldu. Abe hükümeti ve Sendai santralini işleten Kyuşu Elektrik şirketi, santralin dünyanın en sıkı güvenlik testlerinden başarıyla geçtiğini, Fukuşima felâketinin bir daha tekrarlanmayacağını iddia ederek, yükselen tepkileri bastırmaya çalışıyor. Oysa aynı iddiaların Fukuşima da dahil tüm nükleer santraller için tekrarlandığını ve nükleer enerjide mutlak güvenlik diye bir şey olmadığını, üstelik kâr hırsının her şeyin önüne geçtiği kapitalizm söz konusu olduğunda, güvenlik riskinin son derece yüksek olduğunu çok iyi biliyoruz.[1]
2011 Martında yaşanan deprem ve tsunaminin ardından Fukuşima Daiiçi nükleer santralinde reaktörün erimesi ve havaya, toprağa ve suya kontrol edilemez bir şekilde radyasyon yaymaya başlaması sonucunda yüz binlerce insan yüksek radyasyona maruz kaldı. Bu facia nedeniyle kansere yakalananların sayısı tam olarak bilinmiyor. Çünkü hastaneler üzerinde ağır bir devlet baskısı var ve tespit edilen kanser vakalarının sayısı da, Fukuşima’yla bağlantısı da gizleniyor. Ne var ki başta tiroid kanseri (özellikle çocuklarda) olmak üzere çeşitli kanser vakalarında patlamalı bir artışın yaşandığı, emek örgütleriyle yakın ilişki içinde olan çeşitli sağlık kliniklerinin raporlarıyla da sabit bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Fukuşima’daki nükleer kazanın ardından, santrale yakın bölgede yaşayan ve çoğunluğunu çiftçilerin oluşturduğu 160 bin kişi tahliye edildi ve bunların 30 bini halen geçici konutlarda yaşıyor. Fakat Abe hükümeti, nükleer santralleri işletmeye açmak, yenilerini yapmak ve içeriye ve dışarıya Japonya’nın radyasyondan temizlendiği mesajını vermek için, tahliye edilen insanları herhangi bir risk olmadığına dair yalanlar eşliğinde geri dönmeye zorluyor. Santrale yakın bölgedeki demiryolu hattı da yeniden açılıyor. Fukuşima bölgesindeki hatlarda çalışan demiryolu işçilerinin de örgütlü olduğu Doro-Mito sendikası, geçtiğimiz Mayıs ayında bu nedenle iki grev gerçekleştirdi. Bu greve bölge halkı da destek verdi. İşçiler ve emekçiler tepkilerini çeşitli protesto eylemleriyle dile getirirken, hükümet bu noktada da durmuyor ve şimdi de nükleer santralleri yeniden çalıştırmaya başlıyor.
Bunlardan ilki olan Sendai’nin yarı-ömrünü doldurmuş 30 yıllık bir nükleer santral olması ve aktif volkanlarla çevrili bir bölgede yer alması, yakın gelecekte Fukuşima benzeri manzaraların tekrarlanma olasılığını arttırıyor. Sendai’nin açılmasına karşı çıkan emekçiler, yetkililerin bir kaza durumunda yüz binlerce insanın nasıl hızla tahliye edileceğine dair hiçbir planlarının olmadığına, bölgedeki sağlık kurumlarının böyle bir durum için gerekli hazırlıklardan yoksun olduğuna ve bunun yaratacağı felâkete de dikkat çekiyorlar.
Ancak tüm bunlar ne Abe yönetiminin ne de Kyuşu Elektrik’in umurunda. Bunların, “sıkı güvenlik testlerinden başarıyla geçti” türünden yalanlarına kesinlikle kanmamak gerekiyor. Nitekim gerekli güvenlik önlemlerini almadığı gibi, binbir yalanla, sahte raporla, rüşvetle vs. bunları almış gibi davranan TEPCO şirketi de bu yalancılar korosunun tipik bir temsilcisiydi:
“Fukuşima santrali de dahil olmak üzere Japonya’daki santrallerin üçte birinin sahibi ve işletmecisi olan TEPCO, dünyanın en büyük dördüncü enerji şirketi. Tastamam bu yüzden skandal boyutundaki vukuatları saymakla bitmiyor. 2002 yılında TEPCO, rutin güvenlik bildirimlerini yapmamakla ve yanlış bilgi vermekle suçlanıyor. 1977 ilâ 2002 yılları arasında iki yüzden fazla “nükleer olay”ın (bunların hepsi nükleer terminolojide irili ufaklı kaza anlamına gelir) örtbas edildiği ve teknik bilgilerin yetkililerden saklandığı açığa çıkıyor. Yalanlar, sahte raporlar, örtbas girişimleri ve hatta bu durumu açığa çıkaran mühendislerin tehdit edilmesi ve saldırıya uğraması gibi sayısız vukuat açığa çıkıyor. Ardından 17 nükleer santral 2005 yılına kadar inceleme için kapatılıyor. Depremden iki hafta önce, 28 Şubat 2011’de hazırlanan bir raporda TEPCO’nun sahte teftiş ve onarım raporları hazırladığı söyleniyor; yapılması gereken rutin denetimler tam 11 yıldır yapılmamış ama hepsi de yapılmış gibi gösterilmiş! Fukuşima-1 santralindeki 6 reaktöre ait 33 kritik önemdeki teknik bileşen teftiş edilmemiş. Bunlar arasında, reaktörün sıcaklık kontrol vanalarının güç birimleri, su pompa motorları ve acil durum dizel güç jeneratörleri gibi soğutma sistemine ait bileşenler de mevcut. Bu sistemler deprem ve tsunami sonrasında tümüyle devre dışı kaldığı içindir ki, Fukuşima-1 santralinde bugün nükleer bir felâket yaşanmaktadır!
“Ama bu ilk değildi, 2007’de de dünyanın en büyük nükleer güç istasyonu olan Kaşivazaki-Kariwa santralinde 6,8 büyüklüğündeki bir depremin ardından radyasyon sızıntısı gerçekleşmiş ve daha sonra TEPCO santralin böylesi bir depreme dayanabilecek şekilde inşa edilmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı. Keza Wikileaks’in sızdırdığı belgelerde, bir Uluslararası Atom Enerji Kurumu yetkilisi, Japonya’daki nükleer santrallerin depreme dayanıklı olup olmadığının son 35 yıl içerisinde yalnızca üç kez denetlendiğini, bu konuda Japon hükümetinin uyarılmasına rağmen adım atmadığını belirtiyor. Aynı belgelerde santrallerin depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle mahkeme tarafından kapatılmasına karar verildiği ama hükümetin bu karara karşı çıktığı belirtiliyor.”[2]
Sendai santralini işleten Kyuşu Elektrik’in ve diğer kapitalist şirketlerinde de TEPCO’dan hiçbir farkı olmadığını ve kâr uğruna yüzbinlerce insanı gözlerini kırpmadan tehlikeye atabileceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Santrallerin birkaç yıldır kapalı kalması nedeniyle on milyarlarca dolar zarara uğradıklarını söyleyen nükleer enerji şirketlerinin, bu açığı kapamak için güvenlik önlemlerinden de kesintiye gideceklerine hiç şüphe yoktur.
Kamuoyu araştırmaları Japon halkının %60’ın üzerinde bir oranla nükleer santrallerin yeniden açılmasına karşı olduğunu gösteriyor. Hükümet ve nükleer lobi bu oranı düşürmek ve tepkileri azaltmak için türlü yalanlarla örülü bir propaganda kampanyası yürütüyor. Santrallerin kapalı kalmasının, o bölgelerdeki iş olanaklarının azalmasına, santrallerin bulunduğu bölgelerdeki belediye yönetimlerine bütçeden verilen ek maddi kaynakların ortadan kalkmasına, bu nedenle de işsizliğin ve yoksulluğun artmasına hizmet ettiği söylenerek emekçilerin bilinçleri bulandırılmaya çalışılıyor. Propaganda kampanyasının iki önemli ayağını ise “ekonomik çıkarlar” ve “temiz çevre” savı oluşturuyor.
Nükleer santrallere karşı çıkan halk çoğunluğunu hiçe sayan ve Fukuşima faciasının sonuçlarını umursamayan Abe yönetimi, nükleer santrallerin yeniden işletmeye açılması kararını meşrulaştırmak için, petrol ve doğalgaz santrallerinin ithalatı arttırarak ekonomiye büyük bir yük bindirdiğini ve bunun karşılanamayacağını iddia ediyor. Şinzo Abe, nükleer enerji olmazsa Japon ekonomisinin petrol ve doğalgaz ithalatının ağırlığı altında çökeceğini söylüyor. “Nükleer santrallerin yeniden açılmasında çok büyük menfaatler olduğunu” söyleyen Japon Yenilenebilir Enerji Kurumu başkanı da, bunların kapalı kalmasının üstesinden gelinmesi zor mali sonuçları olacağından dem vuruyor. Söz konusu “büyük menfaatler”in halkın değil sermayenin menfaati olduğu çok açıktır.
Fukuşima kazasından önce Japonya’da nükleer santrallerde üretilen enerjinin toplam içindeki payı %30 iken, bunun %50’ye çıkarılması planlanıyordu. Doğal olarak nükleer enerji şirketleri de bu planlar karşısında el ovuşturuyorlardı. Ne var ki Fukuşima’nın ardından Abe yönetimi bu oranı 2030’a kadar %20-22’yle sınırlamak durumunda kaldı. Bu durum elbette nükleer lobinin işine gelmiyor, ancak tüm nükleer santrallerin kapatılması tehlikesi karşısında buna da razı olmak durumunda kalıyorlar. Bu şirketler, Sendai santralinin açılmasını, halk tepkisinin kırılmasında da önemli bir eşiğin aşılması olarak değerlendiriyorlar.
Abe hükümetinin, söz konusu kararını meşrulaştırmak için ileri sürdüğü bir diğer argüman ise, nükleer santrallerin enerji üretimindeki payının arttırılıp petrol, doğalgaz ve kömür santrallerininkinin azaltılmasının, sera gazı salımını kısmaya ve böylelikle küresel ısınmaya daha az katkıda bulunmaya yol açacağıdır. Doğayı katleden burjuvazinin ve onun siyasi temsilcilerinin “çevre dostu” kesilmeleri karşısında gözlerimiz yaşarıyor doğrusu! Hele de bunlar, “temiz enerji kaynağı” Fukuşima nükleer santrali yüzünden binlerce insanın yaşamını yitirmesine, küçücük çocukların kanserle boğuşmasına, koca bir bölgedeki tarım alanlarının radyoaktif kirlilik yüzünden yüzlerce hatta binlerce yıl kullanılamaz hale gelmesine, Pasifik okyanusuna radyoaktif suların boca edilmesi nedeniyle deniz fauna ve florasının zehire boğulmasına yol açan burjuva egemenler olunca, daha bir hisleniyoruz! Bilindiği gibi, bu “çevre dostu” Abe hükümetiyle “çevre dostu” Erdoğan-Davutoğlu hükümeti, Sinop’a yapılacak “temiz enerji kaynağı” için anlaşmaya vardılar ve boy boy reklâm panolarında nükleer santrallerin faydalarını anlattılar. Fona ise bir nükleer santral çevresindeki yeşilliklerde bisiklete binip gülücükler dağıtan çocukların resimlerini koydular. Çernobil’in ve Fukuşima Daiiçi’nin kazadan sonraki karelerini, onların çöle döndürüp zehirlediği toprakları ve kanser olan çocukları bu sahte tabloyla gizlemeye çalışan egemenler, kendi çıkarları uğruna insanlığı ateşe atmaktan zerrece çekinmediklerini ve çekinmeyeceklerini tekrar tekrar göstermektedirler.
Ekonomik krizin basıncını hafifletmek isteyen Abe hükümeti bir yandan nükleer santralleri yeniden işletmeye açarken, bir yandan da anayasanın engelleyici maddelerini kaldırmaya girişerek savaş politikasına gaz vermektedir. Japonya, “terörle mücadele” bahanesi altında ABD’nin başını çektiği emperyalist savaşa dahil olarak Ortadoğu’ya gönderdiği askeri birliklerle, İkinci Dünya Savaşından beri ilk kez sınır ötesine asker göndermiştir. Çin ve Kore’yle gerilimin tırmandırılması da bu savaş politikalarının bir uzantısıdır. Abe hükümetinin “kolektif öz-savunma hakkı” olarak açıklanan bu savaş politikasının bir parçası olarak nükleer santrallerin nükleer silah üretimi için seferber edilmesi tehlikesi de bulunmaktadır.
Japonya’da Abe hükümetinin, Türkiye’de AKP hükümetinin ve diğer ülkelerdeki burjuva hükümetlerin benzer ekonomik, sosyal ve militarist politikalara başvurmaları tesadüf değildir. Bu ortaklığı yaratan kapitalizmdir ve tam da bu nedenle söz konusu sorunlar karşısında işçi sınıfı da anti-kapitalist ve enternasyonalist temelde ortak bir mücadele yürütmek zorundadır.
[1] Deniz Moralı’nın Tarih Bilinci Yayınları tarafından basılan “Radyoaktif Kapitalizm” adlı broşürü, nükleer santrallere karşı Marksist tutumun ne olması gerektiğini, konuyu çeşitli yönlerinden ele alarak ortaya koymaktadır. Gerek çevre gerekse enerji sorunlarının kapitalizmin özünden kaynaklandığının vurgulandığı broşürde, çözüm de anti-kapitalist bir perspektife oturtulmaktadır.
[2] Oktay Baran, “Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller”, MT, Nisan 2011
link: İlkay Meriç, Japonya’da Atom Reaktörleri Yeniden İşlemeye Başlıyor, 20 Ağustos 2015, https://marksist.net/node/4388
Ne Yapmadı ki Bu Devlet Bize!
Başkanlık Arzusunun Yarattığı Savaş Hali